5 Ağustos 2017 Cumartesi

Aha sapığa bak sen!

Profilimde her türden, her fikirden  kişi ile arkadaşlığım var. Büyük bir kısmını tanımakla beraber bir kısmını tanımıyorum. Tanımadığım kişiler arkadaşlık isteği gönderince "Hakkında" bölümüne bakıp kimdir, necidir incelemesi yapıyorum. Bununla da yetinmeyip "Ortak arkadaşlar" kısmına bakıyorum. Ortak arkadaş varsa onay verip sanaldan arkadaşım oluyor. Arkadaşlığımız bir ve diğer yılları doldurunca sayfama uyarı geliyor, "Falan kimse ile arkadaşlığınızın yıldönümü, kutla!" şeklinde. Vazifesi sanki.

Bu akşam 09.00 sularında sosyal medyadan biri arkadaşlık isteği göndermiş, tanımıyorum. "Tanıyamadım, kimsin" diye de soramıyorsun. Ki adam beni tanıyorsa "Nasıl tanıyamazsın" derse mahcup olmak da var bu alemde. Baktım mesleği doktor, bir de beyaz önlük giymiş. Ankara'da yaşıyor, Konya'da okumuş liseyi. Konya'da okumuşsa belki bir yerden tanışıyor olabiliriz dedim ama profilindeki resim bana çağrışım yapmadı. Ortak arkadaşlar kısmına baktım, gerçek hayatta tanış olduğum ve görüştüğüm biri var. Doktorlar pek sanal takınmaz ama demek çıkabiliyor, üstelik akıllı olurlar, tanışım zaten akıllı. Ne konuştuğunu bilen biri. O halde bu adam sınavı geçti, güvenlik soruşturması sağlam diyerek sanal arkadaşlığımızı onayladım.

Az sonra Messenger'den, "Selam" diye yazdı, "as" dedim kısaca. "Nasılsın" dedi, "iyiyim, siz?" dedim. O da, "iyi" olduğunu söyledi. Ardından, "Resimlerin güzel" dedi. "Ne alaka, sizi tanıyamadım" dedim, "Tanışmıyoruz" dedi. "Eee?" dedim. "Boş ver, seksten anlamıyorsun galiba!" dedi. "Çık git şuradan" deyince "Ok." yazdı. El-hasılı tüylerim diken diken oldu, dondum kaldım. İlk işim spam yapmak, ardından engellemek, sonra yazdığını silmek oldu.

Hasılı, bu sanal alem de günlük hayatın bir parçası. Hırlısı var, hırsızı da. Sütü bozuk soysuzu da. Bana arkadaşlık isteği gönderen ve teşehhüt miktarı sanaldan yazıştığım bunun gibi sapıkları da var. Maalesef iyiler ve düzgünlerin içerisinde ne zaman karşına çıkacağı belli olmayan tipler bunlar. Tipine baksan adam sanırsın. Ama belli ki adamlıktan hiç nasibini almamış.

Başımdan geçen bu nahoş olayı utanarak ve sıkılarak yazıyorum ki başınıza her an böyle birileri çıkabilir. Her gördüğünüz beyaz önlüklüyü doktor, profilindeki bitirdiği fakülte ismine ve yaptığı mesleğe bakarak hekim falan sanmayın. Resmi de sahtedir mutlaka. Profilinizdeki ortak arkadaşa da kanmayın. Her zaman aynı yolu denemez böyleleri. Karşınıza farklı farklı çıkabilir. Demek ki her gördüğümüz sakallıyı amcamız görmemek lazım. Zira gördüğünüz gibi benim, kişinin ‘hakkında’ bölümünü incelemek ve ortak arkadaş testi her zaman işe yaramıyor. Size arkadaşlık isteği gönderen kişiyi tanımıyorsanız “kimdir, necidir” iyi bir sorgulayın. Maazallah böyle sapıklar sanaldan da olsa her zaman kapınızı çalabilir. Allah iyilerle karşılaştırsın. 05/08/2017


4 Ağustos 2017 Cuma

Beş kişinin yediği yemeğin faturası


Gördüğünüz beş kişinin yediği yemeğin faturası. Tamı tamına 1029 lira. Fişte yenilen yemek ve içeceklerin fiyatları belli. Öyle zannediyorum bu fiyatı çoğunuz çok astronomik ve fahiş bulmuşsunuzdur. Zaten bulmamak da mümkün değil.
Otomatik alternatif metin yok.
Bu tür lokantaların müşterisi var ki açılmış ve hala faal. Buralara Anadolu'nun normal ücrete sahip insanının gitmesi mümkün değil. Kazara yerse de midesine oturur. Ambulans hızlı bir şekilde gelip de hastaneye yetiştirilirse belki kurtulma ümidi olur. Kurtulduktan sonra da bir daha lokantaya özellikle lüksüne gitmez, giderse de önce fiyatlara bakar. Olması mümkün değil de en ucuzu varsa onu yer, arkasına bakmadan çeker gider. "Ya Rabbi! Ne olursun, beni bir daha acıktırma" diye dua eder. Yanlışlıkla oradan bir daha geçerse yönünü ters istikamete döner, "tövbe ya Rab! Affet ya Rab!" diyerek söylene söylene yoluna devam eder. Tam bu esnada çocuğu, " Baba bak! Geçen günkü geldiğimiz lokanta, haydi bir daha girelim, ben acıktım" derse babadan günah gider artık "Kes lan! Acıkma zamanı mı şimdi? Acıkacak yer bulamadın mı? Bak ben acıkıyor muyum? Geçen günden beri üstelik hiç acıkmıyorum. Daha bu gidişle acıkacağa da benzemiyorum. Yemek de yok, aş da. Şu andan itibaren ailecek oruca niyetleniyoruz. Üstelik akşam ezanıyla açmayacağız iftarımızı. Akşam içeceğimiz bir bardak su ile ertesi güne niyetleneceğiz. Taki 1029 liranın acısı çıkıncaya kadar devam edecek bu. Ah bir de evde ve markette olmayan bir şey yeseydin bari gam yemezdim. Senin yediğin spagettinin fiyatıyla ben fabrikasını kurardım. Hazar onmayan adamın vardır bir derdi..." der mi der. Başka türlü de olmaz zaten.



Ne olduğunu anlayamayan çocuk suratını asıp biraz somurtsa da az sonra annesinin kulağına eğilerek "Anne! Ben ne yaptım ki babam bu kadar kızdı? Bu lokanta kötü bir yer mi yoksa? Sonra ben acıkamaz mıyım" diye sorduğunda annesi, "Kötü olmaya kötü değil yavrum! Pahalı da ondan. Bak senin yediğin makarnadan baban markete gidince 170 paket alsın, ben sana 170 gün boyunca pişireyim, sen de tıka basa yersin. İşte bu fiyat öyle bir şey..." diyerek anlatmaya çalışır.

Bu tür lüks yerlere giden bir pişman olur, gitmeyen veya gidemeyen ise "Acaba buranın yemekleri nasıl, acaba yemekleri altın kaplama mı? Herhalde buradan yiyince insanın tadı damağında kalıyor olmalı. Ah bir de biz yiyebilsek...Nasıl yiyeceğiz ki ben bu parayla bir ay iaşemi karşılarım, ki gıdaya bu kadar bile ayıramıyorum..." diyerek pişmanlığını dile getirir. 

Gördüğünüz gibi buraya giden bir pişman ise gidemeyen bin pişman. Ama yok illaki ben de gireceğim buraya, bir anlık beylik de olsa onu tadacağım" diyeniniz çıkarsa hiç tavsiye etmem, bu iş dolduruşa gelmez. İmkanı olan bu tür yere gitmiş, acısı üç-beş gün sonra çıkar gider de aylık geçim hesabı yapan birinin böyle bir yere gitmesi ömür boyu acısını çekmesine sebep olur. Benden söylemesi...Unutma ki  her pilicin eti yenmezse her lokantanın da eti yenmez.

Bana da burada yemek yiyen ve yiyemeyenin tasası düştü. ne diyelim afiyet olsun!  Ben doydum daha gitmeden...04/08/2017


3 Ağustos 2017 Perşembe

"Ne yedim ki iki dıkım bişi"

Kadın oturdu sofraya, kimseyi beklemeden başladı yemeye. Bir ondan, bir bundan götürdü bir bir. Konuşmaya fırsat buldukça "Ben açlığa dayanamam, hemen birden acıkıyorum" dedi ardından. Sofradan ne zaman kalktı, sofrada ne bıraktı bilinmez, çünkü herkes bir bir kalkarken o hala oturuyordu sofrada.

Az sonra girdi, çıktı. Çıktı, tekrar girdi. Oturdu. Rahat edemedi bir türlü. Kalktı buz gibi pet şişeyi dikti kafaya, bir yudumda içti. Kendisiyle birlikte ozanların atışması gibi sofrada yemesine eşlik eden kocası, "Ne oldu?" diye sordu. "Karnım şiş, rahat edemiyorum" dedi. Ardından "Bu evde gazoz yok mu" dedi. Sordu kocası "Gazozu ne yapacaksın" diye. "Karnımın şişini indireceğim," dedi. "Sen soda istiyorsun o zaman? Ha az yeseydin" dedi kocası. "Ne yedim ki iki dıkım bişi yediğim" dedi. "Bu nasıl iki dıkım böyle?" dedi. Ardından soda getirildi. Sodayı içti, gıvcınması biraz durdu. Hele şükür ki soda onun hazımsızlığına merhem oldu. Yoksa toku ağırlamak zordur biliyorsunuz.

Yesin yemeye. Üstelik doyuncaya kadar yesin hem de. Haydi canın çekti şekerim var demedi; yedi, içti, sildi, süpürdü. Ardından soda içmek de ne? Yemeğin ardından soda içmek pişmiş aşa su katmak gibi bir şey. Madem karnı şişiyor derdine ne oldu bu kadar yiyecek? Sonra acelen ne? Sindire sindire yese ya. Sonra insanın midesine bu kadar düşmanlığı nereden geliyor? Ayrıca Konya düğün yemeği mi yiyor da gözünü doyurmaya çalışıyor? Neyse haydi yedi, karnını tıka basa doldurdu, ardından gözünü de doyurmaya çalıştı, olmadı sodadan aldı hıncını. Bari kabul etse çok yediğini, hiç gam yemeyeceğim. Onu da kabul etmedi asla. "Birden şişiyor benim karnım" dedi. Nasıl mideyse. Kızgınlığı midesine gayri. Neyse afiyet olsun!

Anlaşılan şeker yediriyor. Perhizine de dikkat etmeyince yedikçe yediriyor. Hele bir de içtiği çaya şeker atması yok mu? Bu nasıl şeker hastalığı böyle? Normal insanlar çaya şeker atmayı bırakıyor, bu ise attıkça atıyor çayın içine şekeri. Ben çayı şekerle içerken fazla atıyorsun, zarar diyenlere, “Ben çayı şekeri için içiyorum” derdim bozuntuya vermeden. Sahi bu ne iş böyle?

Sonra bu soda ne menem bir şey ki her derde deva! Fazla yiyip hazımsızlık çeken de içiyor. Bir de kan verince Kızılay yetkilileri soda ikram ediyor. Belki de Kızılay elde olandan veriyordur.

Biliyorum yazıyı okuyan bazıları kim bu kadın diyecek? Kimse kim! Ne yapacaksınız? Sonra benim işim biliyorsunuz kişi ve şahıslar değil. Sen de böyle yapıyor musun? Ona bak! Sonra ayıplama! Dur bakalım, sen ihtiyarlayınca ne yapacaksın?  03/08/2017



Bir umut idi benimkisi hep! *

Ne zaman nerede bir koltuk boşalsa hep bir beklenti içerisine girdim. Bir zamanlar cumhurbaşkanlığı çatı adaylığı gündeme gelince üzerimde anlaşırlar beklentisi içerisine girdim. Olmadı. Ne zaman kabine açıklanacak veya değişikliği olacak dense içim kıpır kıpır oldu. Son kabine değişikliğinde de ismimi göremedim. Derken DİB Başkanının emekliliği gündeme düştü. Neden olmasın dedim. Bu arada gözüm boşalan yeni koltuğa ilişti. Milli Takım Teknik Direktörlüğü.

Neden olmasın dedim kendi kendime. Hiç bir şeye yakın hissetmedim milli takımın teknik patronluğunu düşündüğüm kadar. Umut dünyasıydı benimkisi. Gerçi Yılmaz VURAL, bekleye bekleye koruk oldu ama neyse. Hazır Terim boşaltmışken benden iyisini mi bulacaklardı? Beklemeye aldım kendimi yine her boşalan koltukta olduğu gibi. Üstelik Şenol GÜNEŞ de olmayacak gibi. Ben böyle düşünürken Galatasaray’a geldi gelecek denilen LUCESCU milli takımlar teknik direktörü olmaz mı?

İçinizden geçeni siz söylemeden ben söyleyeyim. Ne anlarsın sen futboldan diye düşünebilirsiniz. Zamanında az mı oynadım mahalle maçlarını, az mı maç izledim ekranlarda maçları eskiden naklen, şimdilerde canlı canlı. İzlediğim maçlardan sonra teknik heyetin açıklamasını dinledim. Televizyonlarda yapılan yorumculara kulak verdim. Bir iki defa da futbol ile ilgili yazı kaleme aldım. Baktım donanım olarak hazırım gibi. Sadece teknik heyet veya antrenörlük yapacak belgem yok. Onu da alırım. Niye olmasın. Bu yaşta nasıl belge alacaksın denebilir? Daha yaşım 54. Sayın LUCESCU, 72 yaşında milli takımın başına getirildiğine göre belgeyi aldıktan sonra kullanma imkanım var. Kim derdi ki 72’lik ihtiyar delikanlı takımın başına gelecek diye. Türkiye burası. LUCESCU’nun bile aklında olmayanı/gelmeyeni bizimkiler düşünüp uygulamışsa bu şans dönüp dolaşıp beni de bulabilirdi. Ama olmadı.

Haydi hepsi tamam, teknik heyet olarak takımın başına geçtin nasıl oynatacaksın denirse bu da laf mı? Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. Modern futbolda denenen modeller belli. Sırasıyla onları uygulardım. Zaten seçilen futbolcular üç aşağı beş yukarı belli. 1+3+4+2+1’i uygulardım ilk önce. Başarı gelmezse 1+4+5+1+1’i denerdim. Yine olmazsa 1+5+5 derdim. Döner döner denerdim hepsini. Her maçtan sonra basının karşısına çıkar: “Futbolcular motive olamadı…rakip takım çok güçlüydü…sahaya yabancı kaldılar bizimkiler…futbolcularıma buranın havası iyi gelmedi…mağlubiyette futbolcularımın suçu yok, tüm suç benim…gibi gerekçeler sıralardım. Her başarısızlıkta basının ve kamuoyunun ‘istifa, istifa’ seslerine kulak vermez, Federasyonun beni almasını/görevime son vermesini beklerdim. Kovulmaya üzülmez misin denirse niye üzüleyim sevinirim bile. Çünkü sözleşme gereği sözleşmem feshedilirse işimden oluyorum ama geri kalan ömrümde kendimi, ailemi, hatta sülalemi besleyecek tazminat ve maaşımı almaya devam ederdim.

Gördüğünüz gibi milli takım da olmadı. Ama bu demek değildir ki umutlarım tükeniyor. Türkiye’de her geçen gün yeni koltuklar boşalıyor. Bunların her biri ilgi alanıma girse de girmese de benim için bir umuttur. Zaten  bu umutla yaşıyorum, dinçliğimi de buna borçluyum. Üç günlük dünyada karamsar olmaya, dövünmeye gerek yok. Bu yaşında LUCESCU’ya gülen şans neden bana gülmesin bir gün. Sonra ben birileri gibi oturduğum koltuğa yapışma gibi bir niyetim yok. İstersen teknik direktör olduğum ve sözleşme imzaladığım gün hiç çalışmadan işime son versinler. Böylece hiç maça çıkmadan kovuldu denerek Türkiye gündemine otururum, ayrıca yarışmalarda “Milli Takımla sözleşme imzaladıktan sonra hiç maça çıkmadan görevine son verilen teknik direktör kimdir” soruları sorulduğunda hep ismim zikredilecek. Hasılı hep gündemde kalacaktım. Bir de işsizlik parası alacaktım sürekli.

Milli takım adına tek endişem ihtiyar delikanlının bir an için kendini Romen milli takımı direktörü sanıp milli takımımıza Romen futbolcu seçmeye kalkması. Tek üzüntüm uyanık iken aklıma gelen bir yerlere gelme fikrinin rüyalarıma girmemesi. Halbuki girse birkaç saniye de olsa nasıl havalanırdım. Ama rüyalarımdan da umutluyum. Günlük hayatta olmazsa da bakarsınız bir gün rüyalarıma girer. 

Ben böyle hayal aleminde kendi kendime gelin-güvey olurken sevincim fazla uzun sürmedi. Zira oğlan telefon açtı, "Baba! Senin kaportacının yeri neredeydi" diye. Gelip biri vurmuş arabaya. Neye yanayım koltukların bir bir altımdan kayıp gitmesine mi, arabaya vurulmasına mı? Neyse vardır bir hayır! Ne diyelim? hele şükür ki vuran bu sefer kaçıp gitmemiş. Tek tesellimiz bu...03/08/2017

* 5/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Öğretmenlerin tatilini gören, Meclis'in tatilini niçin görmez?

Nasıl ki zenginin parası züğürdün ağzını yoruyorsa hemen hemen herkesin dilinde öğretmenin tatili var. Kimi dört ay, kimi üç ay, kimi beş, kimi de altı ay tatil yapıyorsunuz diye atış yapar. Ne zamanki bir bayram olsa, kar yağsa tatili kaptınız, hiç okula gitmiyorsunuz, öğretmen olmak varmış şu dünyada diye serzenişin, dertlenmenin, hasedin, gıbtanın, kıskançlığın haddi hesabı yok. Bilgisi olsa da olmasa da önüne gelen konuşur bu konuda. Ağzı olan konuşuyor denir ya, öyle bir şey bu. Ne edersiniz ki kimsenin ağzını büzemezsiniz.

Öncelikle şunun bilinmesini isterim ki öğretmenler temmuz ve ağustos olmak üzere yaz dönemi iki ay, on beş günü de şubatta olmak üzere toplam 2.5 ay tatil yapar. Bu tatil de öğretmene verilmiş bir haktan ziyade okullarda öğrenci olmadığı içindir. İşini-gücünü bırakıp öğretmenin tatili ile yatıp kalkanlar şunu bilsin ki dertlenmenin muhatabı öğretmenler değildir. Eğer bu konuda konuşmanın ötesinde bir şey yapmak istiyorsanız bunun çözüm yeri MEB'tir, siyasi iradedir, Meclistir. Mesele edindiğiniz bu konuyu ancak onlar çözer. Tabii Meclisi yerinde bulabilirseniz? Zira Meclis tatilde. Ekime kadar da devam edecek bu. Ne zaman çalışırlar, kaç gün çalışırlar, Genel Kurulda kaç kişi var, ne konuşurlar, bilinmez. Bir bakmışsın toplanmışlar, ardından tatil kararı almışlar. Yaptıkları tatilin haddi hesabı yok, diledikleri kadar da devam etmeme durumları söz konusu. 

Siz en iyisi "Öğretmen olmak varmış şu dünyada" demeyi bırakın da derdiniz tatilse vekil olmaya bakın. Esas tatil cenneti orası. Üstelik imkanları daha geniş orasının. Çalıştığınız zaman üç gün çalışırsınız, o da saat 15'de başlar, tartışırsınız ara verilir, kavga edersiniz Meclis tatil edilir. Seçim öncesi tatile çıkarsınız, seçim sonrası belli bir süre Meclisi açmazsınız...Yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda kalır. İstediğin yere veya seçim bölgene git, el üstünde tutulur, elini cebine atmazsın. Dönüşte de harcırahını alırsın.  Olacaksanız böyle olun. Ne yapacaksınız öğretmen olup da. Bilmem ne kadar tatil yapıyor dediğiniz öğretmenin çoğu evinde tatil yapıyor. Tatili en iyi değerlendiren bir yıl boyunca biriktirdiğini vererek üç-beş günlüğüne tatil yapıp geliyor. Bence amacınız bağcıyı dövme değil de üzüm yemekse tevazuu bırakın, vekil olmaya bakın. Böyle bir yola girerseniz bahtınıza televizyondan duyduğunuz/duyacağınız bakanlık bile çıkar. Yok, bizim derdimiz yukarısı değil, onlara gücümüz yetmez, biz aşağıdakileri ezeriz diyorsanız bu ne kara vicdanlık böyle? Vurun abalıya! 

Sahi bu millet Meclisin yaptığı tatili niçin görüp bununla ilgili üç-beş kelam etmez de hep öğretmenin tatilini gündeminde tutar? Yok bizim derdimiz Meclis ve vekil değil, öğretmen diyorsanız, bir zahmet Meclise uğrayın, oradaki vekillere durumu anlatın, öğretmenlerin tatil yapmasına rızamız yoktur deyin. Onlar da teklif verip öğretmenin tatilini tamamen kaldırsınlar. Böylece elinizdeki emzik alınmış, ülkenin derdi de bitmiş olur; eğitim ve öğretimimiz zirve yapar.

Böyle yapın yapmaya da bunun bir bedeli vardır. Bir defa çocuğunuz sizi düşman beller, tatiller sizin yüzünüzden kalktı diye. Bir de boş ve avarelikten yaptığınız bu öğretmen tatili kalkarsa siz kendinize ne iş bulacaksınız? Haydi durmayın! Yaralı parmağa işeyin. Elinizi taşın altına koyun isterseniz. Sonra tatili daha da uzatmak istersiniz de bu sefer öğretmenler kabul etmez. Zira kendi düşen ağlamaz...
03.08.2017

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Birileri Sevindirilmemeliydi...

Yedi yıldır Diyanet İşleri Başkanı olarak görev yapan Mehmet GÖRMEZ görev bitimine üç yıl kala emekliliğini isteyerek başkanlığa veda etti. Gitmesine çoğunluk üzülürken bir kısım kendini bilmez de sevindi. Utanmasalar zil takıp oynayacaklardı.

Sevinenlerin başında 'Cübbeli' lakabıyla meşhur bir zat var. Attığı tweetiyle "Diyanet'e bundan tehlikelisi gelmemiştir diye düşünüyorum. Rabbim, vatana millete bağlı ve Ehli Sünnete sadık hayırlı bir reis nasip eylesin" diyerek başkana olan kinini kustu. Cübbeli yalnız değil bu konuda. Firari FETÖ tetikçisi de "15 Temmuz'un en kirli karanlık isimlerinden Mehmet GÖRMEZ gitti..." tweetiyle tiyniyetini gösterdi. Daha başka çukurlaşanlar da var. Bu da doğaldır bir insanı herkesin sevmesi mümkün değildir. Camiler çocuk sesinden mahrum kalmasın parolasıyla bazı camilerde oyun alanları oluşturmasına "Camileri kerhaneye çevirecekler" şeklinde evlere şenlik tepki gösteren TGRT'nin sözde ilahiyatçısı da çok sevinmiştir mutlaka.

Geldiği andan itibaren diyanete bir heyecan katan, insanlara ayakları yere basan bir dinin anlatılmasına sebep olan, okuttuğu hutbelerle gündem oluşturup camiye gelenleri bilgilendiren ilim adamı bir başkanın bu şekilde gidişi, görevi bırakması veya bıraktırılması birilerini özellikle bu tipleri sevindirmemek gerekirdi. Yerinde kalacaktı ki onlar gayzlarından çatlamalıydı. Bu sevinenlere inat başkanın yerine gelecek olan GÖRMEZ'in yerini doldurduğu gibi onu aşan biri olmalı. ‘Ki sevincimiz kursağımızda kaldı’ demek zorunda kalsınlar. Sayın başkanın icraat ve tasarruflarından memnun olan büyük çoğunluk da "İyi ki GÖRMEZ gitmiş, yerine gelen onu aratmadığı gibi turpun büyüğü çıktı heybeden. Çünkü bu, başkanın gidişine sevinenlerin korkulu rüyası oldu..." diyebilsin.

Yazıcıoğlu ile başlayan diyanetin itibarı, Bardakoğlu ile gün yüzüne çıkmış, Görmez ile zirve yapmıştı. Halk hiçbir DİB başkanını son başkan kadar sevmemişti. İlmi, samimiyeti, tevazuu, inisiyatif almayı onda görmüştü. Umarım bayrağı devralacak zirveyi koruduğu gibi daha ileriye taşır. Hükümet birilerine boyun eğerek silik bir kişiliği getirmez başa. Zira yaşadığımız 15 Temmuz tecrübesinden sonra ülkenin diyanete daha çok ihtiyacı var. Hiç olmadığı kadar önem kazandı diyanet.

Bu olay içimize sinse de sinmese de olan olmuştur. Bundan sonra kurumsallaşmayı ve kurumlarda kurum kültürü oluşturmaya ağırlık vermek gerekiyor. Ülkemizde maalesef başarı kişilere endeksli. Çünkü çoğu kurumumuz kurumsallaşmadı. Aslında kamu kurum ve kuruluşlarımızda kurumsallaşmayı sağlayabilsek bir yere veya Diyanet İşleri Başkanlığına kimin gelmesi önemli değildir. Siyasi irade istediğiyle çalışır. Atadığı başarılı olur ya da olmaz. Ayrılma esnasında kırılganlıklara sebebiyet verilmemelidir. Kalp kırmamaya özen gösterilmelidir. Çünkü her şey geçer ama gönül kırgınlığı kolay kolay geçmez. Ayrılıklar varsa “Yönetimde veya şu şu tasarruflarda farklılıklarımız ortaya çıktı. İstişare ederek farklı kulvarlarda çalışmayı uygun gördük…” şeklindeki bir açıklama; yorum yapmak isteyenlerin, zanda bulunanların, tarafları zedeleyici fikir beyan edenlerin önüne geçebilir, başkasına malzeme verilmemiş olur diye düşünüyorum.

İlmi derinliği olan, öncekilerden çok farklı bir başkan olduğunu gösteren sayın Görmez, görev süresi dolmadan koltuğu boşaltabilmiş, koltuğa yapışıp kalmamış, makam ve mevkiyi elinin tersiyle itebilmiştir. Hem gönlümüzde taht kurdu, hem de kubbede hoş bir seda bıraktı. Darısı yerine geleceklerde… 02/08/2017


"Kıyafetime karışma!"**

İstanbul Maçka Parkında görevli bir güvenlik görevlisinin moda tasarımcısı bir kadına, "Parka bu şekilde girmenize izin veremem, burada size bir tecavüz olsa sizi kim koruyacak" demesi Türkiye'nin gündemine oturdu. Kıyafetinden dolayı uyarılan kadının şikayetçi olması üzerine olaya katılan güvenlik görevlisi açığa alındı.

Parkta meydana gelen bu münferit ve nahoş olayı kadınlar burada bırakmadı. 29.07 2017 günü Kadıköy'de toplanarak "Kıyafetime karışma!" yürüyüşü yaptılar. Kimi elinde şort taşıdı, kimi döviz. Yol boyunca "Hayatıma karışma, kıyafetime karışma, yeter artık!" sloganları attılar. Gruba az sayıda başörtülü kadın da destek verdi. "Şortuma ve başörtüme karışma" dövizleri de dikkat çekti. Yapılan basın açıklamasının ardından grup dağıldı. Kadınları hak arama, bir araya gelme, organize olma konusunda tebrik etmek lazım. 

Kılık-kıyafet konusunda düşüncesi, görüşü, fikri, zikri ne olursa olsun bu ülkede yaşayan herkesin istediği kıyafeti giymesinden yanayım. Herkes kendine yakışanı gitsin. Kimse giydiğinden dolayı ayıplanmasın, kınanmasın, dışlanmasın, ötekileştirilmesin. Yeter ki ben serbestim, istediğimi giyerim diyerek toplumun kabul etmediği, garip karşıladığı bir vaziyette çıkmasın. Açığında-kapalısında biraz edep olmalıdır. Toplumun örf ve adedi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Nasıl ki evimize bile misafir alırken giyim ve kuşamımıza dikkat ediyorsak, dışarıya çıkarken de toplumun hassasiyetlerini göz önünde bulundurmada fayda vardır. Maalesef giyim ve kuşamda yine bir orta yol bulamadık. Kimisi ben özgürüm diyerek sanki plajda geziyormuş gibi meydana çıkıyor, kimisi dinim emrediyor diyerek elini, yüzünü ve gözünü kapatıyor. Bu iki giyim tarzı da sıkıntılıdır. Kadınlarımız noırmalleşmelidir bu konuda. Belki de bu durum daha iyi günlerimizdir. Kadınlarda bu modayı takip rüzgarı olduğu müddetçe daha karşımıza ne şekilde çıkacaklar? Ya da elini ve yüzünü kapatanlar merdiven altı din bilgisi ile karşımıza daha ne şekilde çıkacaklar? Bunu da zaman gösterecektir.
***
Hepimiz biliriz ki Türkiye giyim-kuşamda iyi bir sınav vermemiştir.  Bu ülkenin kılık-kıyafet konusunda sicili bozuktur. Açığı-kapalısı nasibini aldı dönem dönem, özellikle kapalısı. Burada amacım geçmişi kurcalamak değildir. Fakat yakın geçmişe doğru bir gezintiye çıkmak istersek bu ülkede ötekileştirilen, horlanan hep başörtülü kadınlar olmuştur. Üstelik mütedeyyin kadınların özellikle üniversite öğrencilerinin başörtüsünden dolayı başlarına gelmedik kalmadı. Hem de devlet eliyle yapıldı bunlar. Okulundan çıkarılmalar, sınıftan atılmalar, derse almamalar, ikna odaları, kürsüden indirilmeler, kürsüye çıkarılmamalar…Sıkma baş, yobaz, gerici, örümcek kafalı gibi alay ve hakaretler yazılıp çizildi, konuşuldu. Kimi okulunu bıraktı, kimi perukla girdi okuluna.  Devlet krizine sebep oldu hep başörtüsü. Ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, meclis başkanı eşiyle toplantılara katılamadı, meclise başörtülü olarak gelen tek milletvekili zamanın başbakanının fişeklemesiyle haddi bildirilerek meclis dışına atıldı. Kamusal alan girdi hayatımıza. Kurumlarda başörtüsü avına çıkıldı, niceleri görevinden atıldı. Cuma çıkışlarında, meydanlarda başörtüsü ile ilgili yapılan protesto eylemlerini, kızların gözyaşlarını sağır sultan duydu da bizim laikçi elitlerimizin kılı bile kıpırdamadı. Sonunda gitti gidecek denilen laikliğimiz kurtarıldı. Kendilerini devletin tek temsilcisi sanan zihniyet zafer kazanmış komutan edasıyla boy gösterdi hep.

Başörtülü kızlarımıza az sayıdaki başı açık kadın ve kızımız “Bu haksızlık” diye destek verdi. Bugün de açık giyinen kadınlara az sayıdaki başörtülü kızımız destek veriyor. Halbuki dün başörtülülere yapılan haksızlıklara açık-kapalı tüm kadınlarımız destek verseydi, bugün başı açık olanların yaptığı eyleme tüm kapalılar destek vermiş olsaydı Türkiye giyim-kuşam ve kılık-kıyafette çoktan mesafe alırdı. Yukarıda söylediğim gibi açık giyinenlere yapılanlar bireysel sapık hareketleridir; devletin, siyasi iradenin, normal vatandaşın yaptığı bir şey değildir. Türkiye’de sapıktan çok ne var. Üstelik sapıklar sadece açık olanlara saldırmıyor, sadece onları taciz etmiyor. Sapığın uçkuru beynine bağlı. Onun için hayvani isteklerini tatmin önemli. Bahtına ne çıkarsa artık. Kadını görmedim ama Sakarya’da bir çocuk annesi, dokuz aylık hamile Suriyeli kadın öyle zannediyorum, çarşaflı bir kadındı. Bu ülkede öyle sapıklar var ki bırakın açığını, kapalısını…kadının adını duydu mu orgazm olanlar var. Toplumsal infiale sebep olan sapıklık olaylarında azalma olacağı yerde değişik saiklerle kadınlarımız tacize uğruyor. Çünkü tacizin, rahatsız etmenin, tekme sallamanın bu ülkede maalesef cezası yoktur. Bir taciz olayı günlerce basının gündeminde kalır, polis güç-bela sapığı yakalar, ifadesi alınan sapık –şikayetçi daha içeride iken- elini kolunu sallayarak dışarı çıkıyor. Adam sapıklığına niye devam etmesin. Bir defa cezalar caydırıcı olmazsa biz bu tür bireysel olaylarla çok karşılaşırız. Hele ki son zamanlarda hadım etme konuşuluyor. Öyle zannediyorum bu bile caydırıcı olacaktır. Ayrıca biz az bir ceza vermek için tacizcinin illaki tecavüz etmesini bekliyoruz, tacize genelde ceza vermiyoruz, ifadesini aldıktan sonra “Becerememişsin, git adam gibi yap gel” deyip salıyoruz.

Evet, kimse kimsenin kıyafetine karışmasın. Açığı kapalısına, kapalısı açığına. geçmişe oranla açığı-kapalısı arasında bir konsensüs sağlanmışa benziyor. Artık kimse başı örtülüye öcü gibi bakmıyor. Kendisini dindar ve mütedeyyin görenler de edep abidesi kesilip başkasına giyim-kuşam dersi vermesin. Bir saldırıya karşı hep birlikte tepki gösterelim. Yalnız şunu bilelim ki meydanlarda tacize son, kıyafetime karışma sloganları atarak sapıkları yola getiremeyiz, onlar nasihatten, tehditten falan anlamazlar. Hep birlikte bu tiplerin hadım edilmesi için kamuoyu oluşturalım. 02/08/2017

** 11/08/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.