28 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye'deki Hafızlık Eğitimi Üzerine

Babamın hayalinde  beni hafız yapmak vardı. Küçüklüğümden beri beni yanına çağırırken, severken "Hafızımda, patuzumda, dokuzumda, otuzumda" diye bir tekerleme tuttururdu. Benim hafızlık yaptığım 1976-1979 yıllarında ilkokul beşi bitiren Kur'an Kursuna yazılarak bir yıl yüzünden, iki yıl da hafızlık eğitimi alırdı.  

Üç yıl Kur'an eğitiminden sonra orta birinci sınıfa yazılarak akranlarımdan en az üç yaş büyük bir şekilde okudum. Ortaokul ve lise boyunca sınıf arkadaşlarımın yanında adım hep Ramazan Abi idi. Bazı arkadaşlar üç yıl hafızlık eğitiminden sonra ortaokulu dışarıdan bitirme sınavlarına girerek lise birinci sınıftan okula başladılar. Ama nereden bakılırsa bakılsın her sınıfta emsallerine göre vücudu biraz iri ve yetişkin olan varsa genellikle hafız olduğu anlaşılırdı. Hafızlığımızı da Türk Anadolu Vakfının sağladığı imkanlarla her yaz döneminde sağlamasını yaparak sürekli tekrarladık. Buradan bizlere hem barınma, hem iaşe konusunda tüm imkanlarını seferber eden ve her yıl hafızlık yapmamıza imkan veren TAV yetkililerine şükranlarımı sunmak istiyorum.

Hafızlık eğitimi zaman zaman sekteye uğrasa da geçmişten günümüze Türkiye'de hafız yetiştirme hususunda özel gayretlerin olduğu gözlemlenmektedir. Hatta birçok ailenin çocuğunu hafız yapma hayali var bu ülkede.

Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin en fazla darbe vurduğu müesseseler hafızlık eğitiminin de yapıldığı Kur'an Kurslarına olmuştur. Bu süreçte Kur'an öğrenmek isteyen veya hafızlık yapmak isteyen öğrencilerin sayısında anormal bir şekilde düşme olmuş, birçok Kur'an Kursu öğrenci yokluğundan kapanmak zorunda kalmış, görevlileri de imam-hatip olarak camilere görevlendirilmiştir. 15 yaşında ilköğretimi bitirdikten sonra hafız olmak için gelen öğrencilerin birçoğunun hafızlık yapabilecek kapasite ve yetenekte olmadığı da görülmüştür. Hafızlığa başlayan ya bitirememiş, ya normalinden fazla uzatmış, hafız olmuşsa da hafızlığı çok sağlam olmamıştır. Üstelik yaş ilerledikçe yapılan hafızlığın çok sağlam olmadığı da uzmanlarınca ifade edilmektedir.

Zorunlu eğitimin 4+4+4 şekline dönüşmesiyle birlikte birkaç yıldır hafız yetiştirme eğitimine Milli Eğitim de el atmaya başladı. Özellikle imam-hatip ortaokulları bünyesinde 'Hafızlık Proje Okulları' açılmaya başlandı. Birçok il Konya'da açılmış olan Hafız İHO'yu örnek almaktadır. Bu tip okullara seçilen öğrenciler yapılan sınavlarda emsallerini geride bırakarak kabul edilmiştir. Projenin uygulanışında müftülüklerden destek alınmaktadır. Öğrenciler resim, müzik, beden eğitimi ve bilişim teknolojileri dersleri dışındaki dersleri de almaktadır. Okulunu bitirinceye kadar da bir yıl okula gitmeyerek hafızlık yapmakta ve yılsonunda yapılan sınavla öğrenci sene kaybetmeden bir üst sınıfa geçebilmektedir. Öğrenci ara verdiği bir yılın dışındaki diğer yıllarda hem hafızlığını yapmakta hem de diğer derslere girmektedir. Genel hatlarıyla hafızlık eğitimi Milli Eğitime bağlı okullarda bu şekilde işlemektedir. Öyle zannediyorum daha mezunlarını vermedi. Projenin başarılı olması için yetkililer ellerinden gelen gayreti göstermektedir. Umarım sarf edilen emekler boşa gitmez. İyi bir proje olur.

Burada projenin bazı noktalarına işaret etmek istiyorum. 2016-2017 öğretim yılında İHO’larda okumakta olan öğrenciler arasında yapılan hafızlık yarışmasında jüri olarak görevlendirildim. Ki bu çocuklar bir yıl ara vermek ve diğer yıllarda da hem okul hem de hafızlıklarını yapmak suretiyle ‘Hafız İHO’larda olduğu gibi- hafız olmuş öğrencilerdir. Okullarından birinci olarak ilçe yarışmasına katılan öğrencilerin -belki de heyecandandır- ezberlerinin zayıf olduğunu gördüm. Çocuk ezberlemiş ezberlemesine. Ama bir türlü okuyamadı maalesef. Buradan şunu çıkarıyorum: Bir koltukta iki karpuz gitmez. Çocuk hem okul derslerini hem de diğer dersleri götürmekte zorlanır. Hafızlık öyle bir şeydir ki sürekli okuna okuna hıfzedilen ve bellekte yer edinen bir süreçtir. İkisini bir arada götüren mutlaka yeterince vakit ayıramayacağı için ya ikisini ya da birini ihmal edecektir. Bir de hafızlığın şu yönü var. Bir ezber baştan nasıl ezberlenmişse ilanihaye o şekilde gidiyor. İyice sağlamlaştırılmadan geçilen veya geçirilen sayfalar gevşek olmaktadır. Unutulması da daha kolay olmaktadır. Yine burada hafızlık yapmak için 6.veya 7.sınıfta örgün eğitimine ara veren öğrenci dönem sonunda tüm derslerden sınav yapılmak suretiyle sene kaybetmeden emsalleri ile yine okumaya devam etmektedir. Burada da öğrenci aleyhine bir durum söz konusu. Zira çocuklara telafi kursu verilmiş olsa da bu öğrencilerin matematik, fen, İngilizce vb dersleri görmeden bir üst sınıfa geçtikleri için 8.sınıfta girecekleri TEOG sınavlarında Bakanlığın belirlediği 6 dersten yeterince başarılı olamayabilir. Özellikle temel gerektiren derslerden iyi temel almadığı için bunun ceremesini öğrenci hem 8 hem de lise boyunca çekmek durumunda kalabilecektir. Yine hafızlık eğitimi alan öğrenciler daha fazla Kur’an eğitimi almaları için resim, müzik, beden ve bilişim derslerinden mahrum kalmaktadır. Özellikle beden eğitimi ve bilişim dersleri öğrencileri rahatlatan derslerdir. Belki dışarıdan yaptırılan etkinliklerle telafi yoluna gidilebilir ama özellikle beden eğitimi dersi öğrencilerin göz bebeğidir, olmazsa olmazıdır.

Şu anda 18 okulda uygulanan bu hafizlık projesinin başarılı olmasını temenni ediyorum. Birçok projemiz gibi ölü doğmasın istiyorum. Sene kaybetmeden yapılan hafızlığın belki belgesi olur ama ezberin akılda tutulması zor olabilir. Ki hafızlık sürekli tekrar etmeyi ve onunla hemhal olmayı gerektirir. İnşallah projede çocuklarımız  hem hafızlığıyla hem de akademik başarısıyla göz doldurur, hafızlık müessesesi de bu şekilde devam eder. 28/07/2017

Gece yatamadın mı kardeş?

Millet uyuyor, sen ayaktasın. Anladım sen gece uyuyamıyorsun. Bu hastalığın adını bilmiyorum ama olsa olsa uykusuzluk sendromudur. Senin adına üzülüyorum be kardeş! Bu tutulduğun hastalığın maalesef tedavisi yok. Bu hastalık etrafına sirayet etmez etmeye ama işin garibi başkasını rahatsız etmede üstüne yoktur. Kendin uyumadın, uyuyanı da rahatsız edersin. Zira belli ki sen bu dünyada birilerini rahatsız etmek için yaşıyorsun. Aslında suç senin değil, seninle aynı whatsapp grubunda yer alanda. Ne edersin ki bunda senin suçun yok. Seninle beni aynı okula kazanmamıza sebep olan ÖSYM'indir suç. Ayrıca seni ve beni yani aynı dönem mezun olanları bir araya getirmek amacıyla whatsapp grubuna dahil edende suçun bir kısmı da. Biraz da bende var suç tabi. Kerametim yok ki senin gibi bir tehlikeden habersiz aynı okulu yazmış bulundum.

Senin ve senin gibi birkaç kişinin böyle bir halt yiyeceğini bildiğim için grup ilk kurulduğunda bazı hassasiyetleri yazarak göndermiştim, riayet edilsin diye. Orada nezaket kurallarından da bahsetmiştim. Grupta ikili sohbet ortamının olmaması, sabah 09.00, akşam 21.00'den sonra yazışmanın yapılmaması gibi. Ama bunları okuyacak ve uygulayacak adam lazım. Bu yaşına kadar bu sana hiç sirayet etmemişse bundan sonra da yapılacak bir şey yoktur. Bu; senin suçun değil, sana bulaşmayan adamlığın suçu bir defa. Üniversitede öğretim görevlisi olsan ne yazar! Başka bir yerde kariyer yapsan ne yazar! Yarım asrı devirdiğin bu dünyada eğer nezaket, edep nedir öğrenemediysen ne bu dünyanın sana, ne de senin bu dünyaya verebileceğin bir şey vardır. Ölmeni beklesek senin gibi gailesizler kolay kolay ölmezler de. Yine senin gibiler çok ocaklar söndürür, çok kimsenin salına yapışırsınız, avareliği bırakıp da cenazeye giderseniz.

Boş, avaresin gayri, belli. Gece uyumayıp gündüzü uykuyla geçiriyorsun. Aile düzenin de yok anlaşılan. Eşin ve çocukların Allah’ın istirahat diye yarattığı gece uyusun, sen rızkınızı temin edesiniz dediği gündüzü uyuyarak geçiriyorsun. Haydi uyumadın, uykun yok. Gecenin 01.00’inde sonra mevcut ömrün kadar kişinin bulunduğu gruptan birine ‘merhaba’ diye yazıyorsun. O da gecenin 02.00’ine doğru ‘merhaba’ diyor. Sonra da bir yazışma yok. Ya özele geçtiniz –ki hiç ihtimal vermiyorum- zira sen de “başkasını rahatsız etmeyeyim, millet uyumuştur” feraseti yok. Buna kalıbımı basarım. Arkası gelmediğine göre başka da söyleyecek bir şeyin yok anlaşılan. Hiç merak ettin mi ‘merhaba’ ne demek diye? Bilmiyorsan söyleyeyim: “Benden size zarar gelmez, içiniz rahat olsun, ben güvenilir birisiyim, rahatınıza bakın” demektir. Gecenin ilerleyen vaktinde senin merhaba kelimesinin anlamına ters bir şekilde yaptığına herze denir. Demek ki birçoğumuzun anlamını bilmeden konuştuğu gibi konuşuyorsun kelimelerle.

A benim dostum! Millet mışıl mışıl uyuyor. Uyuyamadıysan tam gece vakti zamanındasın. Kalk namaz kıl. Olmadı, yazdığın merhabanın anlamına bak sözlükten. Ya da kitap oku. Veya bir meşgale bul. Bu devirde millet çalar saat kullanmıyor, ölümlü dünya, ne olur, ne olmaz diyerek telefonunu kapatmıyor, senin gibi densizin olabileceğini hesaba katmadan grubu sessize almamış olabilir. Yukarıda söylemiştim, bunları düşünecek kapasiten yok. Bari devlete başvur, “Ben uyuyamıyorum, beni oyalayacak, geceleyin benimle ulu orta yazışacak, eli boş bir adam görevlendir” de. Devletimiz sosyal devlettir. Senin gibi hastalara da mutlaka bir çözüm bulur. Aslında senin yerin tımarhane diyeceğim ama delilere hakaret olur. Çünkü onlar whatsapp falan kullanmazlar, kullansalar da senin gibi gece gece laf olsun diye gruptan yazışmaz. Yanındaki arkadaşlarıyla beraber oynar dururlar.

Şimdi senin gibi densiz merhaba dedi ya. Ben de acaba bu densiz bunun arkasından ne söyleyecek diye düşünmeye başladım. Ama arkası gelmedi. Senin bu durumun şu kadının durumuna benzer: Adamın dairesinin üstünde gazino, pavyon, bar ne ise oralarda çalışan kötü yollu bir kadın kalıyormuş. Kadın gecenin ilerleyen saatinde geliyormuş evine. Her gelişinde de yatağına yatarken ayağındaki terlikleri ‘pat’ diye çıkarışına alttaki komşusu uyanıyormuş. Önce bir pat, üç-beş dakika sonra ikinci pat... Bir böyle, iki böyle. Komşusu bu rahatsızlığını dile getirmiş kadına. “Yatağa yatarken ayağınızdan çıkardığınız terlikler beni uyandırıyor, Terlikleri elinizle çıkarsanız olmaz mı?” Kadın, olur demiş. Kadın komşusunu rahatsız etmemek için elinden gelen çabayı göstermiş. Bir gün unutarak eski alışkanlığı nüksetmiş. Bir ayağındaki terliği ‘pat’ sesiyle bırakır bırakmaz  komşusu aklına gelir. Kadın ‘eyvah’ ne yaptım diyerek diğer terliğini eliyle sessizce çıkarıp koymuş ve mışıl mışıl uyumuş. Aşağıdaki komşu ise ilk terlikten sonra uyanmış, “Haydi diğerini de çıkar, haydi diğerini de çıkar artık” diye kendi kendine mırıldanıp/homurdanıp sabahlamış.

Sahi kardeş! Merhabadan sonra ne diyecektin? Haydi söyle artık, bak! Sabah oldu olacak, beklemekten/uykusuzluktan gözlerim  kan çanağına döndü. 

Ne edersin! Demek ki senin de mutluluğun bu: Baş belalığı. 28/07/2017

Bu Nasıl ‘Had Bildirme’ Böyle? **

Garibimin üzerine anayasa kitapçığı fırlatıldı, partisinden bir grubun ihanetine uğradı, partisi bölündü, hasta diye hastaneye yatırıldı, ülke onun zamanında en büyük ekonomik krizlerden birini gördü, iflas etmiş ekonomiyi düzeltmesi için dışarıdan ekonomi bakanı ithal etti. Yılmadı hasta haliyle mitinglere katıldı. Türkiye asansörlü seçim otobüsleriyle onun sayesinde tanıştı.

Tüm bunlar yetmediği gibi bir de başbakanlığını yaptığı Cumhuriyet hükümeti zamanında başörtülü biri türbanıyla Meclise girip yemin etmeye kalktı. Acı ve ihanetlerin her türlüsünü görmüş biri olarak devlete bir başkaldırı olan bu durum onu can evinden vurdu. Ama yıkılmadı. Hemen o yaşında, hasta haliyle yerinden fırladığı gibi kendisini kürsüde buldu. Elini masaya vurarak "Burası devlete meydan okunacak yer değildir...Bu kadına haddini bildirin" diyerek rejimin bekçisi olduğunu gösterdi. Ardından adına seçilmiş ve milletin vekili denen atanmış güruh ellerini masalara vurarak, slogan atarak, protesto ederek Meclise ne şekilde ve nasıl geleceğini bilmeyen kadına haddini bildirmişlerdi.

Zamanın sabık başbakanın önderliğinde Cumhuriyet'e, laikliğe, kılık-kıyafet yönetmeliğine, Meclisin geleneklerine, teamüllerine aykırı bir şekilde hareket eden bu provokatöre haddi bildirilerek rejim, Cumhuriyet ve laiklik kurtarılmıştı. Önemli olan da bu idi. Ekonomi çökmüş, kaç tane banka batmış, döviz fırlamış, enflasyon çift haneli olmuş, iflas edenler daktilo fırlatmış, gecelik faizler dudak uçuklatır seviyeye çıkmış, hiç önemi yoktu rejimin bekçileri için.

Sonunda kendilerini rejimin bekçisi kabul edenler kazandı ve rejime başkaldıran kadın Meclisten atıldı, vekilliği düşürüldü ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Kadın, anasından doğduğuna doğacağına ve  vekil olduğuna pişman oldu. Bir daha da vekil olmaya cesaret edemedi.

Durum bu iken duydum ki kadın, Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmek üzere Malezya'ya büyükelçi olarak görevlendirilmiş. Hem de başörtülü bir şekilde. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu böyle! 'Had bildirme' böyle mi olur? Buna, adamın kemiklerini sızlatma denir. İyi ki daha önce öldü. Yoksa kalpten giderdi doğrusu. Öbür dünyadan gelme imkanı olsa kalkar gelir, kaldığı yerden tek başına mücadelesini verirdi. Sonra nerede kaldı devletteki süreklilik? Ah Türkiye’m nereye gidiyorsun böyle? Birileri geçmişte kelle koltukta bunun mücadelesini versin, ardından gelenler bu işi bir adım öteye götürüp başörtüsünü kamusal alanın dışında da yasaklayacağı yerde adamlar devlete meydana okuyan birini devleti temsil makamı olan bir makamla ödüllendirsinler.

Adam kime güvensin? Umduğu dağlara karlar yağdı maalesef. Öldükten sonra kendisine şefaatçi olacak olan adam hain çıktı, başı dertte. Ülkeyi bıraktığı adamlar ise düşmanının zihniyetine iadeyi itibar yaptı. Olacak şey değil hani.

Hiç utanmıyorsanız bari adamı mezarında rahat bırakın. 28/07/2017

** 29/07/2017 günü kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.


27 Temmuz 2017 Perşembe

Kurum Kartı

Kurum kartım geldi. Dün verildi elime, cüzdanımın arasına koydum. Ne işe yarar, ne yapılır bilmem. Yine de merak ettim bu cebimdeki altın rengine benzeyen kimliği.

Bu kimlik bana verilir de ben bunu yazı konusu edip paylaşmam mı? Sonra cebimde kim görecek? Çatlarım yoksa!

Kurum kartını aldıktan sonra nasıl alınır, ne şekilde alınır bilmem ama inşallah 'Sarı Basın Kartı'nı da almaya sıra gelir.

Sarı basın kartı 5953 Sayılı Basın İş Kanununa göre veriliyormuş. Bu, bağlı ve sorumlu olduğum 657,1739, 5018 vb Kanunların yanında 5953 Sayılı Kanuna da tabi olacağım demektir, şayet aldığım takdirde. Bir yığın avantajı da varmış. Hem kendim hem de meraklıları için değinmek istiyorum burada. (Parantez içi yazılar kendi değerlendirmem)

BASIN KARTININ AVANTAJLARI NELERDİR? (www.karar.com’dan alıntı)
Basın Kartı sahibi olmak bir hayli zor olsa da, bu hakkın kazanılması ardından bazı avantajlara sahip olabilmektedir. Bu avantajları şu şekilde sıralayabiliriz.
Devlet tarafından tanınmış resmi bir gazeteci olmak. (Suç işlersem -ki kuvvetle muhtemeldir-  “Basın özgürlüğüne darbe vuruldu” diyeceğim savunmamda.)
Devlet protokolü ile ilgili haberleri takip edebilme. (Tam benim işim)
Uluslararası haberleri takip edebilme özgürlüğü. (Öncelikle yol-yordam, dil bilmek lazım
Sürekli basın kartı alabilme hakkı. (Oldu olacak bu da olsun, nasıl olacaksa)
Belediye, köy,özel idare vb kuruluşların ulaşım hizmetlerinden bedelsiz faydalanabilme. (65 yaşını doldurmuş olanlar gibi olacağım, in-bin benim işim.)
Kamuya ait müze, stadyum, galeri ve sergilere bedelsiz girebilme. (Bir bedavacı geldi diyecekler görevliler)
Kanunca veya idarece gizliliği şartı konulmayan toplantılara dahil olabilme hakkı. (Her an bulunduğunuz yerde sizi izlemek için bu kamber gelebilir.)
Resmi törenlerde mesleki kolaylılık sağlayan avantajlara sahip olmak. (Ordu Belediye Başkanı beni festivale almasında göreyim.)
Kartın ibrazı durumunda PTT Genel Müdürlüğü işlemlerinde kolaylık. (Evden taşınırsam eşyayı PTT’ye ihale ederim herhalde)
Kartın ibrazı durumunda TCDD hizmetlerinden indirimli faydalanabilmek. (Hızlı trenlerle yolculuk pek de hoş olur)
Emniyet Genel Müdürlüğü’nce düzenlenecek basın trafik kartına sahip olabilme. Bu trafik kartı vasıtasıyla bazı geçiş üstünlüklerine ve park etme ve duraklama ayrıcalıklarına sahip olmak. (Öncelikle adam gibi park etmeyi öğrenmem lazım.)
Silah ruhsatı alımında sağlanacak kolaylıklardan faydalanmak. (Silah talimi gerek bu iş için)
5510 sayılı kanun gereğince hizmet süresi zammından faydalanmak. ( Zamdan geçtim, tesellisi bile yok)
Hizmet damgalı pasaport uygulamasından faydalanmak. (Zor! Daha bir pasaportum bile yok)
BYEGM’nin son çalışmaları ardından ise bazı özel kuruluşlarda da basın kartı indirimleri hakkı elde edilmiştir. (Bu özel kuruluşlar fiyatı yüksek gösterip indirimle normal satış yapmasın.)
27/07/2017


Müfredat değişikliği üzerine *

Son günlerde yeni müfredat taslağı üzerine  tartışmalar eksik değil. Bu da doğaldır. Çünkü bu kadar birbirine yabancı, birbirini düşman gören, değerlerini bilmeyen insanlarla aynı ülkede yaşıyoruz. Kimi Atatürkçülük konularının azaltıldığını, hatta kaldırıldığını, yerine cihat konusunun girdiğini, kimi müfredatın çok iyi olduğunu, kimi yeterli değil ama müspet değişikliklerin olduğunu ifade etmektedir.

Gördüğüm kadarıyla her kesim kendi çerçevesinden bakıyor değişikliğe. Yani ideolojik yaklaşıyor. Halbuki müfredat gibi önemli değişikliklere pedagojik bakmamızda fayda vardır. Hangi konunun hangi sınıf seviyesinde anlatılmasıyla ilgili tartışmaların olmasını isterdim. Ki az da olsa “Şu konu 7.sınıflara alınmış çocukların seviyelerinin üstünde olur, daha anlayamazlar” şeklinde işin mutfağında olanlar kendi aralarında tartışıyor. Müfredatta birlik sağlanır mı? Mümkün değil. Burada mevzubahis olan Türkiye’dir. Biz aynı kazana atılsak kaynamayan insanlarla aynı havayı teneffüs ediyoruz bu ülkede.

Müfredatta şu konu olmamalı şeklindeki tartışma bir defa yanlış. Niçin müfredatta olmasın. Üzerine tartışmaların yapıldığı konu, cihat konusu. Cihat olmamalı deniyor. Tabii adamların kafasında cihat algısı öyle zannediyorum kelle koparmak anlamına geliyor olmalı ki var gücüyle kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar. Burada cihat kelimesine takılı kalmaktan ziyade cihadın ne şekilde anlatıldığı, işlendiğiyle ilgili içerik üzerinde bir tartışma yapılsa anlarım.

Dinin umdelerinden olan cihat sonra niçin müfredatta yer almasın. Ön yargısız bir şekilde müfredatı inceleyen kimse başta cihat olmak üzere toplumumuzda tartışma konusu olan her konunun sınıf seviyesine göre okullarımızda yer almalı gerektiğini bilir. Akıl da bunu gerektirir. Cihat konusunu müfredata almayarak yok mu kabul edeceğiz? Ya da yok mu oluyor? Biz ayıptır, günahtır, tartışmalıdır, netamelidir vb niyetlerle okul müfredatlarına almadığımız her konu toplumumuzda konuşuluyor. Okullarda öğretilmeyen bu gibi şeyler ehil veya değil başkalarından özellikle merdiven altında öğretiliyor. Sorarım size hangisi daha tehlikeli? Bir konunun okullarda öğretilmesi mi, yoksa aynı konunun merdiven altında öğretilmesi mi daha tehlikeli?

İşin mutfağında olanlar bilir. Müfredatta olmasa bile öğrenci merak ettiği, öğrenmek istediği (cihat, huri, kıyametin alametleri, cin, peri vb) konuları derste bir yolunu bulup öğretmenine soruyor. Konular müfredatta olmadığı için öğretmen kendi bildiği kadarıyla cevaplandırmaktadır. Halbuki müfredatta yeterince yer verilmiş olsa öğretmen kitabi bilgi vermiş olacaktır. Mesela ‘Ahirete iman’ ünitesinde kıyamet sahnesine yer verilmiş. Burada öğrenci parmağını kaldırarak kıyametin alametlerini sormaya başlıyor. Halbuki müfredatta kıyametin alametleri diye bir bölüm yoktur. Var mı-yok mu tartışmasında değilim. Ama ahirete iman ünitesinde mutlaka kıyametin alametleri vardır; şunlardır, veya yoktur; şundan dolayı gibi açıklamalara yer verilmelidir. Bizim müfredatta yer vermediğimiz kıyametin alametleri konusu halk arasında, yazılı ve görsel medyada veya sosyal medyada uzun uzadıya yer bulabilmektedir. Öğrenci dışarıdan öğrendiği bilgileri teyit veya öğretmenini test için gelip soruyor. Çocuğun dışarıdan öğrendiği bu bilgiyi(algıyı) bu güne kadar değiştirebilen öğretmen yoktur. Varsa da elini öperim. Hatta okullarda,  toplumda yanlış bilinen konuların mutlaka müfredatımıza girmesinde fayda vardır. Öğrenci kimi seçerse seçsin ama mutlaka okulda öğrensin bir bilginin ne olduğunu.

Hayatın içinde var olan bir konunun mutlaka müfredatımızda yeri olmalıdır. Okulları hayattan kopuk yetiştirmemek lazım. Okullarda vermekten esirgediğimiz bilgileri çocuk dışarıdan duyunca doğru kabul etmeye başlıyor. Ondan sonra uğraş uğraşabilirsen. Ama nafile! Müfredatı tartışacaksak adam gibi tartışalım. Sadece karşı çıkmış olmak için konuşmuş-yazmış olmayalım! 27/07/2017

* 29/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Sözleşmeli öğretmenlik uygulamasında kimlerin payı yok ki! *

Milli Eğitim Bakanlığı Doğu ve Güneydoğu bölgeleri başta olmak üzere cazibe merkezi olmayan yerlerin öğretmen ihtiyacını gidermek amacıyla bildiğiniz gibi 'Sözleşmeli öğretmenlik' modelini uygulamaya koydu.

Mevzuatı takip etmiyorum ama bildiğim kadarıyla sözleşmeli öğretmenlik statüsünde göreve başlayan çiçeği burnundaki öğretmenlerimiz ilk göreve başlayacağı yerde 4+2 yıl çalışmak zorundalar. Bunun adı gittiğin yerde çakılı kalma demektir. Yani öğretmen gittiği yerde dört yıl sözleşmeli çalıştıktan sonra iki yıl daha çalıştığı yerde görev yapmak üzere kadroya alınacak. Altı yılını dolduran öğretmenimiz diğer yerlere tayin isteyebilecek.

Yıllardır öğretmen ataması ve nakli ile uğraşmaktan diğer işlerine fazla zaman ayıramayan MEB, zorunlu olarak çakılı kadroyu icat etti. Bu, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi bir şey. Ne kadar çalışırlar, işi ne kadar götürürler, dört yıllık adaylık dönemi sonucunda öğretmenliğe adım atarlar mı, evlenirler mi, evlenme yolunu seçerler mi, evlenme kriterlerini bir tarafa bırakıp aile olmaya adım atarlar mı bilinmez. Çünkü hepsi bir muammadır şu durumda. Sözlüdür, mülakattır, atandım, atanacağım derken öbür dünyaya gidip gelen bu statüye göre atanan günümüz öğretmenlerine Allah yardım etsin. Mülakat için çağırılmayı hak eden ve mülakatta elenen veya aldığı mülakat puanıyla atanamayan ve umudunu önümüzdeki seneye taşıyan ve keşke ben de atansaydım üzüntüsünü çeken ve yeniden sil-baştan KPSS- mülakat ortamına kendini hazırlamaya çalışan umutsuz vaka öğretmen adaylarının da Allah yardımcısı olsun. Mevla’m bahtlarını açık etsin.

Öğretmen ihtiyacı yokken bir milyona yakın öğretmeni mezun edip piyasaya süren ve umutsuz vaka olarak emsallerine göre atanabilmek için hop oturup hop kalkan, otuzuna merdiven dayamış bu çocukların düştüğü pozisyondan bizim hiç mi payımız yok? Hangi yılda, ne kadar öğretmene ihtiyacı olduğunu planlamayan MEB'in, bir fabrikanın seri üretimi gibi öğretmen adayı mezun eden üniversitelerin, birinci ve ikinci öğretime izin veren YÖK'ün, ihtiyaç yokken ikinci öğretimleri devam ettiren üniversite yetkililerinin, buralardan üç kuruş ek ders daha fazla alırız hesabı yapan öğretim görevlilerinin hiç mi payı yok? Müteselsilen hepsi sorumludur.

Atanan sözleşmeli öğretmenlerin görev yerinin çakılı olmasında KPSS puanıyla atanıp atandığının ilk yılında bir yolunu bulup memleketine veya istediği bir ile değişik özür nedenlerine dayalı olarak kapağı atanların hiç mi suçu yok? Aynı durumda olan çoğu kimse  -ki acizane 13 yıl sonra gelebildim- bu yolları denedi ve geldi. Bu durumda olan kimseleri eleştirecek, mazeret önemliydi, değildi derdinde değilim. Özürden geldiğimiz ilde bize ihtiyaç var mı yok mu, norm durumu nasıl? Çoğu zaman delindi bunlar. İhtiyaç olmayan yerde  daha fazla öğretmen oluşurken boşalttığımız yerlere devlet yeniden atama yaptı. Ama devletin imkan verdiği ve bizim de bu yolları otoban gibi kullanmamızın ceremesini maalesef şimdiki nesil çekecek. Ömer DİNÇER, özür durumunu ve MEB’in diğer sorunlarını çözmek için 652 Sayılı KHK’yi çıkarttı. Aklımda kaldığı kadarıyla Kanunda, “Özür atamalarının yılda bir kez yaz döneminde yapılacağı, özür atamalarında eşin olduğu yerde ihtiyaç yoksa eşini bulunduğu yere tayininin yapılabileceği, bu olmadığı takdirde eşlerin bir başka ihtiyaç olan yerde buluşturulacağı, kendisine ihtiyaç olmadığı halde eşinin yanına tayin isteyenin valilik emrine atanıp ücretsiz izne ayrılabileceği” belirtilmişti. Hatta Kanunu savunmak için “Hangi biriniz şubat döneminde çocuğunuzun gözyaşları içerisinde öğretmenini kaybetmesine razı olacağını ve kendisinin atama dönemi olmayan şubat döneminde özürden boşalan yerleri nasıl dolduracağını” ifade etmişti ekranlarda. Bakanın tespit-teşhis ve tedavisi doğru idi, ama topa tutuldu, tu kaka yapıldı ve “Şubatta özür ataması yapmayacağım” diye direnmesini koltuğundan olarak ödedi. O zamanlar bir yıla tahammül etmeyen bizler şimdi altı yıla tahammül etmek durumunda kalacağız, daha doğrusu çocuklarımız.

Başımıza ne gelirse kendi yapıp ettiklerimizden desek herhalde yanlış olmaz. Burada bizden öncekilerin hoyratça kullandığı kredinin borcunu faiziyle yeni öğretmenlerimiz ödeyecek. Ne diyelim, hayırlı olsun. Bizim içimiz rahatsa problem yok. 27/07/2017

* 2/08/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir piknik anısı: "Namazı sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?"

"Tespihsiz namaz olmaz"

Dün akşam bir dostumla beraber serinde çay içelim, muhabbet edelim diye Karatay Olimpiyat Parkına gittik. Akşam namazını kılmak için mescide girdik. Mescitte ayakta duran iki çocuk vardı sağına ve soluna bakan.
“Farzı kıldın mı?” dedim.
“Hayır” dedi.
“Cemaat olalım mı” dedim.
“Olur” dedi.
“Geç o zaman ardıma” dedim.
Tam ben öne geçerken “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi?” dedi.
“Kaç yaşındasın? dedim.
“15 yaşındayım” dedi.
“İyi geç o zaman” dedim, kamet getirmeye başladım.

Çocuk geçti önümüze güzelce bir namaz kıldırdı. Akşam namazlarının vazgeçilmez süreleri olan Kevser ve İhlas ile. “Sen mi kıldırırsın, yoksa ben mi” öz güvenine sahip çocuğun namaz esnasında sesini, mahrecini duyunca  ve kendinden emin bir şekilde ne yaptığını bilen tavrı tanımadığım bu çocuğa olan takdirimi iyice artırdı.
Namazımızı bitirdik, müezzin olarak tespihin başındaki duaları okudum, amin pozisyonuna geldik. Ben ve dostum ellerimizi açıp duamızı yaptık. Fakat küçük imamımız bir türlü ellerini duaya kaldırmadı, iki dizinin üstüne paralel bir şekilde ellerini uzattı durdu. Bir anormallik var ama nerede bakalım derken ‘Lillahi Teale’l Fatiha” diyerek salavat ve Fatihamı okudum. Çocuk Ayet’el Kürsi okunduktan sonra tespih öncesi imamlarımızın kafasını sağa ve sola çevirdiği gibi dizlerine doğru üfledi, bu esnada ben ellerimi yüzüme sürerek duamı bitirdim. “Haydi” dercesine yüzüme baktı çocuk.
“Tespih” dedi.
“Bugün de çekmeyelim, olmaz mı, duamızı yaptık” dedim.
“Olur mu? Tespihsiz namaz olmaz ki!” dedi bana.
“Kim dedi sana bunu” dedim.
“Babam dedi, namaz olmaz böyle” dedi.
“Baban kim senin” dedim.
“Babam hoca benim, biz Almanya’dan geldik. Babam iyi bilir” dedi.
“Nerede baban?” dedim.
“Daha dışarıda” dedi.

Bu esnada ayağa kalktık ve geriye döndüm, babası kapıdan görünüyordu. Babasına daha kimsin, necisin, tanışalım demeden “Almanya Hamburg’ta hoca olduğunu, 30 tane talebesinin olduğunu, cami cemaatinin Kur’an okumayı bilmediğini, kendisinin orada nasıl talebe yetiştirdiğini, iki haftalığına Konya’ya geldiklerini, bize FETÖ gibi bakanlara ‘Biz onlar gibi değiliz’ dediğini yeni nesli iyi yetiştirmek için elinden geleni yaptığını, kendi çocuğu gibi çocukların sayısını artacağını” ayaküstü birkaç dakikada anlattı durdu. Çaya davet ettim, teşekkür ederek ayrıldı yanımızdan.

Namaz kıldırmadaki çocuğun teşebbüsüne hayran kaldığımı tekrar ifade etmek isterim. Ama yine kendinden emin bir şekilde “Tespihsiz namaz olmaz” fetvası garibime gitmedi değil. Ayaküstü bizi tanımadan, hırlı mı hırsız mı olduğumuzu test etmeden babasının kırk yıllık dost gibi bize kendisini anlatmaya başladığını görünce inan üzüldüm kendi kendime.

Be mübarek! Bana kendini ve yaptıklarını anlatmadan keşke önce tanışma yoluna gitseydik, daha şık olurdu. Üstelik makine gibi ardı arkasına konuşup “Bir de sizi tanıyalım” demedi. Haydi bundan da geçtim, küçücük çocuğunun kafasını “Tespihsiz namaz olmaz” diyerek yanlış bilgiyle doldurmanın ne anlamı var? Bu gelecek vadeden çocuk bu zihniyetle büyürse sonu ne olur? Kendi doğru bildiğin yanlışını kendi çocuğuna niçin enjekte ediyorsun? İnsan kendi çocuğuna bu şekil kötülük yapar mı? Tespih çekmenin önemini göstermek için böyle yola niçin başvurursun? Geçmişte insanları ibadete yönlendirelim diye iyi niyetle hadis uyduranların ceremesini asırlar geçti hala çekiyoruz ümmet olarak.

Hiç unutmam, ortaokula yeni başladığım zaman bir hocama “Peygamberimiz tespih çeker miydi?” diye sorduğumda bugünkü anlamda çekmemişti, dedi. O zaman tespihi bidat olarak görebilir miyiz diye sorduğumda hocamız tespih çekmeyi bana şöyle açıklamıştı. “Bid’at olmaya bid’at. Fakat tespih çekmeyi şöyle görmek lazım: Bir adam düşünün ki bir yerde çalışmak için bir yıllığına anlaşmış, adam yıl boyunca çalışıp çabalamış. Sene sonu ayrılma zamanı geldiğinde patronundan alması gereken parayı almadan çekip gidiyor. Tespih çekip dua etmeden camiden çıkanın durumu da buna benzer” demişti. Bu açıklamaya katılır veya katılmazsınız ama bana küçükken yapılan bu izah mantıklı gelmişti.

Sen gel de lise çağına gelmiş bu çocuğu eğit eğitebilirsen. Çocuğun akıl hocası babası, babasının akıl hocası ise cemaati. Kafası bu şekilde doldurulan bir çocuğa hiçbir eğitimci doğruyu gösteremez. Kimse doğruyu anlatmıyorsunuz diye eğitimcilere kızmasın.

Hasılı, çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştirmeye çalışalım ama kendi yanlışlarımızla onların kafasını doldurmayalım! Zira bu şekilde yetiştirilen bu gelecek vadeden çocuk -söyleyecek kelime bulamıyorum ama- olsa olsa bağnaz bir kimse olur.  26/07/2017