25 Temmuz 2017 Salı

Rotasyon denince niçin ilk akla öğretmenler gelir? -1

Türkiye'de çalışan bazı kamu çalışanları için sistematik veya şartların getirdiği zorunluluktan dolayı adına rotasyon, zorunlu yer değiştirme, zorunlu hizmet, Doğu görevi, Şark görevi, mecburi hizmet dedikleri yükümlülükler uygulanır. Böyle bir zorunluluk olmazsa cazibe merkezi olmayan yerlerde çalışan kalmaz. Devlet bir nevi buna mecbur kalmıştır. Bildiğim kadarıyla zorunlu hizmet doktor, polis, subay, öğretmenler ve bazı üst düzey kamu çalışanlarına uygulanmaktadır.
Kamu çalışanlarının rotasyona tabi tutulmasında öncelikli  amaç, tercih edilmeyen yerlerin çalışan ihtiyacını karşılamak olmalı. Açıkça belirtilmese de aynı yerinde uzun süre çalışan bir kimsenin araziye uyup işini aksatacağı, heyecanını kaybedeceği, kendisini yenileyemeyeceği, çalıştığı yerde bazı kimselere torpil vb öncelik verebileceği gibi nedenler de düşünülmüş olabilir. Devlet nerede bir aksama varsa tedbir almakla yükümlüdür. Kamuda çalışacak olanlar da ülkenin her bir toprak parçasında çalışabileceğini hesaba katarak görev talebinde bulunmaktadır. Zaten kamuda çalışmayı göze alanlar göreve başlamadan önce Türkiye’nin her bir yerinde çalışabilir raporu almakla yükümlüdür.

Asker ve poliste titizlikle uygulanan bu rotasyon nedense diğer alanlarda çok işlememektedir. Başlangıçta “Türk Bayrağının dalgalandığı her yerde çalışırım, bu benim için şereftir” diye göreve başlayanların çoğu zorunlu hizmetten kurtulmak için her yolu denediği görülmüştür.  Kimi zorunlu hizmete tabi olmayan eş bulmuştur, kimi formalite evlilik yapmıştır, kimi eşini sigortalı göstermiştir, kimi birlikte yaşamaya devam etse de resmi olarak eşinden ayrılma yolunu seçmiştir, kimi bakan atamasıyla çalıştığı yerden kurtulma yoluna gitmiş; kimi “Bulunduğu mahalde çalışması uygun değildir” raporu alarak tayin isteyebilmiş, kimi yüksek lisans yapma, kimi anne veya babasının bakıma muhtaç olduğunu belgelendirme yoluna gitmiş, kimi sağlık vb nedenlerle zorunlu hizmetten muaf olma yoluna gitmiştir. Devletin mazeret olarak gördüğü ne kadar madde varsa  zorunlu hizmetten kurtulmayı düşünenler bir maddeye kendini uydurarak gemisini kurtaran kaptan olmuşlardır. Öyle kimseler var ki gittiği zorunlu hizmette bir yıl durmadan eş durumundan Batı’ya nakil gitmiştir. Doğu ve Güneydoğu’da sürekli personel açığı olurken diğer alanlarda personel fazlalığı söz konusu olmuştur hep. Polis ve askerin dışında diğer alanlarda zorunlu hizmet yapan kimselerden hiçbir mazeret öne sürmeyenler veya süremeyenler mecburi hizmetini yapmaya devam etmişlerdir.

Gerçek mazereti olmayanların zorunlu hizmetten kurtulmak için başvurdukları yöntemden kurtulmak için devlet öğretmenlerde sözleşmeli öğretmenlik modeline geçti. Atanan kişi çalıştığı yerde dört yıl çalıştıktan sonra başarılı bulunursa öğretmenliğe geçip iki yıl  daha bulunduğu yerde çalışacak, sonra tayin isteyebilecek. Devletin zorunluluktan yaptığı bu son tasarruf çözüm olmaya çözüm. Fakat 6 yıl bir yerde çakılı kalacak olan bu bekar öğretmenleri de düşünmek gerek. 25 yaşında zorunlu hizmet yapmak için atanan bir öğretmen otuz küsur yaşına kadar ya evlenmeyecek, ya da çalıştığı yerde bulduğu biri ile evlenme yoluna gidecek. Bu durum nereden bakarsanız bakın içinden çıkılmaz vahim bir durum.


Devletin çalışanına kolaylık olsun diye koyduğu tayin hakları geçmişte çalışanlar tarafından hoyratça kullanıldığı için onların ceremesini maalesef yeni atanan çocuklar çekeceklerdir. Gitse bir türlü, gitmese bir türlü. Eli mahkum maalesef. Başımıza gelenler ise kendi yapıp ettiklerimizdendir. Bu da birilerinin ceremesini sonrakiler çekmek şeklinde yürüyecek şimdilik.

İlmin yarısı 'bilmiyorum' ise diğer yarısı nedir?

Öğretmenliğimin üçüncü yılında zorunlu hizmet için Güneydoğunun bir iline gittiğimde o okulda çalışmakta olan tecrübeli bir hocamız: "Hocam! Meslekte yenisin, mesleki tecrübem olarak söyleyeyim. Öğrenci sana bir soru sorduğunda sakın ola ki 'bilmiyorum' deme. Doğru yanlış fark etmez herhangi bir cevap ver" dediğinde hayretime gitti: "Olur mu hocam, bilmediğim bir soru olursa bilmiyorum der, gider araştırır, doğrusu ne ise hem kendim öğrenmiş olurum, hem de öğrencileri bilgilendiririm" dedim. Bana, "Kendin bilirsin, ama öğrenci nezdinde itibarın sarsılır ve bir değerin kalmaz" demişti. Meslek ve yaşça benden büyük olan bu hocamızın tecrübesini hiç uygulamadım ama dediğini de hiç unutmadım.

Televizyonda din adına dini bilen ve bildiğini iddia edenlerin kısır tartışmalarını görünce nedense 94 yılında başımdan geçen bu anekdot aklıma geldi. Birbirini ithamlar, birbirinin sözünü kesmeler, birbirine mağlup edilmesi gereken düşman gibi görmeler, birbirine belden aşağı vurmalar...Bu işi yapanlar aynı dinin mensupları maalesef. (Ben burada dini konuyu konuşan muhataplardan bahsediyorum ama diğer alanlarda yapılan tartışmaların çoğu da bundan farksız.) Nedense programın başındaki doğrunun ortaya çıkması temennileri havada kaldı. Onları izlerken "İlmin yarısı 'bilmiyorum' demektir, sözü geldi aklıma. Yarısı bilmiyorum ise ilmin diğer yarısı nedir diye düşünmeye başladım. Sağ olsunlar ekranda dört saat boyunca izlediğim hocalarımın bana en büyük katkısı ilmin diğer yarısının ne olduğunu bulmama yardımcı oldu. Hemen kendi kendime, 'İlmin diğer yarısı da edeptir,' dedim. Programın bir diğer faydası da hani birine sormuşlar edebi nereden öğrendin diye. Adam, ‘Edepsizlerden’ cevabı vermiş. Programa ve taraflara ön yargısız bir şekilde bakanların da ortak kanaati bu. Programda bilgi adına doğru yanlış malumat vardı. Fakat edep yoktu. Öyle zannediyorum herkeste özellikle bilim adamlarında olması elzem bir değerimizdir edep. İlmin ne olduğunu 13-14. Yüzyılda yaşamış Yunus, “İlim ilim bilmektir /İlim kendin bilmektir /Sen kendini bilmezsin/Ya nice okumaktır/Okumaktan murat ne /Kişi Hak'kı bilmektir /Çün okudun bilmezsin /Ha bir kuru ekmektir/Okudum bildim deme /Çok taat kıldım deme/Eğer Hak bilmez isen/Abes yere gelmektir” diyerek en güzel şekilde ifade etmiştir.

Sözlükte edep: “Toplumda oluşan töreye uygun davranış; utanma, çekinme, sıkılma duygusu, incelik.” anlamlarına geliyormuş. Hakikati ortaya çıkarmak için canlı yayına çıkan bu zevatta eksik olan edepti kanaatime göre. Edep; kişinin kendini bilmesi, haddini bilmesi, neyi-nerede-nasıl konuşacağını bilmesidir. Tartışmacılar sahalarında allameyi cihan olabilirler. İlim ve bilgi önemlidir önemli olmaya. Günümüzde bilgiye ulaşmak o kadar kolaylaştı ki edeple süslenmeyen, taçlandırılmayan bilgi, kişiyi tevazudan uzaklaştırıyor ve tarafları halk nezdinde sıfırlıyor. Fakat tartışmaya kendilerini kaptıran zevat, halk nezdinde küçüldüğünün farkına bile varamıyor.
Bir defa ilim adamı olan kişilerin her şeyi ulu orta, her yerde tartışmamayı bilmeleri gerekiyor, doğruyu bulmak amacıyla kendi aralarında müzakere etme imkanı varken birbirini alt etme niyetiyle arenaya çıkıp kozlarını paylaşma yolunu seçmek önlerinde unvanları da olsa ilim adamına yakışmaz. Neyi-nerede konuşacağını bilmeyen insanlar ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar bu topluma din adına verebilecekleri bir şeyleri yoktur. Yine bunların horoz dövüşünü ve kayıkçı kavgasını görünce bunların bana anlatacağı din kendilerine kalsın, en iyisi “Koca karı imanı” dedim kendi kendime. 25/07/2017



24 Temmuz 2017 Pazartesi

Protokolde Şenlik Var!

Kültür ve Turizm bakanı Numan KURTULMUŞ çiçeği burnunda bakan olduktan sonra memleketi Ordu'nun Aybastı ilçesinin düzenlediği festivale katıldı. Kendi halinde yapılan bu yayla şenliği adını şenlikten ziyade protokolde yapılan kavgayla Türkiye gündemine oturdu. Kavga derken laf kalabalığı falan değil. Belediye başkanının korumalarıyla  emniyet müdürünün korumaları arasında tekme-tokat bir meydan savaşı var görüntülerde. 

Haber kaynaklarının verdiği bilgiye göre il emniyet müdürünü belediye başkanının korumaları protokol yerine oturtmak istememişler. Tasası da korumalara düşmüş. Videodan izlediğime göre nasıl da girmişler birbirlerine. Bereket silah çekmemişler. O hengamede belki de akıllarına gelmedi silah çekmek. Kazara gelmiş olsaydı oradan kaç kişi sağ çıkardı? Bunu da düşünmek lazım. Bakanın, Ordu’nun ve ülkenin verilmiş sadakası varmış ki kavgada ölen yok. Akıllarda şenlik değil, festival esnasında yapılan meydan savaşı kaldı. Yeter ki insanoğlu meşhur olmak istesin. İsteyince Allah da veriyor. Korumalarımız çok meşhur oldular. Güpegündüz kalabalığın içinde ve aralarında bir bakan varken ona aldırmadan amirleri adına ölümüne kavgaya tutuşan bu korumaları kimse unutmayacak. Yarın bir üst makama gelen bu korumalarla çalışmak isteyecek. Kim istemez ki… Topluluk içerisinde rezil olmayı bile göze alacak şekilde kavga çıkartan bu kimseleri dünyada arasan bulamazsın. Bunlarla çalışan amirler de “Benim için protokolü hiçe sayarak kendi canlarını tehlikeye attılar, helal olsun bunlara. Bunlar yanımda oldukça sırtım yere gelmez” diye düşünecek ve  bunlarla çalışmak için sıraya girecekler. Adından söz ettirmek ve meşhur olmak böyle bir şey işte. Her adama nasip olmaz. Emniyet müdürü nereye giderse gitsin bundan sonra ona protokolde yer ayırmayan veya yer vermeyen onun korumalarıyla kavga etmeyi göze alacak bundan sonra. Kendine güvenen vermesin.

Burada şu suçlu, bu haklı derdinde değilim. Dünyaya verdiğimiz bu görüntüyle haklı olsan ne olur, haksız olsan ne olur! Rezillik, pespayelik paçadan akıyor. İnsan rezil olmak isterse bunu bu şekilde beceremez. Burada korumaların yaptığı ayıp ayıp olmasına. Ama ayıbın daha büyüğü emniyet müdürüne yer ayırmayan veya ayırtmayan belediye başkanına ait. Ayıbın ikinci büyüğü ise kendisine protokolde yer ayrılmamış olan emniyet müdürünün festivali protesto edip geri döneceği yerde orada zorla oturmak istemesinde. Aslında oldu olacak inatlaşan bu iki üst makam sahibine bu  hengamede birkaç yumruk gelse fena olmazdı hani.

Bu ülkede maalesef protokol krizleri hiç eksik olmadı. Çoğu kimse protokoldeki yerini beğenmez, çeker gider. Gitmekle de kalmaz yıllar yılı kin güder. Ben önce konuştum, sen önce konuştun atışmaları olur. Lise müdürlüğü yaparken defalarca karşılaştım. Bereket ilçede yapılan törenlerde kaymakam, garnizon komutanı ve belediye başkanının yeri belli. Buralarda bir sorun yok. Sorun diğerlerinde. Ceremesini de töreni düzenleyen çeker. Gelen ona kızar, giden ona kızar. Hiçbir şey yapmasa bile bakışı veya sözüyle insanı madara eder. Hiç unutmam bir çelenk töreninde protokoldeki ilk üç makam çelengini koyduktan sonra dördüncü sırada cumhuriyet başsavcılığı var. Programı sunan bayan öğretmene “Aman öğretmenim …cumhuriyet başsavcısı çelengini sunacaktır. Sakın ola ki ağzından cumhuriyet savcısı çıkmasın” diye önceden hatırlatmama rağmen heyecandan “Şimdi …cumhuriyet savcısı çelengini sunacaktır, arz ederim.” dedi. Dedi ama baltayı taşa vurdu. Diğer sıradakiler çelengini sundu, tören bitti, herkes giderken tören alanında bekleyen biri var. Tanıdık bir sima. İlçe cumhuriyet başsavcısı. Hemen sunucunun yanına gitti ve “Cumhuriyet savcısı değil, cumhuriyet başsavcısı diyeceksin” diyerek fırçasını atı ve çekip gitti.

İnanır mısınız Türkiye’de bir makam sahibi olan çoğu kimsenin eşinin yanında esamesi bile okunmaz. Emir eri gibidir evinde. Makamına geldiğinde veya bir protokole gelince aslan kesilir, oradaki insanlara kök söktürür. Ağzınla kuş tutsan beğendiremezsin kendini. Türkiye’de protokol hazırlayanlar ve orada sunuculuk yapanlar yaşadıklarını anlatsalar ciltler dolusu kitaplar yazılır, komedi diye okursun. Biriniz derlesin bunları. İnanın kitabınız çok satar.

Bu son protokol kazasını Türkiye ucuz atlattı. Daha bundan sonra beterinin olmayacağına dair bir garantimiz yok. Her bir kimse için protokolde yer hazırlanacağına programın yapıldığı yerde sadece ilk üç kişiye yer ayrılıp sonraki gelenler boş bulduğu yere otursalar ne olur? İnanın çok hoş olur. Camilerimizde protokol mü var? Gelen boş bulduğu yere oturuyor, namazını kılıp çıkıyor sessizce. Ne kavga var ne de gürültü. Eğer böyle yapmazsak biz bazı makam sahiplerinin daha çok kaprislerini görürüz. 23/07/2017

23 Temmuz 2017 Pazar

"Şehrin bütün sorunlarını çözdüm, yapacak iş yok" ***

-Efendim! Ne iş yaparsınız?
-Belediye başkanıyım.
-Ne güzel bir görev ifa ediyorsunuz? Belediye  devlet kapısı demektir. İşiniz çoktur. Tüm sorunları da birden çözmeniz mümkün değildir. Çünkü vatandaşın isteği bitmez.
-Orası öyle de. Şükür, biz de öyle bir durum yok. Tüm sorunları çözdüm kısa zaman içinde.
-Deme ya. Genelde başkanlar dertlidir, iş yetiştiremiyoruz diye. Siz nasıl yaptınız bunu?
-Bu da bir maharet işte. Şimdi de işleri erken bitirmenin, sorunları zamanında çözmenin  sıkıntısını yaşıyorum. Bu durumda ne yapacağımı bilmiyorum.
-Koca şehirde yapacak iş yok mu yani?
-Yok maalesef. İşin garibi müteahhitlere iş veremiyorum, hizmet alımı yapamıyorum.
-Tebrikler başkan seni! Ben başkanlık yapmadım, belediyenin işleyişini pek bilmem. Ama sana iş bulabilirim, eğer beni dinlersen...
-Neymiş o?
-Şehrin durmadan tretuvarını değiştir, önce mermer döşet, sonra ardından sök, kilitli taş yaptır. Kaldırımı değiştirince mecburen asfaltı da yenilemen gerekecek, o güzelim asfaltı sök, yerine yenisini dök. Mahalleli öncekinin neyi vardı diye homurdanır ama sen onlara bakma. Onlar homurdanır durur. Daha ötesi de olmaz. Mahallesi yeni kaldırım ve asfaltı ile yenilenince bir müddet sonra fena olmadı demeye başlarlar. İçlerinden bir iki ukala çıkar, seni Bilgi Edinme vasıtasıyla yukarıya şikayet eder. Zaten yaptığı şikayet 'Cevap ver' diye sana gelecek. "Şehrimizde halkımızın güvenliği ve sağlığı bakımından kaldırım ve asfalt çalışmaları tüm hızıyla devam edecektir" şeklinde bir cevap verirsin. Adamın dediği olmaz ama kendisine cevap verdiğinden dolayı dört köşe olur.
-İyi de bunların hepsi maliyet değil mi? Zaten borç paçadan akıyor.
-Sayın başkan! Maliyet olmaya maliyet. Bunu ben de biliyorum. O kadar bütçeyi zamanında ulu orta her yere gerekli-gereksiz saçıp savururken neredeydin? Şimdi mi tasarruf edesin geldi? Sonra bugüne kadar ne yaptın? O kadar borcu nereye yaptın söyler misin? Bu şehrin neyini çözdün? Trafiğini mi çözdün?
-Size de iyilik yaramıyor herhalde? Biz sizin için çırpınalım, gece-gündüz çalışalım. Şu getirdiğin eleştirilere bak!
-Biliyorum doğru sözü kimse sevmez. Siz alıştınız etrafınızdaki birkaç kişi tarafından hep taltif edilmeye. Vatandaşın içine çıkacak yüzünüz var mı? Ne zamandan beri halk ile bir araya gelmiyorsunuz? Çıkamazsınız. Çıksanız duyacaklarınızı ben şimdiden duyar gibiyim. Sorsam sana, belediye elemanlarının kullandığı makam aracı sayısı ne kadar desem inan onu da bilmezsin. Zira akar su gibidir sizdeki israf. Nasılsa bir kısım insan kafasını dikmiş, cumhurbaşkanına tek adam diyor, burnunun ucundaki sizi görmüyorlar. Halbuki siz yıllar yıl belediyede tek adamsınız. Ne harcadığınızı soran var, ne yaptığınızı, ne  yapmadığınızı veya yapamadığınızı soran var. Uzatmak istemiyorum, kamu malı yetim malı gibidir. Gereksiz yere harcadığınız kuruşu hesabını sorarlar öbür dünyada.
-Ne demek istiyorsun? Sen muhalifsin galiba?
-Dostum veya muhalifim, ne fark eder? Ben söyleyeceğimi söyledim, ister aklında tut, uygula. İster bir kulağından girip diğerinden çıkıp gitsin.  23/07/2017

*** 13/08/2017 günü ladik.biz'de yayımlanmıştır.


Hukuk Fakültelerimiz Niçin Adalet Saraylarının İçinde Değil? *

Gözlemlerime göre bu ülkede sadece sağlık alanında okuyan öğrenciler hastane bünyesinde hem teori dersi görüyor, hem de hastanesinde staj yapıyor. Sağlık alanından mezun olanlar ne yapacağını bilerek görevlerine başlıyorlar. Çünkü bir tıpçı 5.sınıftan itibaren staja başlıyor, altıncı sınıftan itibaren hocası nezaretinde hasta muayene etmeye başlıyor. Diş hekimliğinde okuyan bir öğrenci de 4.sınıftan itibaren hastaların diş muayene, dolgu vb işlemlerini yapmaya başlıyor, hemşire hakeza. Sağlık alanındakiler göreve başlamadan iyice pişiyor, hastayı görüyor, muayeneyi görüyor. Kendisini nelerin beklediğini görerek yaşayarak öğreniyor.

Pekiyi diğer alanlarımız, mesleklerimiz nasıl? Türkiye'de sağlık alanı hariç diğer okullarımız/fakültelerimiz sadece sınıf veya amfi ortamında ders görerek hayattan kopuk bir şekilde ders işlemektedir. Ne ziraatçimiz toprak yüzü görüyor, ne veteriner hekimimiz hayvan yüzü görüyor, ne hukukçumuz adalet saraylarını görüyor. (Görüyorlarsa da yeterli değil kanaatini taşıyorum. Sağlık alanında hastane ve okul iç içe ise bir ziraat fakültesi ekilen ve dikilen bir arazi içerisinde olmalıdır. Hukuk fakültelerinin yeri adliye saraylarının içi veya bünyesinde olmalıdır. Kampüs bünyesine okulları toplayarak iyi meslek öğrenilmez. Bir şeyin teorisini iyi bilmek mesleğini öğrenmiş anlamına gelmez. Eğer bu ülkede pratik isteyen mesleklerden iyi insan gücü yetişsin isteniyorsa her meslek, icra edileceği muhitte açılmalı, orada eğitim ve öğretimini yapmalıdır. Adalet sarayları bünyesinde ders gören bir hukukçu mesleğinin önemini koridorlarda gördüğü suçlulara bakarak, bir yargılamayı takip ederek, yeri geldiği zaman yargılama yaparak daha iyi kavrar. En azından o psikoloji içerisinde pişer. Kampüs bünyesinde dört duvar arasında hukuk tarihi okumak bize iyi hukukçu kazandırmaz. Kitaptan ezberleyerek hukuğu bitiren hakim, savcı ve avukat gibi yargı mensubu olduğunda belki kanun, kural, tüzük ve mevzuatı iyi bilebilir ama muhakeme gücü ve yorumlama yeteneği, beyin ve zihninde yoğurma yeterince gelişmeyebilir.

Günümüz kampüslerinde yetişen hukukçularımız adi suçları yargılamada genellikle isabet ettirmektedir. Çünkü suç belli, suçlu yakalanmış, suçluya verilecek ceza belli. Sanığın mahkemedeki iyi hali, suçtaki tahrik unsuru vb nedenlerle hakim vicdani kanaatine göre karar verir. Ama ülkedeki suçlar sadece adi suçlardan ibaret değil ki...Günümüz suçları örgütlü suçlar. Maalesef yargımız organize suçlarda çok mahir değildir. Bu tür suçların içinden çıkmak o kadar kolay değil. Zaman zaman baskı ile de karşı karşıya kalabiliyor yargı mensupları. Doğru dürüst adliye sarayını görmeden kampüs ortamında okulunu bitiren bir hukukçu -hakim ve savcı olarak- göreve başladıktan sonra adalet sarayının dışına çıkmıyor, ya da çıkamıyor. Avukatlar nispeten halkın içerisinde açtıkları büroları ile büro-adliye arasını mekik dokuyarak olaylara bakış açıcı daha farklı olabiliyor. Odasından-mahkeme salonuna gidip gelen ve polisin getirdiği suç aletleri ile karar verecek olan hakim ve savcının işi zor gerçekten.

Hukuk fakültelerinde öğrenci yetiştirme metodumuzu gözden geçirmemizde fayda vardır. Bu aşamadan sonra zor, masraflı deniyorsa en azından haftada bir veya iki günü adliye mahkeme salonlarında duruşmalara katılabilir, hakim ve savcının yanında evrak düzenleme ve hazırlama işlerine yardımcı olabilir. Hukuk fakülteleri adliye bünyesinde olursa güvenlik sorunu olabilir denirse bunun da çözümü bulunabilir. İnanın zor değil. Demek istediğim hukukçularımız da tıpkı sağlıkçılar gibi teorinin yanında icraat yaparak mesleklerini daha iyi öğrenebilirler. Bunun da adaletimize katkısı olacağına inanıyorum. Okudukları dört yıl yeterli değilse okullarımız beş yıla çıkarılabilir. 23/07/2017

* 04/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


22 Temmuz 2017 Cumartesi

İslam Dünyasının Kudüs'le İmtihanı *

Bir terör devleti olan İsrail ilk defa Filistin'deki Müslümanların Cuma namazını Mescid-i Aksa'da kılmasına izin vermedi. İzin vermemekle kalmadı 3 Müslüman’ı şehit etti, 50'den fazla kişiyi de yaraladı. Gerginlik ve protestolar geçen haftadan beri devam ediyor. Allah Filistinlilerin yardımcısı olsun.

Filistin'de, Kudüs'te ne zaman bir, baskı, şiddet tırmanmışsa Anadolu insanı hiçbir şey yapamasa da eylem, protesto, basın açıklaması, gıyabi cenaze namazı, afişlerle mazlum ve mağdur Filistinlilerin yanında olduğunu gösterdi hep. Bu hafta Türkiye'nin hemen hemen her il ve ilçe camisinde namaz sonrası İsrail'i telin etmek için basın açıklamaları yapıldı. Sosyal medyadan duyar duymaz Cuma namazını kıldıktan sonra yapılacak eyleme katılmak için Şerafettin Camisine yöneldim. Çoğunluğu gençlerden oluşan insanımız oradaydı. Her yerde olan kadın ve kızımız daha namaz öncesinden yerini almıştı. Allah kendilerinden razı olsun. Çocukluğumdan beri kendisini tanıdığım 80'ine merdiven dayamış Hüseyin Adil amca da oradaydı. Müslüman’ı ve Müslümanlığı dert edinmek böyle bir şey olsa gerek. Nerede bir hareket var, o  böyle yerlerde bir nefer olarak yerini aldı hep. Ayaklarım ağrıyor, yaşlıyım, benden geçti, hava sıcak dememiş o da geçenlerin arasındaki yerini almıştı. Allah sağlıklı, uzun ömürler versin ona. Namazdan sonra İsrail'in yaptıklarını anlatan bir basın açıklaması yapıldı. Aralarda sloganlar atıldı, Filistin'de ölenler için gıyabi cenaze namazı kılındı. Sözde İsrail devletinin bayrağı yakıldı, dualar edildi, sonra topluluk dağıldı. Kalbi imanla dolu insanımızın yapacağı başka da bir şey yoktu. En azından İsrail'in Müslümanlara yaptığından hoşnut olmadığını göstermiş oldu. Allah hepsinden razı olsun. Zaten ötesi de Filistin davasını dert edinmiş devletlerin işi idi. Kudüs'le ilgili okuttuğu hutbe ile de Diyanet yanımızdaydı.

Topluluktan ayrılırken Filistin ile ilgili ilk defa katıldığım 06 Eylül 1980 Kudüs Mitingi geldi aklıma. Mahşeri bir kalabalık vardı o gün Konya'da. Bir hafta sonra yapılan 12 Eylül ihtilalinin gerekçeleri arasında sayıldı Konya'daki bu miting. Yine bu miting için daha sonraları "Filistin davası için ne yaptınız" sorusuna Kenan Evren'in "Konya'da Kudüs Mitingi yaptık" şeklinde cevap verdiği söylenir. Anlayacağınız Konya mitingi hem ihtilalin gerekçelerinden sayıldı, hem de Filistin'e destek mitingi sayıldı o günün şartlarında.

1948'de Müslümanların arasına 'Arz-ı Mev'ud' vaadiyle çıbanbaşı olarak konuşlandırılan İsrail, her geçen yıl yayılmacılığına ve yerleşmesine devam etti. Ne 1967 Arap-İsrail savaşı, ne yapılan Konya Kudüs Mitingi, ne Mavi Marmara; ne Lübnan'daki Hizbullah, ne İran'ın, ne Saddam'ın, ne Hafız Esed'in, ne de Kaddafi'nin düşman görünen tavrı fayda verdi. Müslümanların içinde bir ukde ve uhde olan Filistin davasında olan hep canı yanan Filistin halkına oldu. İçeride kalanlar hayat-memat mücadelesi verirken milyonlarcası başka ülkelerde mülteci durumunda. İsrail hapishaneleri Filistinlilerle dolu. Üstüne üstlük hapishanede açlık grevine başlayanlara karşı bazı Yahudiler kokusu içeriye gidecek şekilde pencerelerinin önünde mangal yaktı geçen yıl. Dinlerinde yasak olmasına rağmen öldürmeyi iyi bilen İsraillilerin pişirdiği et umarım öldürdüğü Filistinlilerin eti değildir. Olur mu demeyin, burada mevzubahis olan bir terör devletidir. Bugüne kadar neler yapmadı ki bunu yapmasın. Güya İshak'ın soyundan gelen bunlarla  İsmail'in soyunan gelen Filistinliler baba bir kardeşler.  Hani, "Hiç düşmanım yok" birine "Kardeşin de mi yok" demişler ya. İsrailliler’in ki böyle bir kardeşlik. Allah böyle kardeşi kimseye vermesin.

Varlığı ve yaşaması Müslüman kanı dökmeye bağlı, din-iman gibi bir derdi olmayan İsrail'in yerine ben olsam aynı İsrail'in yaptığını yapardım. Nasılsa dünyanın sömürgeci devletleri arkasında. Para-pul sorunları yok. Dünya devletlerinin sermayeleri emrinde. Para akıyor durmadan kendilerine. Dünya sessiz, Filistin'dekilerin sahibi yok. Halkı Müslüman olan 50'nin üzerindeki devletlerin birbirleriyle uğraşmaktan gıkı çıkmıyor. Niye yapmasın tüm bunları İsrail? Birbirlerine karşı aslan kesilen bu bölük pörçük Batının kuklası İslam dünyası varken İsrail, az sayıdaki inananlarının bir ve beraber bir şekilde kendisine destek vermesiyle az bile yapıyor.

İslam dünyasına 'Gidin İsrail ile savaşın' demiyorum. Çünkü yapılacak savaşta tüm Batı ve ABD İsrail'in arkasında olacaktır. Tek istediğim, Hristiyan dünyası kendi arasında savaşlar yaparken nasıl Haçlı Seferlerinde Osmanlıya karşı aralarındaki nizayı bırakarak bir ve beraber olmuşsa Müslümanların da ortak düşmana karşı siyaseten, ekonomik ve sosyal yönden bir ve beraber hareket etmeleridir. İyi bir diplomasi yönetmeleridir. Bu istek zor olsa da imkansız değildir. Yeter ki İslam dünyasını yöneten krallar boyunlarındaki tasmaları çıkarabilsin. Olaylara Müslüman’ca ve insanca bakabilsin. İnanın bu birliktelik tek kurşun atmadan İsrail'i bir kaşık suda boğar. Biz bu birlikteliği sağlayamazsak, birlikte hareket edemezsek tarih bizi affetmeyecek ve bizden sonraki gelenler bizi rahmet ve minnetle anmadığı gibi "amma ödlek, amma korkaklarmış bizim ecdadımız, ellerindeki onca imkana rağmen rezil bir şekilde tarihteki yerlerini almışlar" diyecek. Öbür dünya mı? Oradaki halimizi söylemeye gerek var mı? Bize Kudüs'ü emanet eden Ömer'in yüzüne nasıl bakacağız orada?

Her konuda özellikle Filistin davasında Allah Müslümanlara akıl, izan, feraset ve basiret versin. Zira Filistin davası ve bir ara kıblegahımız olan Mescid-i Aksa bizim namusumuzdur, namusumuzu çiğnetmeyelim, şerefimizi daha fazla ayaklar altına aldırmayalım. 22.07.2017

* 24/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Kudüs bizim neyimiz olur?" başlığıyla yayımlanmıştır.


21 Temmuz 2017 Cuma

Adaletten ayrılmasın hiç!

Ülkede vekil olmak, partinin üst organlarında görev almak, kabinede yer bulmak siyasete atılan her bir kimsenin hayal ettiği vazifelerdendir. Kabinedeki her bakanlık önemlidir önemli olmaya. Çünkü ülkede hizmetler bakanlar vasıtasıyla icra edilmektedir. Bir kişi bakan olmuşsa artık bir mazereti kalmamış demektir.

Yeni kabine açıklandı. Nispi bir değişiklik yapıldı. Gidenler, gelenler ve görevi değişenler var. Her bir değişiklik bir umuttur, heyecandır. Bana bugün hangi bakanlık diğerlerine göre bir adım daha öndedir, dense Adalet Bakanlığı'dır derim. Zira bugün bu ülkenin en büyük sorunu adalettir ve birbirimize güvendir. Kimseye derman olmayan, kimseye adalet dağıtmayan, kimsenin çözüm bulamadığı ağır-aksak yürüyen bir adaletimiz var. Devasa adalet saraylarımız adalet dağıtmıyor ya da dağıtamıyor olmalı ki hapishanelerimiz suçlu ile dolu. Kimse içeridekilerin ne kadarı suçlu, ne kadarı masum; dışarıdakiler ne kadar temiz bilmiyor. Öyle ki bugün suçlumuz da adalet istiyor, suçsuzumuz da. Herkesin adalet istediği bir ortamda adaletimiz niçin kör-topal? Sanırım tarafların hiçbiri samimi değil. Herkesin istediği rakibime/düşmanıma ceza yağdıran ama bana dokunmayan adalet de ondan. Bu yüzden adaletimiz yerlerde sürünüyor.

Adaletimiz herkesin elini kanatan ve acıtan gülü eksik böyle bir diken durumundayken nihayet Gül'ümüz geldi. Zira diken gülsüz, gül de dikensiz olmazdı. Bu Gül, diğer güller gibi değil; geçmişi, mayası ve yetiştiği ortam itibariyle etrafına güzel kokular veren bir Gül'dür. Her gittiği yerde varlığını ispatlamış ve etrafını mesrur etmiştir.

Adaletimizin başına gelen bu Gül'den bundan sonra suçlular korksun. Zira tabiatında var olan dikeniyle suçluların cezasını verecek ve suçlu-suçsuz hep birlikte "Adaletin kestiği parmak acımaz" diyeceğiz. Suçsuzlar, üzerine iftira atılanlar ise "Adaletimizden Gül kokusu geliyor, boynum kıldan ince ona" diyecektir. Fıtratında, tabiatında, özünde var olan gül kokusunu vermez; gelene gidene, suçlu-suçsuz demeden, sap ile saman birbirine karışırsa/karıştırılırsa, herkesin elini dikeniyle acıtmaya devam ederse bilin ki, gözümüz ve gönlümüzdeki Gül kurur, etrafına koku vermediği gibi burnumuza pis kokular gelmeye devam eder.

Çalışkan, başarılı, etrafına koku veren ve beyefendi kişiliğiyle tanıdığım bu Gül, kendi haline bırakılırsa herkesin muzdarip olduğu adaletimize katkı sağlayacağına inanıyorum. Yeter ki suçlu-suçsuz herkes adalet istesin, kendisine doğru yontmasın, siyaset veya diğer saikler baskı yapmasın, yargıyı kendi haline bıraksın, yargı mensupları birilerinden emir almasın, kimse adaleti yanıltmaya çalışmasın; şahit, doğru şahitlik yapsın. Kimsenin, hiçbir zümrenin yaptığı suç yanına kar kalmasın.

Allah utandırmasın bu Gül’ü. En güzel şekilde deruhte edeceği mesuliyeti ağır bu görevinde Gül’ümüze başarılar dilerim, Etrafına güzel kokular verir inşallah! Rabbim yardımcısı olsun. Yolu açık olsun.

Not: Burada yargı mensupları görevlerini yapmıyorlar diye bir suçlama değil niyetim. Hepsi görevini yapmaya çalışıyor. İş yükleri ağır olduğu gibi sorumlulukları da fazla. Fakat nedendir bilinmez zaman zaman değişse de çoğu kimse adaletimizden muzdariptir. Eğitim ve öğretimde öğretmen görevini yaparken nasıl ki eğitimimiz sos veriyor, kimse memnun değilse öyle bir şey bizim adaletimiz. 21/07/2017