8 Haziran 2017 Perşembe

Açlık ve yoksulluk sınırı denen ne menem bir şey ki?


Yan taraftaki tabloda TES-İŞ'in dört kişilik bir ailenin bir aylık açlık ve yoksulluk sınırı gösterilmiştir.

Özellikle sendikalar her ay rutin olarak açlık ve yoksulluk sınırı araştırmalarını kamuoyu ile paylaşırlar. Tabloyu değerlendirirken 2017 asgari ücret net maaşının 1404 lira olduğunu, evli ve üç çocuk sahibi birinin eline yaklaşık 1500 lira geçmektedir. 

Tabloya şimdi yeniden göz atalım.Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı; 1528, yoksulluk sınırı ise 4979 lira. Bu tablo neye göre hazırlanıyor, bilmiyorum. Ama bu araştırmalar ciddi bir şekilde yaşıyorsa dört kişilik bir ailenin insanca yaşayabilmesi için eline 4979 lira geçmesi gerekirken maalesef asgari ücretlinin eline 1500 lira geçiyor. Bence sendikalar açlık sınırını belirlemekten ziyade bugün açlık sınırının altında ücret alan insanların nasıl yaşadıklarını, niye hala sağ kalıp ölmediklerini araştırmaları gerekiyor. Araştırma sonucu çıkan sınır ile verdiğimiz maaş bu ülkenin yüz karası görünüyor. Bugün asgari ücretli insana verdiğimiz para ile ölmeden yaşayabilirsen yaşa, yoksa kendin bilirsin, daha mezar orada demek gibi bir şey bu. 

Bu ülkede asgari ücretle çalışan insanların sayısı az değil. Burada asgari ücretlilere zam falan isteyecek değilim. Sadece empati yapalım biraz. Özellikle asgari ücreti belirleyen kişiler ve siyasi irade fazla değil sadece bir ay boyunca asgari ücretliye layık olarak gördüğümüz maaş ile geçinsinler. Eğer geçinebiliyorlarsa hiçbir şey demeyeceğim onlara. Aldıkları da helali hoş olsun, diyeceğim. Fakat asgari ücretliye reva görülen bu para işverenin ve bu ülkeyi yöneten insanların dişinin kovuğunu dolduracak kadar bir çerez parası bile değildir. O zaman niye empati yapmıyoruz. Kendimize yapılmasını istemediğimizi niçin başkasına yapıyoruz? Ülkenin imkanları çerçevesinde niçin sorumluluğa göre hakça paylaşım yapmıyoruz? Biz böyle her yıl yüz lira gibi komik bir rakamla zam verdiğimiz bu insanlar içimizde bu şekilde yaşadığı müddetçe bu ülkede sosyal adalet dengesini kurmamız mümkün değildir. Bu insanların huzurlu, mutlu olmaları, gelecek kaygısı çekmemeleri mümkün değildir. Aldığı parayla ayın sonunu nasıl getireceğim hesabı yapan bir ailenin çocuklarına iyi bir gelecek vadetmesi mümkün değildir. Yarı aç, yarı tok ölüme terk edilmiş insanlar olarak görmek lazım bunları.

Bu ülkenin yönetenleri, iş verenleri bir araya gelerek bu insanların hayat standartlarını nasıl normal bir seviyeye çıkarırız hesabını yapmalıdırlar.  Sizin yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda olacak şekilde bu insanları aç be aç, naçar bir şekilde bırakmak suretiyle bu hayat bu şekilde devam ediyorsa nasıl yattığınız yerde rahat edebiliyor, nasıl gezdiğiniz yerde rahat dolaşabiliyor, nasıl yediğinizi rahat yiyebiliyorsunuz? Ancak insanda vicdan ve insafın kalmaması demektir bu. Taşıdığınız mide nasıl bir mide? Gerçi siz toksunuz, açın halinden, açlık sınırındaki insanın haleti ruhiyesinden anlamazsınız. Yiyin efendiler yiyin! Hem de tıka basa yiyin. Bu insanlar sizler bey gibi yaşarken içinizde yaşamaya ve yaşam mücadelesi vermeye devam etsinler. Eğer buna yaşama denirse. Unutmayın ki bu toprağın üstü varsa bir de altı var. Bu dünyada sorumluluk sahibi olanlar öbür dünyada bunun hesabını nasıl verecekler? Bunu bir düşünmelerinde fayda vardır. Komşusu açken bu dünyada tıka basa yiyenler, unutmayın ki öbür dünyadaki payınızdan yiyorsunuz. 

Yarınını düşünenlere ne mutlu! Yarınını başkalarını düşünerek yaşayanlara ne mutlu! 08/06/2017

Namus 'İki bacak arası' değil, ama soyunmak hiç değildir...

Ar, namus, iffet, edep, haya milletimizin olmazsa olmazlarındandır. Uğruna kavgalar eksik olmaz. Hatta ölüm ve öldürmeler olur. Adına da 'Namusumuzu temizledim, namus uğruna işledim" bile denir.

Ekseriyet namus konusunda hassas iken içimizden bazıları, "Namus sadece iki bacak arası değildir" şeklinde eleştiri getirir. Doğru, namus sadece iki bacak arasından ibaret değildir. Ama tamamen soyunmakta değildir. Tamam her beraber namusu sadece iki bacak arasına hapsedenleri eleştirelim. Ama insafı elden bırakmadan insanların içerisinde anadan uryan soyunan insanlara da söyleyecek iki çift lafımız olsun. Nedense namusu sadece iki bacak arasından ibaret kabul etmeyenleri özellikle sahillerde sadece iki bacak arasını ve göğsünü kapatmış bir vaziyette görmek mümkündür. Mademki halkımızın değer yargılarından olan namus kavramı anlayışı masaya yatırılıyorsa bizlerin de sadece iki bacak arasını kapatanların anlayışını  masaya yatırmamızda fayda vardır.

Namus kavramı ve anlayışına hangi pencereden bakarsak bakalım, öncelikle kadının erkeğe, erkeğin de kadına ilgi duyması kadar doğal bir şey olmadığını bilmemizde fayda var. Ne olursa olsun Allah’ın meşru ölçüler içerisinde izin verdiği faydalanmanın dışında insanların eline, beline ve diline sahip olması gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Yani insanımız uçkuruna sahip çıkmalıdır. Çünkü neslin sağlıklı gelmesinde mutlaka namusa verdiğimiz önem ön plana çıkmaktadır. Uçkuruna sahip çıkmayı Hz Fatıma hayırlı hanımı tarif ederken "Hayaliyle de olsa haramlarda gezmeyen, beyini de haramlarda gezdirmeyen hanımdır." diye açıklar. Yine Hz Ali hayırlı beyi, “Hayaliyle de olsa haramlarda gezmeyen, hanımını da haramlarda gezdirmeyen beydir." şeklinde izah eder. Fark etti iseniz Hz Ali ile Fatıma hayırlı kimseyi tarif ederken hem erkeği hem de kadını konu edinir. Yani namusu sadece kadında aranan bir özellik olarak görmezler.

Kültürümüzde nasıl ki kadınlar tuvaleti, kadınlar hamamı ayrı ise plajlarda da buna dikkat etmede fayda vardır. Yatak odasında bile bulunulamayacak bir kıyafetle pardon kıyafetsizlikle kadının ve erkeğin aynı ortamda denize ve havuza girmesinin savunulacak bir yönü olmasa gerek. Kadının erkekten, erkeğin de kadından kaçınmasında fayda vardır. İki hafta öncesinde bir vesileyle eş-dost ile birlikte bir sahil kenarına gittim. Yüzme bilmem ama mademki denize geldim, en azından içine girip çıkayım istedim. Otelimize ait tahsis edilmiş bölümde suya girdik. Biz girerken eşlerimiz girmedi, onlar girerken de biz girmedik. Fakat tanımadığımız kişilerin içimizde anadan uryan arzı endam ettiğini görünce ne oluyor dedim kendi kendime. İşin garibi ben ve dostlarım bu durumu garip karşılarken yanında eşi veya sevgilisi olan karşıt cinsin erkeklerin içerisinde denize girerek sonra güneşlenmek için bulunduğumuz mahalde hiç kaçınmadan rahat tavırlar içerisinde bulunmaları içine düştüğümüz durumu göstermesi bakımından manidar gerçekten. Ne diyebilirsin böylelerine, “Az öteye git desen olmaz, bu ne hal desen olmaz.” Zaten bir şey söylesek karı-koca, bize namus adına epey bir nutuk atar ve namus dersi verirdi. Sonunda biz uzaklaşıp gittik oradan.

Toplumumuz ne kadar değişirse değişsin, ne kadar dejenere olursa olsun biz mahremimize kem gözle baktırmayız. En azından bakmamamız gerekir, onları korumaya çalışır, uçan kuştan  bile koruruz. Yanımızda çırıl çıplak uzanan kişilere “Bu kadar da olmaz, edep yahu!” demek geçiyor içimden. Allah kadın-erkek, hiçbirimizi haya perdesinden yoksun bırakmasın. 08/06/2017

7 Haziran 2017 Çarşamba

İmam-hatiplerde aranması gereken vasıflar

İlmihal kitaplarına bir göz atarsak namaz kıldıracak kişide bulunması gereken temel özellikleri "Müslüman, akil-baliğ, erkek, Kur'an'dan yeterince ezber bilmesi ve imamın özürlü olmaması" olmak üzere  maddeler halinde bulmamız mümkündür. Burada tüm maddeler üzerinde durmak gibi bir niyetim yok. Merak eden sanal alemden de bulabilir.

İmam olma özelliklerinden biri gördüğümüz gibi imamın özürlü olmaması. Bu özellikler imamda olmazsa olmaz şartlardandır. Sorularla İslamiyet adlı sitede imamın özür durumuyla ilgili, “…Özürlü olmayanlar, özürlü olanlara uyamazlar. Körün imamlığı sahihtir. Ama ondan daha ehil kimse varsa, onun imamlığa geçirilmesi tenzihen mekruh olur.” açıklaması mevcuttur. Acaba bu şartlara yeterince önem veriliyor mu? Gördüğüm kadarıyla dikkat edilmiyor. 1995-2002 yılları arasında görev yaptığım bir ilde mahalle imamının elleri çolak idi. Görüntüsü itibariyle kendi pantolonunu bağlaması bile mümkün değildi. Yine doğup büyüdüğüm ilçemde görev yapan bir görevlinin sağ eli mevcut değildi. Geçen gün şehir merkezinde öğle namazı için gittiğim bir camide imam olmadığı için onun yerine namaz kıldıran müezzinin ise sol eli çolaktı. Dikkat ettim elini dizine koyamıyor, secdeye giderken önce sağ elini yere koymak suretiyle secdeye gidiyor, yine kalkarken zorlanıyor, elini bağladığı zaman sol eli görev yapmıyordu.

Yazımı okuyan bana, “Özür bir Allah vergisidir, insanın kendisinden kaynaklanmıyor…” diye bir eleştiri getirebilir. Böyle bir eleştiriye eyvallah, el- hak doğru derim. Allah kimseye bir engellilik veya özür vermesin. Biz onlara baktıkça Allah’ın kendimize verdiği sağlam vücuttan dolayı ne kadar şükretsek azdır. Bu şekilde engelli kişileri zaman zaman otobüste, iş yerlerinde, çarşı ve pazarda görebiliyoruz. Onlar da yaşayacaklar, onlar da iş-güç sahibi olacaklar ve çalışacaklar ama kamuda, ama özelde. Fakat bu arkadaşların imamlık gibi cemaatin gözü önünde icra edilmesi gereken bir görevde bulunmamaları gerekiyor diye düşünüyorum. Sonra imam olacak kişide aranacak şartları ben koymadım. Ta geçmişten itibaren konmuş kurallardır. Bu arkadaşlar mutlaka kamu ve özel sektörde mutlaka istihdam edilmeleri gerekiyor. Ama bu istihdamın adı,  imamlık ve yeri, camiler olmamalıdır. Her şeyden önce imamlık temizlik isteyen bir vazifedir. Biz iki elimizle temizliğimize yeterince önem veremiyor ve yapamıyor iken bu şekilde engelli olan kardeşlerimizin yeterince temizliklerini yapabilmeleri mümkün değildir. Piyasada bu kadar sağlam insan varken bu arkadaşların sağlam kişilerin önüne geçerek namaz kıldırmaları uygun değil gibi geldi bana. Evet, bu şekilde engelli kişilerin kıldırdıkları namaz her ne kadar namaza mani değilse de tenzihen mekruh kabul edilmektedir. Din görevlilerini seçen Diyanet İşleri Başkanlığının bundan sonra imam-hatip ve müezzin seçiminde  gerekli özeni göstermesini istiyorum. Daha önce ataması yapılan ve halen görev yapan bu şekilde engelli kardeşlerimizin  müftülüklerde veya diğer kamu kurum ve kuruluşlarında memurluk yapacak şekilde planlanmasında fayda vardır.

İmamda aranan beş temel şarttan başka liyakat esasına göre başka esaslar sıralanır ilmihal kitaplarında. Bu özelliklerden biri de ‘güzel sesli olmak’tır. Bildiğimiz gibi güzel ses bir Allah vergisidir. Her insanda bulunmaz. Ama sesin eğitimli olması önemlidir. Hiçbir makam olmadan rastgele Kur’an ve ezan okumak cemaati bezdirebilir. Sesin akıcı olmasında ve terbiye edilmesine mutlaka ihtiyaç vardır. Her Kur’an ve ezan okuyan mihraba ve müezzinliğe geçmemelidir.

İmamlıkta olması gereken özelliklerin her biri önemlidir. Yazımı uzatmama adına burada hepsinden bahsetmeyeceğim. Bundan sonra imam alımında daha önce belirtilen özelliklere azami gayret gösterilmelidir. Hatta yeni şartlar konmalıdır. Özellikle İlahiyat Fakültesi mezunu olan kişilerin sayısında günümüzde bir artış söz konusudur. Pekala, lisans mezunu olma şartı getirilebilir. Yine imamların her şeyden önce ahlaki yönden parmakla gösterilen kişiler arasından seçilmesinde fayda vardır. 07/06/2017

İslam'ın yüz karası, düşmanın maskarası *

Malumunuz dünyada halkı Müslüman olan ve resmi din olarak İslamiyet’i kabul eden ülke sayısı 63 tanedir. Bu ülkelerden 23 tanesi ırk bazında Arap olarak bilinmektedir. Ele almak istediğim bu konuda kastım halkı Müslüman ülkelerdir. İfade ederken İslam devletleri diye bahsedeceğim.

İslam ülkeleri arasında acaba İslam birliğini sağlamak mümkün mü? Ya da tek devlet olmaları sağlanabilir mi? İslam birliği sağlanamasa da tek devlet olamasalar da acaba dünyada cereyan eden olaylara karşı birlikte hareket etme imkanı olabilir mi? Zira Hristiyan birliği diyebileceğimiz AB var. Yahudilerin resmiyeti tartışmalı  olsa da kendilerine ait küçük bir devletleri var. Devletleri küçük ama dünyanın her bir tarafına yayılan ve dünya ekonomisine ve devletlere yön veren para babaları hep Yahudi olduğu için aynı bayrak altında yaşamasalar da İsrail'in büyümesi, gelişmesi için çaba sarf etmektedir her bir Yahudi. Budistlerin birlikteliği var, Konfüçyüs olanlar hakeza bir ve beraber olarak hareket etmektedir. Görünen o ki dünyada bölük-pörçük olan sadece Müslüman ülkeler var.

Birçok Müslüman’ın hayalinde ve idealinde İslam birliği var. Rahmetli Erbakan ömrü boyunca "İslam Birliği, İslam Ortak Pazarı..." diye dillendirdi durdu. Şimdilerde artık bu fikri savunan neredeyse kalmadı gibi. Peki, İslam birliği sağlanabilir mi? Görünen köye göre bu mümkün değil. Zira İslam ülkelerinin başında o ülkeleri yönetenlerin öyle bir derdi yok.

İslam ülkelerinin özellikle Arapların elindeki imkanlar başka devletlerde olsa dünyayı kilitlerler, adım attırmazlar, tüm dünyayı kendilerine bende yaparlar. Çünkü petrol, doğalgaz gibi yer altı ve yer üstü zenginliklerinin çoğu halkı Müslüman ülkelerde. Allah vermiş de vermiş bu ülkelere. Belki de İbrahim’in (as) yaptığı dua sayesinde nimetlerin en güzelini verdi bize Allah,  Hani İbrahim: “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır” demişti de (Allah: “Sadece inananları değil) inkâr edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o” demişti. (Bakara Suresi, 126) Nedense İslam ülkelerinde olan bu rızıktan bugün İslam ülkelerinin faydalanmasından ziyade Müslüman olmayanlar yararlanıyor. Başta Orta Doğu olmak üzere Müslüman ülkelerde kan ve gözyaşının eksik olmamasının temel nedeni oradaki yer altı kaynaklarından Batı ve ABD’nin elini çekmemesi yatmaktadır. Görünürde bağımsızlığın sembolü , bayrakları ve sınırları olan İslam ülkelerinin kaynakları sömürgecilere peşkeş çekilmiş durumda. Hazine değerindeki kaynaklara sahip olan İslam ülkeleri ise bu peşkeş ve soygunlara seyirci kaldığı gibi kazandıkları paraları sömürgecilerin bankalarında tutmak suretiyle yine onlara para kazandırmaya devam ediyorlar. Çünkü iktidarda kalmaları sömürgeci devletleri beslemekten geçiyor. Yoksa ülkelerinin başında bir gün bile kalamazlar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kendilerine cetvelle çizilerek ulufe gibi dağıtılmıştır buralar. Emek sarf ederek elde etmemişlerdir. Hayırsız evladın babasının mirasını har vurup savurduğu gibi bunlar da servet ve malın içerisinde şaşaalı bir hayat yaşıyorlar. Müslümanlık gibi bir dertleri yok ki İslam birliği gibi bir tasaları olsun. Ne kendilerinde bir irade var, ne de gayret. Batı, “Oturun oturduğunuz yerde dese” adamlar yıllar yılı yerlerinden kalkamazlar. Yine ağa-babaları onlara, “İslam’ı terk edin dese” güle oynaya inkar yolunu seçecekler.

Şimdi de birilerinin kurmasıyla birlikte Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri, yine bir körfez ülkesi olan Katar’a had bildirmeye kalkıyor. Yesinler sizin iradenizi! İslam’ın ve Müslümanların yüz karasısınız bilesiniz. Ortadoğu’nun başına gelenler Batı ve ABD’den ziyade sizin irade ortaya koyamayışınızdır, bu kişiliksiz siyasi iradesizlik sizde olduğu müddetçe daha birileri çok başınıza vurur. Sizden bırakın İslam birliğini beklemek bir halt olmaz, hiçbir cacık bile olmaz. Yanı başınızda ırktaş ve dindaş olduğunuz Suriye’deki kanı bile durduracak irade göstermeyen sizler yine ırktaş ve dindaşınız olan Katar’a yok yere had bildirmeye kalkıyorsunuz. Siz ancak birbirinize efelenir, efendilerinizin karşısında el pençe durur, süt dökmüş kedi gibi olursunuz.

Yazıklar olsun size! Yeter ki gölge etmeyin, sizin ihsanınızı da istemeyiz. Siz, İslam’ın ve Müslümanların olsa olsa yüz karası, düşmanların maskarası olursunuz. “Siz istemeseniz de Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktır”. Er veya geç... Bu, böyle biline… 07/06/2017

* 10/06/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Her yıl ramazan umresine gitmek

Allah'ın evi dediğimiz, kıble kabul ettiğimiz Kabe'yi ziyaret etmek, peygamberimizin yaşadığı hatıraları yaşamak, Müslümanlarca mukaddes kabul edilen mekanları görmek, manevi yönden gıdalanmak her Müslümanın gerçekleştirmek istediği hayalidir. Yeter ki fırsat bulabilsin insanımız, parasını ayarlayabilsin, işini-gücünü hale-yola koyabilsin. Şahsıma gitmek nasip olmadı, ama gidip gelenlerden dinlediğimize göre oranın atmosferi daha bir başka olduğunu duyuyoruz. Gidenin bir daha gitmek istediği sitayişiyle karşılaşıyoruz. başta ben olmak üzere Rabbim gitmeyenlere gitmeyi, görmeyenlere görmeyi, oradaki atmosferi yaşamayı nasip etsin. Çünkü önemli bir ibadet deruhte ediliyor orada.

Türkiye'de son yıllarda ardı arkasına her yıl ramazan umresine gitme furyası başladı. Baştan söyleyeyim umreye giden kimsenin kendi tercihi. Saygı duymaktan, Allah kabul etsin demekten başka diyeceğimizi olamaz. Üstelik para da kendisinden. Demek istediğim umreyi rutin hale getirmek ne derece doğru? Sevap kazanmak sadece umre ile mi sınırlı? Başka türlü ibadet yapılamaz mı? Bir defa gidip gelmek yeterli gelmiyor mu? Çünkü az para ile gidilmiyor buralara. Hem mal hem de beden ile yapılan bir ibadet ne de olsa. 

Acaba insanımız görmeye doyum olmaz deyip işi tadında bırakıp orada harcayacağı parayı başta kendi çevresi, yakın akrabaları olmak üzere ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamada kullanılsa acaba yerinde bir tasarruf olamaz mı? Biliyorum dile getirdiğim konu su götürür, bu önerimden dolayı bir kısım insanımızdan eleştiri almak da var işin ucunda. Buna rağmen bu konuyu ele almak suretiyle sürekli umreye gitme yerine paranın Türkiye'de gerçek ihtiyaç sahiplerinin derdine derman olacak şekilde harcanması daha yerinde olur kanaatini dile getirmek istiyorum. Umreye gidenin paraya ihtiyacı olmayabilir. Ama orada harcanacak paranın birçok fakirin ihtiyacına merhem olacağına inanıyorum.

İslam dinini bize anlatan ve en iyi şekilde hayatında yaşayan ve yaşantısıyla bize örnek olan Hz Muhammed kaç defa umre ve hac yapmıştır? Bildiğim kadarıyla Peygamberimiz hayatında birer defa bu görevleri ifa etmiştir. Bu konuyu enine-boyuna değerlendirirken bu konuda Peygamberimizin tasarrufunu da göz önüne almamızda fayda vardır.

Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin, başkasına el-avuç açtırmasın. Fakiri-fukarayı, garip-gurabayı sevindirmeyi nasip etsin.  07/06/2017

6 Haziran 2017 Salı

Teravihe gitme geleneğimiz yok olmaya doğru gidiyor **

Ramazanın 12.teravihini eda etmek için mahalle camisine gittim. Hani şu imsakta üç dakika önce ezan okumaya başlayan, iftarda ise vaktin gelmesinden sonra ezan okumak için bir dakika bekleyen imamın camisine. Kare şeklindeki küçük camimizde 2 saflık bir cemaat vardı. Şaşırmadım değil. Çünkü geleneklerimizde farz olan beş vakit namaza gitmesek de sünnet olan teravih namazını kılmak için camilerimiz hınca hınç dolardı. Nedense camide normal cami cemaati vardı.

Geleneğimizdeki teravihe gitme alışkanlığı, yerini diğer günlerdeki cami mahzunluğuna bırakmıştı anlaşılan. Ramazan ayında şenlenen camilerimiz diğer aylardaki garip duruma düşmüştü. Sorun imamda mı acaba dedim. İmamın namaz kıldırışında bir sorun görünmüyordu. İki rekatta bir selam verdi teravihlerde. Her rekatın kıyamında alışa geldiğimiz namaz süreleri dışında Kur'an'dan birer ikişer ayet okudu. Her dört rekatta bir salavat getirildi hep birlikte. İmamın namaz kıldırışında görünürde bir sorun olmadığına göre cemaatin azalmasındaki sorun ne olabilir? Milletin namaza mı ilgisi azaldı? Yoksa her ramazan önümüze ısıtılıp ısıtılıp konan 'Teravih namazı diye bir namaz var mı/ yok mu tartışmaları hedefine mi ulaştı? Vatandaş, madem ki böyle bir namaz yok. O halde kılmama gerek yok, canıma minnet mi demektedir. Ya da benim bilmediğim imama karşı bir tepki mi var? Acaba başka camiler nasıl? Çoğu camiyi bilmiyorum ama daha önce gittiğim daha büyük bir camide de cemaatin toplamı dört safı geçmiyordu.

Sebebi nedir bilmiyorum. Ama teravih namazında cemaatin azalmasının nedeni araştırılmaya değer mutlaka. Bunun için iyi bir saha araştırılması yapılmasında fayda var. İlahiyat fakülteleri bu konuya eğilmeli. Bilimsel bir araştırma yapmalı. 06.06.2017

** 08/06/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Bugünün anne ve babaları huzurevinden yer ayırtmayı ihmal etmeyin!

Günümüzde geleceğimizin teminatı olarak yetiştirdiğimiz nesle yaşına göre sorumluluk vermediğimiz ve onu sürekli koruyup kolladığımız müddetçe çocuklarımız adına da daha fazla çalışacağız demektir. Çünkü yaşına uygun olarak vermediğimiz sorumluluk onu sırtımızdan indirmeyecektir. Bu demektir ki hem kendimiz hem de çocuklarımızı mutlu etmek için iki kat çalışacağız demektir.

Bu çağın anne ve babalarının çocuk yetiştirmedeki en büyük sorunu kendi anne ve babalarının kendisine verdiği sorumluluğu kendi çocuklarından esirgemeleridir. Yani aşırı korumacılık hastalığıdır, onlara kıyamamaktır. Öncelikle biz anne ve babaların, "Geçmişte ben çok çektim, çocuğum çekmeyecek; ben çok özlem duydum, onlar özlem duymayacak; ben neyi göremediysem çocuğum onu görecek. Asla ezilmeyecek..." hastalığından kurtulması gerekiyor.

Çocuklarımıza vermediğimiz sorumluluktan dolayı onları mutlu edebilecek miyiz? Sanmıyorum. Hiç mutlu olmazlar/olamazlar. Çünkü  onları mutlu etmek amacıyla her istediklerini yapmak, her istediklerini almak onları doyumsuz isteklere gark edecektir. Emek sarf edilmeden elde edilen şeyler onları hazıra konmuş mirasyedi evlat yapar. Yapacakları basit işleri bile kendimize havale etmek onları hazır yiyici yetiştirecektir bir defa. 

Okumanın dışında hiç sorumluluk vermeden üniversite mezunu yaptığımız çocuğumuz hayatın yükünü çekmeye hazır olur mu acaba? Olamaz. Çünkü 24-25 yaşında ilk defa sorumluluk alacak olan çocuk yüzme bilmeden denize açılan kimseye benzer. Ya girer boğulur, ya da boğulma endişesiyle denize girmez. Halbuki hayat bir deryadır. Onun şartlarına göre insan manevra yapamazsa hayatın içinde kaybolur gider. Burada yok olup gidecek nesilden bahsetmiyorum. Onlar yine yaşamaya devam edecekler. Ama hiç kendileri olmadan. Yine anne ve babasından bekleyecek her şeyi. Anne ve baba ona hep verecek, o ise hiç onlara bir şey vermeyecek. 

Hayatın yükünü tam üstlenemeden ya sizin başınıza bir şey gelirse ne olacak? Çocuğunuz nasıl yaşayacak? Bu durumda hayata alışması zor olacak. Haydi sizin başınıza bir şey gelmedi. Pekiyi, çocuğunuzun size bir faydası olur mu? Hastalansanız, yatalak durumuna düşseniz, bakıma muhtaç olsanız size bakabilecek mi? Bakmaz, bakamaz. Bu durumda sizin gidebileceğiniz en iyi yer huzurevi olacaktır. Başkası da paklamaz. Siz de çocuğunuza yük olmak istemezsiniz zaten. Kendiniz tıpış tıpış huzurevinin kapısını çalarsınız. Çünkü uçan kuştan korudunuz onu. Kem gözlerden sakındınız onu. Hayatın içinde hiç yoğurulmayan size nasıl bakacak? Bu, tabiatın ruhuna aykırıdır. Eğer evlenir, çoluk-çocuğa karışır, evliliğini devam ettirebilirse kendine ve çocuklarına bakıp onları büyütebilirse büyük başarıdır.

Bu durumda siz en iyisi şimdiden huzurevinden kendiniz için bir yer ayırtsanız iyi olur. Çünkü bu gidişle huzurevine gidecek, orada kalacak kişilerin sayısı her geçen yıl artacaktır. Huzurevinde son günlerinizi yaşarken evladınız dışında sizi ziyaret edecek birkaç kişiyle vakit geçirirsiniz artık. Bu kadar huzur  size yeter de artar bile. Orada günlerinizi geçirirken size sorumluluk veren anne ve babanızı da hayırla yad etmeyi unutmayın olmaz mı? 06/06/2017