7 Haziran 2017 Çarşamba

İslam'ın yüz karası, düşmanın maskarası *

Malumunuz dünyada halkı Müslüman olan ve resmi din olarak İslamiyet’i kabul eden ülke sayısı 63 tanedir. Bu ülkelerden 23 tanesi ırk bazında Arap olarak bilinmektedir. Ele almak istediğim bu konuda kastım halkı Müslüman ülkelerdir. İfade ederken İslam devletleri diye bahsedeceğim.

İslam ülkeleri arasında acaba İslam birliğini sağlamak mümkün mü? Ya da tek devlet olmaları sağlanabilir mi? İslam birliği sağlanamasa da tek devlet olamasalar da acaba dünyada cereyan eden olaylara karşı birlikte hareket etme imkanı olabilir mi? Zira Hristiyan birliği diyebileceğimiz AB var. Yahudilerin resmiyeti tartışmalı  olsa da kendilerine ait küçük bir devletleri var. Devletleri küçük ama dünyanın her bir tarafına yayılan ve dünya ekonomisine ve devletlere yön veren para babaları hep Yahudi olduğu için aynı bayrak altında yaşamasalar da İsrail'in büyümesi, gelişmesi için çaba sarf etmektedir her bir Yahudi. Budistlerin birlikteliği var, Konfüçyüs olanlar hakeza bir ve beraber olarak hareket etmektedir. Görünen o ki dünyada bölük-pörçük olan sadece Müslüman ülkeler var.

Birçok Müslüman’ın hayalinde ve idealinde İslam birliği var. Rahmetli Erbakan ömrü boyunca "İslam Birliği, İslam Ortak Pazarı..." diye dillendirdi durdu. Şimdilerde artık bu fikri savunan neredeyse kalmadı gibi. Peki, İslam birliği sağlanabilir mi? Görünen köye göre bu mümkün değil. Zira İslam ülkelerinin başında o ülkeleri yönetenlerin öyle bir derdi yok.

İslam ülkelerinin özellikle Arapların elindeki imkanlar başka devletlerde olsa dünyayı kilitlerler, adım attırmazlar, tüm dünyayı kendilerine bende yaparlar. Çünkü petrol, doğalgaz gibi yer altı ve yer üstü zenginliklerinin çoğu halkı Müslüman ülkelerde. Allah vermiş de vermiş bu ülkelere. Belki de İbrahim’in (as) yaptığı dua sayesinde nimetlerin en güzelini verdi bize Allah,  Hani İbrahim: “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır” demişti de (Allah: “Sadece inananları değil) inkâr edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o” demişti. (Bakara Suresi, 126) Nedense İslam ülkelerinde olan bu rızıktan bugün İslam ülkelerinin faydalanmasından ziyade Müslüman olmayanlar yararlanıyor. Başta Orta Doğu olmak üzere Müslüman ülkelerde kan ve gözyaşının eksik olmamasının temel nedeni oradaki yer altı kaynaklarından Batı ve ABD’nin elini çekmemesi yatmaktadır. Görünürde bağımsızlığın sembolü , bayrakları ve sınırları olan İslam ülkelerinin kaynakları sömürgecilere peşkeş çekilmiş durumda. Hazine değerindeki kaynaklara sahip olan İslam ülkeleri ise bu peşkeş ve soygunlara seyirci kaldığı gibi kazandıkları paraları sömürgecilerin bankalarında tutmak suretiyle yine onlara para kazandırmaya devam ediyorlar. Çünkü iktidarda kalmaları sömürgeci devletleri beslemekten geçiyor. Yoksa ülkelerinin başında bir gün bile kalamazlar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında kendilerine cetvelle çizilerek ulufe gibi dağıtılmıştır buralar. Emek sarf ederek elde etmemişlerdir. Hayırsız evladın babasının mirasını har vurup savurduğu gibi bunlar da servet ve malın içerisinde şaşaalı bir hayat yaşıyorlar. Müslümanlık gibi bir dertleri yok ki İslam birliği gibi bir tasaları olsun. Ne kendilerinde bir irade var, ne de gayret. Batı, “Oturun oturduğunuz yerde dese” adamlar yıllar yılı yerlerinden kalkamazlar. Yine ağa-babaları onlara, “İslam’ı terk edin dese” güle oynaya inkar yolunu seçecekler.

Şimdi de birilerinin kurmasıyla birlikte Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri, yine bir körfez ülkesi olan Katar’a had bildirmeye kalkıyor. Yesinler sizin iradenizi! İslam’ın ve Müslümanların yüz karasısınız bilesiniz. Ortadoğu’nun başına gelenler Batı ve ABD’den ziyade sizin irade ortaya koyamayışınızdır, bu kişiliksiz siyasi iradesizlik sizde olduğu müddetçe daha birileri çok başınıza vurur. Sizden bırakın İslam birliğini beklemek bir halt olmaz, hiçbir cacık bile olmaz. Yanı başınızda ırktaş ve dindaş olduğunuz Suriye’deki kanı bile durduracak irade göstermeyen sizler yine ırktaş ve dindaşınız olan Katar’a yok yere had bildirmeye kalkıyorsunuz. Siz ancak birbirinize efelenir, efendilerinizin karşısında el pençe durur, süt dökmüş kedi gibi olursunuz.

Yazıklar olsun size! Yeter ki gölge etmeyin, sizin ihsanınızı da istemeyiz. Siz, İslam’ın ve Müslümanların olsa olsa yüz karası, düşmanların maskarası olursunuz. “Siz istemeseniz de Allah mutlaka nurunu tamamlayacaktır.” Er veya geç...Bu, böyle biline… 07/06/2017

* 10/06/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Her yıl ramazan umresine gitmek

Allah'ın evi dediğimiz, kıble kabul ettiğimiz Kabe'yi ziyaret etmek, peygamberimizin yaşadığı hatıraları yaşamak, Müslümanlarca mukaddes kabul edilen mekanları görmek, manevi yönden gıdalanmak her Müslümanın gerçekleştirmek istediği hayalidir. Yeter ki fırsat bulabilsin insanımız, parasını ayarlayabilsin, işini-gücünü hale-yola koyabilsin. Şahsıma gitmek nasip olmadı, ama gidip gelenlerden dinlediğimize göre oranın atmosferi daha bir başka olduğunu duyuyoruz. Gidenin bir daha gitmek istediği sitayişiyle karşılaşıyoruz. başta ben olmak üzere Rabbim gitmeyenlere gitmeyi, görmeyenlere görmeyi, oradaki atmosferi yaşamayı nasip etsin. Çünkü önemli bir ibadet deruhte ediliyor orada.

Türkiye'de son yıllarda ardı arkasına her yıl ramazan umresine gitme furyası başladı. Baştan söyleyeyim umreye giden kimsenin kendi tercihi. Saygı duymaktan, Allah kabul etsin demekten başka diyeceğimizi olamaz. Üstelik para da kendisinden. Demek istediğim umreyi rutin hale getirmek ne derece doğru? Sevap kazanmak sadece umre ile mi sınırlı? Başka türlü ibadet yapılamaz mı? Bir defa gidip gelmek yeterli gelmiyor mu? Çünkü az para ile gidilmiyor buralara. Hem mal hem de beden ile yapılan bir ibadet ne de olsa. 

Acaba insanımız görmeye doyum olmaz deyip işi tadında bırakıp orada harcayacağı parayı başta kendi çevresi, yakın akrabaları olmak üzere ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamada kullanılsa acaba yerinde bir tasarruf olamaz mı? Biliyorum dile getirdiğim konu su götürür, bu önerimden dolayı bir kısım insanımızdan eleştiri almak da var işin ucunda. Buna rağmen bu konuyu ele almak suretiyle sürekli umreye gitme yerine paranın Türkiye'de gerçek ihtiyaç sahiplerinin derdine derman olacak şekilde harcanması daha yerinde olur kanaatini dile getirmek istiyorum. Umreye gidenin paraya ihtiyacı olmayabilir. Ama orada harcanacak paranın birçok fakirin ihtiyacına merhem olacağına inanıyorum.

İslam dinini bize anlatan ve en iyi şekilde hayatında yaşayan ve yaşantısıyla bize örnek olan Hz Muhammed kaç defa umre ve hac yapmıştır? Bildiğim kadarıyla Peygamberimiz hayatında birer defa bu görevleri ifa etmiştir. Bu konuyu enine-boyuna değerlendirirken bu konuda Peygamberimizin tasarrufunu da göz önüne almamızda fayda vardır.

Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin, başkasına el-avuç açtırmasın. Fakiri-fukarayı, garip-gurabayı sevindirmeyi nasip etsin.  07/06/2017

6 Haziran 2017 Salı

Teravihe gitme geleneğimiz yok olmaya doğru gidiyor **

Ramazanın 12.teravihini eda etmek için mahalle camisine gittim. Hani şu imsakta üç dakika önce ezan okumaya başlayan, iftarda ise vaktin gelmesinden sonra ezan okumak için bir dakika bekleyen imamın camisine. Kare şeklindeki küçük camimizde 2 saflık bir cemaat vardı. Şaşırmadım değil. Çünkü geleneklerimizde farz olan beş vakit namaza gitmesek de sünnet olan teravih namazını kılmak için camilerimiz hınca hınç dolardı. Nedense camide normal cami cemaati vardı.

Geleneğimizdeki teravihe gitme alışkanlığı, yerini diğer günlerdeki cami mahzunluğuna bırakmıştı anlaşılan. Ramazan ayında şenlenen camilerimiz diğer aylardaki garip duruma düşmüştü. Sorun imamda mı acaba dedim. İmamın namaz kıldırışında bir sorun görünmüyordu. İki rekatta bir selam verdi teravihlerde. Her rekatın kıyamında alışa geldiğimiz namaz süreleri dışında Kur'an'dan birer ikişer ayet okudu. Her dört rekatta bir salavat getirildi hep birlikte. İmamın namaz kıldırışında görünürde bir sorun olmadığına göre cemaatin azalmasındaki sorun ne olabilir? Milletin namaza mı ilgisi azaldı? Yoksa her ramazan önümüze ısıtılıp ısıtılıp konan 'Teravih namazı diye bir namaz var mı/ yok mu tartışmaları hedefine mi ulaştı? Vatandaş, madem ki böyle bir namaz yok. O halde kılmama gerek yok, canıma minnet mi demektedir. Ya da benim bilmediğim imama karşı bir tepki mi var? Acaba başka camiler nasıl? Çoğu camiyi bilmiyorum ama daha önce gittiğim daha büyük bir camide de cemaatin toplamı dört safı geçmiyordu.

Sebebi nedir bilmiyorum. Ama teravih namazında cemaatin azalmasının nedeni araştırılmaya değer mutlaka. Bunun için iyi bir saha araştırılması yapılmasında fayda var. İlahiyat fakülteleri bu konuya eğilmeli. Bilimsel bir araştırma yapmalı. 06.06.2017

** 08/06/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Bugünün anne ve babaları huzurevinden yer ayırtmayı ihmal etmeyin!

Günümüzde geleceğimizin teminatı olarak yetiştirdiğimiz nesle yaşına göre sorumluluk vermediğimiz ve onu sürekli koruyup kolladığımız müddetçe çocuklarımız adına da daha fazla çalışacağız demektir. Çünkü yaşına uygun olarak vermediğimiz sorumluluk onu sırtımızdan indirmeyecektir. Bu demektir ki hem kendimiz hem de çocuklarımızı mutlu etmek için iki kat çalışacağız demektir.

Bu çağın anne ve babalarının çocuk yetiştirmedeki en büyük sorunu kendi anne ve babalarının kendisine verdiği sorumluluğu kendi çocuklarından esirgemeleridir. Yani aşırı korumacılık hastalığıdır, onlara kıyamamaktır. Öncelikle biz anne ve babaların, "Geçmişte ben çok çektim, çocuğum çekmeyecek; ben çok özlem duydum, onlar özlem duymayacak; ben neyi göremediysem çocuğum onu görecek. Asla ezilmeyecek..." hastalığından kurtulması gerekiyor.

Çocuklarımıza vermediğimiz sorumluluktan dolayı onları mutlu edebilecek miyiz? Sanmıyorum. Hiç mutlu olmazlar/olamazlar. Çünkü  onları mutlu etmek amacıyla her istediklerini yapmak, her istediklerini almak onları doyumsuz isteklere gark edecektir. Emek sarf edilmeden elde edilen şeyler onları hazıra konmuş mirasyedi evlat yapar. Yapacakları basit işleri bile kendimize havale etmek onları hazır yiyici yetiştirecektir bir defa. 

Okumanın dışında hiç sorumluluk vermeden üniversite mezunu yaptığımız çocuğumuz hayatın yükünü çekmeye hazır olur mu acaba? Olamaz. Çünkü 24-25 yaşında ilk defa sorumluluk alacak olan çocuk yüzme bilmeden denize açılan kimseye benzer. Ya girer boğulur, ya da boğulma endişesiyle denize girmez. Halbuki hayat bir deryadır. Onun şartlarına göre insan manevra yapamazsa hayatın içinde kaybolur gider. Burada yok olup gidecek nesilden bahsetmiyorum. Onlar yine yaşamaya devam edecekler. Ama hiç kendileri olmadan. Yine anne ve babasından bekleyecek her şeyi. Anne ve baba ona hep verecek, o ise hiç onlara bir şey vermeyecek. 

Hayatın yükünü tam üstlenemeden ya sizin başınıza bir şey gelirse ne olacak? Çocuğunuz nasıl yaşayacak? Bu durumda hayata alışması zor olacak. Haydi sizin başınıza bir şey gelmedi. Pekiyi, çocuğunuzun size bir faydası olur mu? Hastalansanız, yatalak durumuna düşseniz, bakıma muhtaç olsanız size bakabilecek mi? Bakmaz, bakamaz. Bu durumda sizin gidebileceğiniz en iyi yer huzurevi olacaktır. Başkası da paklamaz. Siz de çocuğunuza yük olmak istemezsiniz zaten. Kendiniz tıpış tıpış huzurevinin kapısını çalarsınız. Çünkü uçan kuştan korudunuz onu. Kem gözlerden sakındınız onu. Hayatın içinde hiç yoğurulmayan size nasıl bakacak? Bu, tabiatın ruhuna aykırıdır. Eğer evlenir, çoluk-çocuğa karışır, evliliğini devam ettirebilirse kendine ve çocuklarına bakıp onları büyütebilirse büyük başarıdır.

Bu durumda siz en iyisi şimdiden huzurevinden kendiniz için bir yer ayırtsanız iyi olur. Çünkü bu gidişle huzurevine gidecek, orada kalacak kişilerin sayısı her geçen yıl artacaktır. Huzurevinde son günlerinizi yaşarken evladınız dışında sizi ziyaret edecek birkaç kişiyle vakit geçirirsiniz artık. Bu kadar huzur  size yeter de artar bile. Orada günlerinizi geçirirken size sorumluluk veren anne ve babanızı da hayırla yad etmeyi unutmayın olmaz mı? 06/06/2017


Eğitim ve öğretim üzerine öneriler -II-

Beş yıllık zorunlu eğitim önce 1997 yılında 8 yıla, 2012 yılından itibaren de 12 yıla çıkarıldı. Şimdi de zorunlu eğitimin 13 yıla çıkarılması gündemde. Bir filden şikayetçi olan Nasrettin Hoca'nın, Timur’dan ikinci fili istemesine benzer bu durum.

Yetkililerimiz 12 yıllık zorunlu eğitimden ne buldular ki 13 yıla çıkarmayı düşünüyorlar. Baştan söyleyeyim bu ülkenin sorunu yapılan eğitimin yıl bazında az veya çok olmasından kaynaklanmıyor. Amaç sorunu çözmekse eğer, çözümü başka yerlerde aramak lazım. MEB'in çabası "Kellim kellim la yenfeu" olmaktan öte bir amaca hizmet etmeyecektir.

Bizim kültürümüzde "Beşikten mezara ilim öğrenme vardır." bir defa. Öğrenmenin yaşı, başı ve sınırlaması olmaz. Eğitimde yıl dayatmasından ziyade eğitim ve öğretimin belirli bir yaşa kadar örgün, ardından yaygın ve çıraklık şeklinde devam etmesinde fayda vardır. Marifet ana sınıfından alınan çocuğun sene kaybetmeden liseyi bitirmesi olmamalıdır. Burada sorun kapasitesine, yeteneğine bakılmadan aynı yaş grubundaki çocukların aynı ortamda okutulmasının istenmesidir. Nasıl ki beş parmağın beşi de bir değilse kapasite, fıtrat, zeka ve akıl yönünden de çocuklarımız aynı değildir.

Çocuklar ilk kademeyi bitirdikten sonra kapasite ve yeteneklerine göre tasnif edilmeli. IQ-zeka testi çıkarılmalı her çocuğun. Zekasına göre sorumluluk verilmeli. Hangi zeka türünün ne kadar okuyacağı tespit edilmeli. İş şansa bırakılmadan, herkesi aynı torbaya koymadan yol almanın yolları bulunmalıdır. Bazı çocuklar vardır ki ortaokul 6.sınıftan itibaren çıraklık eğitim marifetiyle meslek öğrenme yoluna gitmelidir, bazı çocuklar, ortaokulu bitirdikten sonra yeteneğine uygun iş alanlarını öğrenmek için seçilmelidir. Bazı çocuklar liseyi bitirdikten sonra iş hayatına atılmalıdır. Bazı çocuklar vardır ki üniversiteyi okuması zorunlu hale getirilmelidir. Bazıları vardır ki lisans eğitiminin üzerine yüksek lisans yapma yolu açılmalıdır. Devlet hangi alanda ne kadar elemana ihtiyaç varsa bir fizibilite çalışması yaptıktan sonra zeka testine uygun öğrenci seçerek eğitim ve öğretimde mesafe almalıdır. Her öğrenciye her sınıfı, her dersi okutma modasından vazgeçilmelidir. Çünkü bu iş kapasite meselesidir. Çocuklara kaldırabileceği kadar yük yüklenmelidir. 

Bu ülkenin sadece üniversite mezunlarına değil, hayatın her alanında çalışabilecek insan gücüne ihtiyacı vardır. Çünkü hayat iş bölümünden ibarettir. Liseyi bitirdikten sonra üniversite kapısında öğrencileri bekletmek, onlara zorla üniversite kazanma yolunu dayatmak, üniversiteyi okuduktan sonra alanıyla ilgili iş verememek hayra alamet değildir bilesiniz. Herkesin efendi olmaya çalıştığı bir ortamda hizmet sahasında çalışacak adam bulunamayacak bu gidişle.

İlkokulu bitirdikten sonra her yaş ve sınıf seviyesinde “Ben okumak istemiyorum” diye bağıran çocukları elemek suretiyle okumaya hevesli, belirli hedefi olan çocukların önü açılmalıdır. Elenen çocuk ya kendine gelecek, ya da ekmeğini ve geleceğini kazanacağı bir alana kayacaktır. Devlet, anne ve babalar okuma hedefi olan kişiler üzerine yoğunlaşacaktır. Siz hangi sistemi getirirseniz getirin, eleme sisteminin olmadığı hiçbir sistem bu ülkeye başarı getirmez. Yaptıklarımızla, sarf ettiğimiz gayret ve çaba ile sadece havanda su dövülmüş olur. 06/06/2017

Eğitim ve öğretim üzerine öneriler -I-

Başta eğitim ve öğretime yön veren siyasiler olmak üzere hepimizin malumudur ki eğitimimizi sos veriyor. Yapılan onca sistem değişikliğine rağmen ileriye gideceğimiz yerde gerisin geriye gidiyoruz. Toplum olarak yerinde saymaya bile razıyız. Eğitim ve öğretimin lise bitinceye kadar ücretsiz ve zorunlu olduğu ülkemizde hem devlet hem de veliler olarak dişimizden tırnağımızdan artırdığımızı eğitime harcıyoruz. Sonuç sıfır elde var sıfır bile değiliz. Sıfır elde eksilerdeyiz.
Başta yetkililer olmak üzere yediden yetmişe eğitim ve öğretimin iyileştirilmesine odaklandık, maalesef bu kadar iyi niyetin bol olduğu bu ülkede bu alanda bir arpa boyu yol alamadık. Denemediğimiz yol, metot, sistem; harcamadığımız para kalmadı. Dolduruyoruz olmuyor, boşaltıyoruz olmuyor. Onca çabaya rağmen ne yaptığımızı bilen varsa beri gelsin. Hiç olmadığı kadar aciziz bu konuda. Eğitim konusunda ortaya koyduğumuz değişimin meyvelerini yemeden akşamdan sabaha yeni değişikliklerle uyanıyoruz durmadan. Yarım mürekkep yalayan herkesin söz söylediği eğitim konusunda yarım bile yalamamış biri olarak bu konuda görüşlerimi ifade etmek istiyorum.
·         Çocuğun başarısında, ona kişilik verilmesinde birinci faktör sınıf öğretmenidir. MEB sınıf öğretmeni seçiminde küçük dimağların seviyesine inebilecek, onları işleyebilecek kalifiye sınıfçılar yetiştirmeli ve çocuklarımızı onlara emanet etmelidir.
·         Ortaokul ve lise eğitim ve öğretim arasındaki uçurumlar yok edilmelidir. Zira öğrencilerin bozulmaya yüz tuttuğu yerler ortaokullardır. İlkokulda tek öğretmeni olan çocuk ortaokula gelince aynı anda 10-12 öğretmenle karşılaşıyor. Hayatında ilk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk ‘Ne oluyorum’ demeye başlıyor. Çocuk ortaokulda sahipsiz kalıyor, yeterince ona rehberlik yapılmıyor, ağır ders yükünün altında eziliyor; yalanı, dolanı, sahtekarlığı, kopya çekmeyi, devamsızlık yapmayı, okuldan kaçmayı burada bulduğu boşluktan öğreniyor. Yeterince sorumluluğunu üstlenemiyor. İlkokulda görmediği ve yapmadığı kadar sınavı ortaokulda görmeye başlıyor, TEOG’da ihtiyaç olacak diye notlar alabildiğince şişiriliyor. Veli-öğrenci-okul yönetimi notların yükseltilmesi peşinde. Bunu gören öğretmen alabildiğine notları şişiriyor. Böylece kimse çocuğun seviyesini öğrenemiyor. Yapılan merkezi sınav alabildiğine kolaylaştırılıyor ve 17 bin birinci çıkıyor. Herkes mutlu mu mutlu! TEOG sınavına giremeyen öğrenci bir başka zaman telafi sınavına alınıyor, öğrenci sınava gelmediği zaman öğretmen mazeretine bakmaksızın peşinden koşarak  sınavını yapmaya çalışıyor. Takdir almayan öğrencinin sayısı bir sınıfta neredeyse yok gibidir. Hiç belge alamayan teşekkürle yetiniyor.

Çocuk liseye gelince derslerin çeşidi ve haftalık ders yükü biraz daha artıyor, devamsızlık mazeretsiz on güne iniyor, ortaokulda aldığı yüksek notların yarısını almaya başlıyor öğrenci. Bu sefer veli ve öğrenci yine “Ne oluyor” demeye başlıyor. Öğretmeni, yönetimi ve okulu suçlamaya başlıyor. Düşük notu gören öğrenci ve veli derslere takviye amaçlı başka yollara tevessül ediyor. Lise üçüncü sınıftan itibaren geleceğine yön verecek seçmeli dersleri seçmeye başlıyor. Kimse yeteneğine ve yapabileceğine uygun seçmeli dersleri seçmiyor, herkes gelecek vadeden seçmeli dersleri seçiyor. Öğrenci kakalamaca okulu bitiriyor. Önce YGS, ardından LYS sınavlarına giriyor. Bu sınavlara giren öğrenci sınav başlama saatinden en az 15 dakika önce sınav yerinde olmak zorunda. Olamadıysa hiçbir mazeret kabul edilmez. İştah ve hevesini önümüzdeki yıla saklar. Sınava giren çoğu öğrenci boyunun ölçüsünü alır, TEOG’da sayısız birincinin yerini birkaç birinci alır. Çoğu kimse barajı geçemez, TEOG birincisinden fazla sayıda öğrenci sıfır çeker. Çünkü burada ortaokulun zıddına dört yanlış bir doğruyu da götürmektedir. Anlatmak istediğim ilkokul, ortaokul, lise okuma ve değerlendirme arasında uçurumlar vardır. Basitten zora doğru azar azar sorumluluk verilerek makas daraltılmalıdır.

İlkokulda alabildiğine verilen geniş alan, biraz daraltılarak ortaokulda devam ediyor, lisede ise tamamen sıkboğaz etme yoluna gidiliyor. Ortaokulda çocuğun gerçek başarısı ve yeteneği ölçülemediği için veli, çocuğunun lisede değiştiğini sanıyor. Halbuki, esas çocuğun kendini ve sorumluluğunu kaybettiği alan ortaokullardır. İşin garibi çocuğa sorumluluk verilecek yer olan ortaokulda çocuklara rehberlik yapabilmek için 8.sınıf hariç müstakil bir ders saati bile yoktur. 8.sınıf ve lisede yapılmak istenen rehberlik en fazla ihtiyaç duyulduğu 5.6.7.sınıflardan esirgenmektedir.

Ortaokulda ders çeşitleri ve haftalık ders yükü azaltılma yoluna gidilebilir. Devamsızlık için bir süre belirlenebilir, Beden Eğitimi gibi öğrenciyi rahatlatacak, oyun isteğini giderecek derslere haftalık ders saatinde daha fazla yer verilebilir. Belirli bir not ortalamasını yakalayamayan öğrencinin sınıf tekrarı yapılmasına imkan verilebilir, ŞÖK ile öğrenci geçirme yöntemi kaldırılmalıdır. Özellikle ortaokullarda getirilecek eleme usulü eğitim ve öğretimde başarıyı yakalayacak düşüncesindeyim.

Kangren haline gelmiş eğitim ve öğretimi birkaç öneri ile halletmek mümkün değildir. Başka yapılması gereken hususlar da vardır. Ama ne yaparsınız ki tüm bunları yazmaya bizim sayfamız yeterli gelmez. Bu yüzden önerilerimi burada noktalamak istiyorum. 06/06/2017



5 Haziran 2017 Pazartesi

Ramazan ve ben *

Geçen yılın ramazan başlangıcı olan 6 Haziran aynı zamanda benim doğum günümdü. Ramazanda doğduğum zaman ailem isim bulmada zorlanmamış, birçok ailenin yaptığı gibi, “Bunun adı ramazan olsun” demiş. Geçen yıl ramazanın başlangıcı dolayısıyla kendi sayfam olan blogspotumda (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2016/06/ramazann-ilk-gunu-ben.html) ramazanla ilgili yazdığım yazıdan bir kesit paylaşmak istiyorum:

06/06/2016 tarihi itibariyle 219.213 kişi Ramazan ismini kullanıyormuş. Türkiye'de en fazla kullanılan 58.isim. Sözlüklere göre ‘ramaz’ kökünden türemiştir. Yanmak manasına geliyor. Güneşin sıcaklığının şiddetinden gayet kızmasıdır ki böyle pek kızgın yere ‘ramda’ denir.  Bu aya ‘Ramazan’ denmesinin bir sebebi; bu ayın günahları yaktığıdır. Elmalı Hamdi Yazır'a göre bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıstırap çekilir. Veyahut oruç hararetinden günahlar yakılır.  Ayrıca yaz sonunda güz mevsiminin başlangıcında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına gelen ‘ramadiyun’ mastarından gelir. Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi şehr-i Ramazan da ehl-i imanı günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiştir. 

Özetlersek Ramazan: Yanmış, kızarmış, kızgın, yağmur anlamlarına geliyor. Bugün malumunuz Ramazan ayının ilk günü idi. İlk günde yakmadı. Hava bulutlu ve hafif rüzgarlı idi. 17 saati aşkın oruçlu olduk, ilk gün  teğet geçti, halen yakmadı. Susatmadı. Başı rahmet deniyordu. Bu akşam rahmetine de kavuştuk. Teravihe giderken ıslattı bizi.  İnşallah rahmeti daim olur bizlere.

219 bin isimden % 90'ı bu ayda dünyaya geldiği için bu ismi almıştır. Diğer 10'luk bir kesim baba ya da dedenin isminin verilmesinden ibaret olsa gerek. Ben de bugün yani Ramazan ayında doğduğumdan bana,  bu isim verilmiş. İsmimle müsemma olmuşum: Yanmış, sararmış, susamış, kızarmış görüntüm tam Ramazan'ı ifade ediyor sözlük anlamı itibariyle. Hatta öyle ki; kimine göre kırmızı, kimine göre sarı, kimine göre turuncu, kimine göre havuç renkli saçlarım alameti farikam olmuştur. Saçlarımın şimdilerde ağarmış olması sizi yanıltmasın... Hatta saçımın rengi yüzüme de vurmuş……Doğum günümle Ramazan'ı karşıladım. Rabbim nefsime ağır gelen nice ramazanlara ulaştırmayı ve bu ayda samimi bir şekilde oruç tutmayı nasip etsin cümlemize.”

Hasılı, siz yılda bir ay ramazanı yaşıyorsunuz. Ben hem ismim, hem ruhen, hem de fiziki yönümle 12 ay bu mübarek ramazan ayını yaşıyorum. Kışın üşür, yazın da yanarım. Hele bir Güneş görmeye görsün yüzüm. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı olur. Günlerce yanmış yüzümü iyileştirmek için uğraşırım… İsim olarak sayımız fazla olduğu için bir yerde biri ‘Ramazan!’ diye seslense kime sesleniyor diye en az  birkaç kişi birden bakarız. İsmimi duyan, rengimi gören de aynı zamanda ramazanı yaşamış olur. Bereket, ramazan bu sene tıpkı geçen ramazan gibi serin geçiyor, Güneşiyle fazla yakmıyor. En azından ramazanın şu ilk on günü böyleydi. İnşallah geri kalan günler de bu şekilde geçer. Allah her zorlukla beraber bir kolaylık veriyor. Yeter ki sabretmesini bilelim, böylece muradına ereriz.

Bu vesileyle ramazan; adına uygun olarak verdiği açlık, susuzluk hararetiyle günahlarımızı yakar inşallah! Yağan yağmurlarıyla bizleri günah kirinden temizler! Kalplerimizi iman ile mutmain kılar! 05/06/2017

* 07/06/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.