13 Nisan 2017 Perşembe

Gıda terörüne savaş açma zamanı!

Ne zamandır yediklerimiz ve içtiklerimiz konusunda bir yazı kaleme almak istiyordum. Bugün yarın derken Rus sözcüsünün açıklaması işte şimdi sırası dedirtti bana.

Gündemi takip etmeyenler için Rus sözcüsü ne demiş ona bir bakalım önce. Rus sözcüsü Zaharova, “Han Şeyhun’daki olayla ilgili tespitleri Türkiye değil, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) yapmalı” dedi. Zaharova, şöyle devam etti: "Türkiye Sağlık Bakanlığı, turizm sezonu öncesinde deniz sularının analizi, turizm bölgelerindekiler de dahil olmak üzere gıda ürünlerinin kalite-kontrolü ile uğraşmalı” şeklinde bir açıklama yapmış. Bu açıklamayı İdlip'te Sarin gazı kullanıldığının tespit edildiğini açıklayan Recep Akdağ'ın demeci üzerine yaptı. Aklınca suç bastırıyor. Rusya sarin gazı kullanılıp kullanılmadığı konusunda hop oturup hop kalkıyor. Açıklaması suçluluk psikolojisi taşıyan bir insanın haleti ruhiyesini yansıtıyor. Sözcünün bu açıklaması bana Rusya'yı ziyarete gelen ABD yetkilisi ile Rus yetkilileri arasında geçen bir diyalogu hatırlattı. ABD heyetine Rus yetkililer yeni yaptıkları metroyu gezdirmek isterler. "Efendim! Metro tam vaktinde istasyona ulaşır. En fazla yarım dakika gecikir" şeklinde metronun dakikliğini anlatır. Ardından metronun istasyona gelmesini beklemeye koyulurlar. ABD heyeti, " Efendim, metronuz zamanında gelmedi. Otuz saniye dolduğu gibi on saniyede geçti" deyince Rus yetkilisi: "Ama efendim! Siz de ülkenizdeki Kızılderelileri öldürdünüz" cevabı verir. Bu olayda da görüldüğü gibi suç bastırmada Ruslar baya maharetli. Zaten bir insanın gerçek yüzünü görmek istersen onu sinirlerdir. Sinirlenince kendini ele verir. 

Rus sözcüsünün açıklamasında dediği "gıda ürünlerinin kalite kontrolü" konusuna gelelim. Gıda ürünleri üretim ve yetiştirilmesinde ülkemizin sicili pek iyi değil. Son yıllar hariç sebze ve meyve ihracatımızın en fazla olduğu ülkelerden biri Rusya'dır. Zaman zaman gönderdiklerimiz geri gelir. Pazar ve marketlerden aldığımız sebze ve meyve konusunda halk arasında 'hormonlu' tabiri eksik değildir. Ne kadar sağlıklı gıda yediğimiz su götürmez bir gerçektir. Özellikle sebze satışlarında çok farklı fiyatlar dikkat çekmektedir. Fiyat farklılığı bile pazardan mutfağımıza giren sebzenin üretimi hakkında bilgi vermektedir. Çünkü hormonlu, sera, tarla, ilaçlı, ilaçsız ürünlerin fiyatları farklı farklı.

Sorun sadece sebze ve meyvede değil. Zeytininden, peynirine varıncaya kadar mutfak ürünlerinin taban ve tavan fiyatları arasında kapanmaz bir uçurum var. Halbuki üç aşağı, beş yukarı her bir ürünün bir maliyeti ve kar marjı var. Pekiyi bu uçurumun sebebini nasıl izah ederiz? Kafamızdaki şüphe ve algıların giderilmesi gerekir. Bu konuda Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığına büyük görev düşmektedir. Sebze ve meyve yetiştiriciliği, zeytin ve peynir üretimi başta olmak üzere insan sağlığını tehdit eden gıda ürünlerinin üretim ve imalatı konusunda Bakanlık sert ve caydırıcı tedbirler almalı, sıkı denetim yapmalı, merdiven altı üretime için vermemeli. Standartlara uymayan üretim malının satışına izin vermemeli. Gizli, açık ve ani denetimleri artırmalıdır.

Birçok üreticinin sattığı ayrı, yediği ayrı olacak şekilde ekim ve dikim yaptığı duyumları malumunuzdur. Üretim denetimlerine ürettiği malı üreticiye yedirmekle başlanabilir. Kişiler kendisinin yiyemediği malı üretmemeli. İnsanımıza bu bilinç verilmelidir. Sağlık ve hijyeni tehdit eden üretim yapan insanlar bilmeli ki; kime ne satarsa, kendi sofrasına da aynı ürün gelir. Çünkü sen nasıl üretirsen karşı taraf da aynı şekilde üretir şeklinde düşünülmelidir. Hasılı, kimse kendisinin yemediği, midesinin kabul etmediğini başkasına pazarlamamalıdır.

Sonuç olarak Rus sözcüsünün haddini aşan açıklamasını eleştirelim eleştirmeye. Fakat bu vesileyle sağlıklı, hijyen olmayan gıda üretimimiz varsa -ki var olduğu görülüyor- üretim, imalat ve yetiştirme konusunda kendi evimizin önünü temizleyelim. Kendi insanımıza insan sağlığını tehdit etmeyen yiyecek ve içecek üretelim. Bunu Rus sözcüsü dediği için değil, kendi insanımız için isteyelim. Hep beraber bu gıda terörüne savaş açalım. Yemediğimizi yedirmeyelim kimseye. Sağlıklı bir neslin geleceği için şart bu. 13.04.2017



12 Nisan 2017 Çarşamba

Büyükler güvenilirlikte küçükleri örnek almalı!

Eskiden haber sıkıntısı çekerdik. Bir araya geldiğimizde birbirimize hal-hatır sorduktan sonra “dâ dâ ne var ne yok” diye sorardık. Aldığımız cevap “ne olsun” şeklindeydi. Baktık ki konuşacak konu yok. O zaman konuyu hava raporlarına getirirdik: Havalar da soğudu, bahar kendini gösterdi artık, bu sene rahmet iyi oldu, sizin oralarda yağmur var mı…” diye sorulur, konu açılması murad edilirdi. Şimdilerde pek haber sıkıntısı yaşamıyoruz. Üstelik haberlerin içerisinden haber seçmeye başladık.  Hava raporlarına pek sıra gelmiyor artık. Çünkü sanal alemden an be an hava raporlarını takip ediyoruz. Haber ajansı değilim ama ben de size bugün iki havadisten bahsetmek istiyorum. Biri üzdü, diğeri ise sevindirdi.

Anadolu Ajansının verdiği habere göre “Anayasa değişikliğine ilişkin halk oylamasında, yurtdışında kayıtlı Türk seçmenlerin oy kullanma işleminin tamamlanmasının ardından Türkiye’ye gönderilen 190 torba oy pusulası, ATO Kongre Merkezi’nde kapısında 5 asma kilidin olduğu özel güvenlikli salona konuldu.” Bunun neresi haber diyebilirsiniz. Haber ayrıntılarda… TV ekranından haberleri izlerken güvenlikli salon ekrana getirildi. Kapıda beş tane asma kilit var. Her bir kilitte dört siyasi partiden birinin adı yazılı. Kilitli kapının solunda HDP ve CHP temsilcisi, sağında ise AK Parti ve MHP temsilcisi  oturuyor. Beşinci kilit sanırım YSK temsilcisine ait. Kapının açılabilmesi için her bir siyasi temsilcinin cebinden anahtarı çıkarıp açması gerekiyor. Bu oy pusulalarını kilitli kapının önünde seçim günü akşam sandıklar açılıncaya kadar görevliler bekleyecekler. Sandık güvenliği. Elbette tedbir alınacak diyebilirsiniz. Oy pusulalarının güvenliğini sağlamak, herhangi bir sabotaja veya hırsızlığa karşı elbette emniyet tedbirlerinin alınmasında fayda var. Burada garip olan beş ayrı kilit, her bir anahtarın farklı siyasi parti temsilcilerinde olması. Burada dışarıdan gelebilecek saldırı, hırsızlık olaylarından ziyade içerideki 190 torbayı birbirine karşı koruma görevi sezdim ben. Bu beş kilidi görünce birbirimize hiç güvenimizin kalmadığını gördüm. Ülkem adına üzüldüm gerçekten. Güya biri içeriye girmeye kalkarsa diğer anahtarlar olmadığı için açamayacak, böylece oylar değiştirilmeyecek. Bu görüntümüz sınıfta kaldığımızın bir göstergesi. Bir defa seçmenin verdiği oy değerlidir. Hangisine verirse versin. Görevliler kimden, hangi partiden olurlarsa olsun, atılan oyu korumakla görevlidir. Tek kişi de olsalar değiştirme akıllarının ucundan bile geçmemeli. Odayı beklemekle görevli kişiler ise ayrı ayrı yere oturarak fikren ve zikren ayrıştıklarını da gösteriyor. Biz eveti, hayrı bırakalım da bence ilk önce aramızdaki bu güven bunalımını nasıl gideririz onu düşünelim. Bu toplumun bireyleri, yerde bulduğu para- pulu cebine koymaz, değişik yöntemlerle sahibini bulmaya çalışırdı, hala da bu davranışımızı devam ettiren insanımızın sayısı da az değildir.

İkinci gördüğüm örnek ise ülkenin geleceği adına bana ümit veren bir davranıştı. Zaten bu şekil göğsümüzü kabartan davranışlar da olmasa yaşamanın bir anlamı olmaz. Bugün altıncı saat 7/B sınıfına derse girdim. İki gün öncesinde yaptığım sınav sonuçlarını okudum. Yanlışlarını görsünler diye de sınav kağıtlarını verdim. Öğrenciler kağıtlarına bakarken Ömer isminde bir öğrencim geldi: “Öğretmenim kağıdıma baktım. Bir soruya verdiğim cevabı siz doğru olarak değerlendirmiş ve üç puan fazla vermişsiniz, düzeltir misiniz” dedi. 12 yaşındaki çocuğun bu güzel davranışı tüm yorgunluğumu götürdü. “Ömer! Değerlendirirken görmemişim. Bu şekilde kalsın. Fazladan verdiğim üç puanı almayacağım, helali hoş olsun, seni tebrik ederim” dedim. Ardından ayağa kalkarak aramızda geçen bu olayı sınıfa anlattım. Duygulandığımı ifade ettim. İnşallah hep böyle olur, hayat çizgin bu şekilde devam eder. Benim için dersten yüksek veya düşük almanız değil, önemli olan dürüstlüğünüz. Adın da güzel. İnşallah büyüdüğünde değişmezsin. Hep adil ve güven veren olursun, dedim.

Burada önemli olan üç puan değil. Ki üç puan öğrenciler için önemli. Bir soru yanlış yapıp da hüngür hüngür ağlayan öğrenciler bilirim.

Burada iki olaya bir bakalım. Büyüklerin birbirine güven duymadığı ve güven vermediği birinci olay. Daha 12 yaşında kalbi tertemiz bir öğrenci. Öyle zannediyorum oy pusulalarını bekleyen kişiler de küçüklüğünde belki bu öğrenci gibiydi. Şimdi birbirine güvenmiyorlar, biri diğerinden sandığı koruyor.

Küçüklerdeki bu masumluğu, saflığı, temizliği görünce keşke büyümeseydik, hep çocuk kalsaydık dedim. Çünkü büyüdükçe, okudukça daha dürüst olacağımıza daha fazla kirleniyoruz. Hazır 23 Nisan yaklaştı. Biliyorsunuz her 23 Nisan’da makam sahipleri koltuklarını temsili olarak küçüklere bırakırlar. Gelin bu 23 Nisan’da bu koltukları hep küçüklere sürekli olacak şekilde teslim edelim. İnanın bizden daha iyi yönetirler. Hiç olmazsa çalmazlar, çırpmazlar, sabah kavga ederler, akşam barışırlar. Dünya daha güzel olur. 12/04/2017


11 Nisan 2017 Salı

Analar Esed gibisini bir daha doğurur mu?

04/04/2017 günü Suriye'nin İdlip kentine sarin gazı atıldığı ve bunun sonucunda yüze yakın kişinin öldüğü haberlerini okumuşsunuzdur. Sağlık Bakanı AKDAĞ, sarin gazının kullanıldığının kesin olduğunu tahlil verilerine dayanarak açıkladı. Sarin gazı denilen bir kimyasal silah. Savaşlarda kullanımı yasak.

İran ve Rusya  Esed rejiminin ayakta durmasını sağlamak için Suriye'ye destek vermekle kalmadı. Bizzat savaşın içerisinde. Dünyanın kabadayısı olan ABD başta olmak üzere 2011'den beri Suriye'de yaşanan insanlık dramına  dünya seyirci kaldı. Nihayet sarin gazı kullanımından dolayı ABD, gazı kullanmak üzere havalanan hava limanını bombaladı. ABD kimyasal silahı Esat'ın kullandığını iddia ediyor. Rusya ise araştırılsın, diyor. BM'de kimyasal silah kullanmasından dolayı Esat yönetiminin kınanması gündemde. Bakalım toplanabilirlerse gündeme gelecek. Beş daimi üyeden biri olan Rusya veto ettiği zaman kınama da yapılmaz zaten. Anlaşılan Suriye'deki bu kör dövüşü, insanlık dramı ve komedi devam edeceğe benziyor. Süper devletler oradaki piyonlarıyla oyun kurmaya veya oyun bozmaya devam edecekler. Olan da Suriye halkına olacak. Ceremesini de sınır komşusu olan Türkiye çekmeye devam edecek.

İnsanoğlu hiç olmadığı kadar kuzu postuna girmiş bu şekil acımasız kurt olmadı. Değer miydi bir Esat ailesini korumak için veya Suriye’yi paylaşmak için bu ülkeyi tarumar etmeye. Esat’ın zulmü kadar dünyanın sessizliği de bu işte bir numaralı sorun. Eğitimini Batı’da almış Esat denen gözü dönmüş, vahşi adam koltuğunda durmalı ki yeri geldiği zaman sarin gazı kullanabilsin. Ondan başka kim kullanabilirdi ki! Kimyasal silahtan çocuklar ölmüş. Umurlarında mı? Çocuk yine doğar doğmaya da. Ama her ana  Esed gibisini doğuramaz… Hoş! Gazı Esat mı attı? Belli değil. Mesele Suriye ve dünyaya nizamat veren ülkeler olunca oyun içerisinde oyunun olabileceğini hesaba katmak lazım. Pekala bu sarin gazını oyun dışında kaldığını hisseden ABD de yapmış ve Esed’in üzerine atmış olabilir. Böylece tekrar sahaya dalış yapmış oldu ben daha ölmedim diye.

Kimyasal silahı kim attıysa, kim sebep olduysa, kim atanı koruyorsa Allah belasını versin. İnşallah kendi ölümleri de bu sarin gazından olur. Kendi dünyalık menfaatleri için Suriye’yi kan gölüne döndürenler kanın içerisinde boğulurlar. Ahirette huzur bulamayacaklarını biliyorum. Bu dünyada da huzursuzluklarını görmek istiyorum; kim zulüm yapmaya yeltenirse onlara ibret olsun diye.

Tarihe dönüp bir bakıyorum. Osmanlı’nın bıraktığı yerlerin çoğu huzur bulmuyor. Ortadoğu belki de zamanında Osmanlı'ya -yeterince- destek vermediğinin ceremesini çekiyor... Kim bilir? Dünya hiç olmadığı kadar Osmanlı’ya muhtaç ve hasret bugün. Hasta haliyle bile olsa Ortadoğu’da kimse bu şekilde cirit atamazdı. Birinci Dünya Savaşını çıkaranların amacı da paylaşımın önündeki en büyük engel olan Osmanlı’yı kaldırmakmış. Bunda da başarılı oldular, bizimkilerin çanak tutması sayesinde. Boşuna değil Batı’nın, ABD’nin küçük bir yere hapsedilmiş Türkiye’yi markaja aldıkları. Çünkü biz inanmasak da biliyorlar ki “Aslan düştüğü yerden kalkar.” Türkiye devletini kıskaca almalarının, nefes aldırmak istemediklerinin, sıkıştırdıklarının sebebi de bu olsa gerek. Çünkü Türkiye gelişir; güçlenirse, kendi haline bırakılırsa eski gücüne ulaşır, yine ayak bağı olur diye hop oturup hop kalkıyorlar. Yıllardır Batı kulübünün kapısında bekletilmesi de bundan zaten.

Türkiye bu misyonun farkına vardı. Bunun için mücadele ediyor. Doğum öncesi sancıyı çekiyor. İnşallah bugünleri atlatır. Mazlumun yüzünü güldürür. Buna yürekten inanıyorum. Yeter ki olaylara geniş bir ufuktan bakabilelim, sabredelim ve kenetlenelim. 11/04/2017


7/K sınıfından biri yiyip diğerleri bakmadı

"Biri yer, biri bakar. Kıyamet işte ondan kopar" diye bir atasözümüz var. Yeri geldiğinde kullanırım bu güzel sözümüzü. Gerçi sadece bu değil, tüm atasözlerimiz tam yerli yerince söylenmiş veciz sözlerimizdendir. Bugünlerde bu sözü daha sık kullanmaya başladım. Nedeni ise öğrencilerin kantinden aldıklarını sınıf ortamında yemeye çalışmaları.

Sınıf ortamında yeme ve içme işini yaygın bir şekilde Adana'da çalıştığım lisede görmüştüm. Bir gün sınıf ortamında ağzına topitopu alıp soran bir öğrenci gördüm. "Kızım! Amacın kıyameti koparmak mı" dedim. Yüzüme baktı: "Ne alaka" dedi. Açıklama yapmadım. Sınıfa dönüp ne demek istediğimi anladınız mı dercesine. Sınıf sessiz sessiz düşünürken nihayet bir öğrenci: "Ölmez ve eskimez atasözümüzü söyledi. Sonunda zor da olsa anlaşabildik.
***
Zaman mı değişti, yeme kültürü mü  bilmem. Eskiden yiyip içecek olanlar uygun tenha bir yer bulur, ihtiyacını orada giderirdi bir başkasının hakkı kalmasın diye. Belki de kantin kültüründen kaynaklanıyordur. Çocuklar kahvaltı yapmadan geliyorlar, uygun yer ve zaman yok. Mecburen aldıklarını sınıf ortamına getireceklerdir diye düşünebilirsiniz. Açlığı giderecek simit, poğaça, dürüm, tost vb fast-food türü yiyeceklerden geçtim. Bunlar artık olağan gelmeye başladı bana…Çoğu öğrenci sınıf ortamına dondurma ile veya topitop adı verilen şekerleme ile geliyor. Garibime giden de bu zaten. Hem uzun süre ellerinde tutmaları derse başlamayı ve dersin akışını da engelliyor. Önceleri: "Çocuklar bu yedikleriniz artık karın doyurma değil, zevkine yenen şeylere girer. Bakın arkadaşlarınızın çoğu böyle bir şey yemiyor. İçinizde alanı vardır, alamayanı. Böylesi zevkimize hitap eden yiyecekleri sınıf ortamında yememenizde fayda vardır. Yok, eğer illaki yiyecekseniz lütfen kantin bölgesinde yemenizde fayda vardır. Arkadaşlarınızın hakkı kalır. Göz hakkı denen bir şey var. Atalarımız: Biri yer, biri bakar, kıyamet işte ondan kopar" diye boşu boşuna söylememişler" şeklinde nasihat ettimse de pek fayda etmedi. Sonunda: "Bundan sonra geldiğimde kimin elinde dondurma görürsem ertesi hafta tüm sınıfa dondurma ikram edecek" dedim. Ertesi hafta 7/K sınıfına vardığımda yine 5-6 öğrencinin elinde dondurma görünce “haftaya arkadaşlarınıza dondurma ikram etmek ister misiniz” dedim. “Tamam hocam, haftaya alırız” dediler.

Bu hafta sınıfa geldiğimde sınıfta 5-6 öğrenci eksikti. Neredeler dediğimde “Dondurma almaya kantine gittiler” cevabı aldım. Geçen hafta sınıf ortamında dondurma yiyen öğrenciler kendi aralarında organize olmuşlar, sınıf sayısınca dondurma getirdiler. Sağ olsunlar beni de dahil etmişler. Dersin başında tüm sınıf dondurmamızı yedik. Konumuz da infak idi. Artık ikram etme de bir nevi infaktır diyerek sözümüze başladık, ikram eden öğrencilerimize de teşekkür edip keselerine bereket dedik. İlkini gerçekleştirdiğimiz bu ikram olayı öyle zannediyorum diğer öğrencilere ve sınıflara da örnek olacaktır. İnşallah öğrencilerimizin bu konuda bundan sonra daha duyarlı olacağını ümit ediyorum.

Bu konuyu yazmama sebep olan 7/K sınıfımızdan biraz bahsetmesem olmaz. Öğretmenler arasında okulun en yaramaz ve gürültülü sınıfı olarak bilinir. İfrat ve tefrit sınıfı da denebilir. Normal şartlarda sınıfları ve öğrencileri kıyaslamayı sevmem ama 7/K sınıfı eksilerinin yanında artıları çok fazla olan bir sınıf. Hem yaramazı çok hem efendi ve hanımefendisi. Hedefi olan öğrencileri de çok, hedefi olmayanı da. Derse katılımı da iyi. Leb demeden leblebiyi anlayanların sayısı fazla. Konuları derinlemesine incelerken analitik düşünebiliyor. Farklı ve güzel soru sorabiliyor, mantıklı cevaplar da verebiliyorlar. Fırsat verirlerse anlattığım dersten de zevk alıyorum. Sınavımdan da en yüksek puanı bu sınıftan bir öğrenci almıştı. Gördüğünüz gibi ikramda da öncü bir sınıf oldu. Diğer bazı sınıfları dondurma konusunda uyardıktan sonra yine elinde yiyeni gördüğümde haftaya arkadaşlarına da alır mısın dediğimde sessiz kalırlarken bu sınıf maşallah hemen pamuk ellerini ceplerine attı.  Bu arada elime çay döküp parmağımda ikinci derece yanık oluşmasına sebep olan öğrenci de bu sınıftan bir öğrencimizdi. 

Her ne kadar yaramaz olsalar da yaramazlıkları kendilerine. Hepsi dışta. İçleri tertemiz, pırlanta gibi çocuklar. Allah yollarını açık etsin, sayılarını artırsın. Sınıflarında ders çalışmayan ve yüksek puan almayan öğrencilere de Rabbim feraset versin. Hepsini bir hedef sahibi yapsın. Allah cömertliklerini daim eylesin. Rabbim! Bol bol versin, hepsini infak sahibi yapsın. Tebrikler 7/K sınıfı! 

Diğer sınıflar kendilerine dua etmemi isterlerse pamuk ellerini ceplerine atmaları gerekiyor. Tabii beni de unutmadan...11/04/2017


10 Nisan 2017 Pazartesi

Evet mi kötü, yoksa hayır mı?

Bugünlerde ağzımızdan çıkan her evet veya hayır birilerince tu kaka yapılıyor. Neredeyse evet/hayır linç edilecek. Hiç olmadığı kadar insanlar evete ve hayıra bu kadar düşman oldular. Kimi ağzını gere gere evet/hayır derken kimi bu iki kelimeyi kullanmaktan kaçınıyor. Çünkü ağzından çıktığı anda dışlanma ve ötekileştirilme durumu söz konusu.

Halbuki hem evet, hem hayır gündelik hayatta kendimize sorulan sorulara kısa yoldan verdiğimiz bir cevaptır. Ne evetsiz yapabiliriz, ne de hayırsız. Çünkü her şey zıddıyla kaimdir. Hayatımızda evete de yer var, hayıra da. Hayatın bir parçası yani. 80'li yıllarda Erkan Yolaç'ın sunduğu bir yarışma program vardı. Yarışmaya katılan, kendisine sorulan sorulara evet/hayır demeden cevap veriyordu aklımda kaldığı kadarıyla. Kendisine güvenen çıkardı ekrana. Erkan Yolaç, yarışmacının ağzından evet/hayır çıkartabilmek için didinir dururdu. Çoğunda da başarılı olurdu. Çünkü yarışmacıların çoğunun ağzından gayri ihtiyari de olsa evet veya hayır çıkardı. Ekranda ve stüdyoda bu programı izleyenler zevkli ve eğlenceli vakitler geçirirdi bu sayede.

Referandum dolayısıyla evetçiler ağızlarına hayırı, hayırcılar da eveti alamaz oldular. Hayatımızı kolaylaştıran , birbirimizle iletişim ve anlaşmayı sağlayan bu iki kısa kelimeyle ne alıp veremediğimiz var? Evet ve hayırsız hayatın bir anlamı olur mu? Ne evetten ne de hayırdan vazgeçebiliriz. Evet hayrın, hayır da evetin panzehiridir.

Evet ve hayırın kendisinde bir sorun yok. Sorun her iki kelimeye bu günlerde yüklediğimiz anlamda. Bırakın insanlar sandıkta ister evet desin, ister hayır. Sandıkta çıkacak olan evet ve hayrın bir sonucu vardır. Biz yine gündelik hayatta bu iki kelimeyi kullanmaya devam edelim. Kimse da farklı anlamlar çıkarmasın. Bizde sap ile samanı karıştırma geleneği çok yaygındır. Sandıktaki evet ve hayırla gündelik hayattaki evet ve hayrı  karıştırmamak lazım. Eğer karışıyor deniyorsa sandıktaki evet ve hayır kelimelerini isterseniz başka bir dil ile ifade edelim. Mesela: Evet yerine yes, hayır yerine no gibi. İngilizce olmasın deniyorsa evet yerine neam, hayır yerine ‘la’ diyelim. Halkımız başka dilden anlamaz deniyorsa gerekirse tercih olarak sandığa  evet için belirlenen beyaz atılabilir, hayır için kırmızı renk. Gerçi o zaman da beyaz ve kırmızıya düşman kesiliriz. Renklere düşmanlık konusunda da garanti veririm.  Pazar günü sandığa gittiğimizde tercih mühründe eğer ‘tercih’ değil de evet yazarsa bak sen o zaman curcunaya. “Vay efendim, niçin evet yazılıyor, bu evetler seçmeni etkilemeye yönelik” serzenişleri de ortaya çıkarsa hiç şaşırmam.

Üzülüyorum ağlanacak halimize. Üzüldüğüm bir başka konu daha var. Adı referandum da olsa siyaset, seçim ve sandıklar aylarımızı ve yıllarımızı almaktadır. İktidarı, muhalefeti, genci, yaşlısı, yetkili ve yetkisizi işi-gücü bırakıp siyasetle yatıp siyasetle kalkıyoruz. Zamanımız boşa gidiyor. Esas görevlerimizi ihmal ediyoruz. Hiçbir ülkede inanın bizim kadar politika insanların ömrünü almaz. Yazımı daha önce ifade ettiğim bir cümle ile bitirmek istiyorum:

Her gün siyaset yapmak, siyaset konuşmak aslında gelişmişlik düzeyimizi ve çapımızı da göstermektedir. Nietzsche: ‘‘Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa, o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’’ demektedir. Bu sözden sonra fazla söze ne hacet! Durumumuz ortada maalesef.” 10/04/2017



Bahar ve öğrenciler*

Mevsimler, Allah'ın insanlığa bahşettiği nimetlerdendir. Her mevsimin kendine göre güzellikleri vardır. Malumunuz bu sene kış çetin geçti, büyüklerimizin anlattığı eski kışlardan birini yaşadık. Kışın sembolü olan beyaz örtü aylarca cadde, sokak ve çatılarımızı  süsledi. Milletçe baharın gelmesini bekledik. İnsanoğlu olarak aciz ve aceleci bir varlığız. Yazın sıcaktan bunalır, kışı isteriz; kışın donunca da baharı iple çekeriz.

Bahar her birimizin arzu ettiği mevsim. Nihayet baharı da gördük. Halen baharı yaşıyoruz. Baharı gördük görmesine ama bu mevsim de kendisinde riskler barındırıyor. Keremine şükür! Mutlaka bir bildiği vardır. Birkaç gündür kendisini iyiden iyiye hissettiren soğuklar inşallah çiçek açan meyve ağaçlarını üşütüp nasibimizi götürmez. Meyve ağaçlarının üşüme riski yanında Güneş’i görünce sıkı giyinmeyi bırakan bizler de üşümekten nasibimizi alıp hastalanabiliyoruz.

Baharla birlikte ÖSYM ve MEB’in sınav maratonu da başlar. Malumunuz geceler kısalmaya başladı. Çoğumuzda bir uyku problemi baş gösterdi. Çünkü uzun kış geceleri geride kalmaya başladı. YGS sınavına girip barajı aşanları -üniversiteye girebilmek için- şimdi de haziran ayında girecekleri LYS’ler bekliyor. Liseye gidecek ortaokul öğrencilerinin gireceği TEOG sınavı ise 26-27 Nisan’da yapılacak. Yaklaşan bu sınavlara öğrencilerin daha çok çalışması, sınava odaklanması beklenir. Ama nedense sınav yaklaştıkça öğrencilerde bir rehavet havası, bir boş verme baş göstermektedir. Anne-baba ve öğretmenler “haydi son bir gayret” diye çabalarken sınava girecek öğrenciler ise su koyuveriyor. Öğrenciler sınavın önemli olduğunu, bu yüzden bilinçli çalışmaları gerektiğini bilmelerine rağmen ders çalışma, derse odaklanma sorunu yaşamaktadırlar. Çocuğunun boş vermişliğini gören veli: “Çalışmayı bırakıverdi” serzenişlerinde bulunmaya başlıyor. Aslında bu da baharın getirdiği bir rehavet olsa gerek.

Çiçek açan meyveler üşürse demek ki nasibimiz yokmuş, bu sene de az yiyelim, deriz. Hastalanırsak vücudumuzun sadakasıdır. Ortalık hastalığı der, atlatırız. Sınava girecek öğrencilerin ise telafisi yok. Özellikle eleme usulüne dayalı, sınav odaklı eğitim sistemimizde boş vermenin maliyeti ağır olur maalesef. Sınav sistemini eleştirsek de, yanlış olduğunu bilsek de bir yere tutunabilmek için yanlışı yanlışla telafi etmek zorundayız. Bu yüzden baharın rehavetine kapılarak ders çalışmayı es geçen öğrenciler kendilerine yazık ederler. TEOG’a girecek 8.sınıf öğrencileri geriye kalan son iki haftayı iyi değerlendirmeleri gerekir. Hiçbir anne-baba ve öğretmen, çocuklarından/öğrencilerinden kapasitelerinin üzerinde bir efor istemiyor. Herkesin istediği öğrencilerin kapasitelerini tam kullanmalarıdır. Kendisindeki cevherin farkına varamadan eldeki imkanları çok iyi değerlendirmeyen öğrenciler mutlaka bu boşa geçirdikleri günlerin pişmanlığını duyacaklardır. Dört yıl boyunca hedefi olmayan öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir okulda okumak pişmanlıklarını daha da artıracak, keşke biraz daha bakıp iki net daha fazla yapsaydım diye hayıflanıp duracaklardır. İşte o zaman son pişmanlık fayda vermeyecektir.

Eğitim ve öğretim özellikle sınavlarımız boşluk kabul etmez. Şakayı hiç götürmez. Bu yüzden öğrenciler kötü bir sonla karşılaşmamak için hedefleri doğrultusunda kendilerine bir plan ve program yapmalıdır. Çok çalışsınlar demiyorum. Bilinçli çalışsınlar. Bir sorunun, bir konunun mantığını kavramaya yönelsinler. Ellerinden gelen gayreti göstersinler. Çalışmak onlardan başarı ise Allah’tandır. 10/04/2017

* 12/04/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

8 Nisan 2017 Cumartesi

Suçlu avına çıkmak

İslam’da korunması gereken beş temel esas vardır. Bunlar: dinin, aklın, malın, canın ve neslin korunmasıdır. İnsanlığın temel hak ve hürriyetleri de denebilir. İnsanların sağlıklı ve güven içerisinde yaşayabilmesi için insanlığın olmazsa olmazıdır.

Bu beş temel esası korumak için İslam bu suçu işleyenlere ağır müeyyideler koymuştur, caydırıcı olsun diye. Bazıları bu cezaları duyunca hemen İslam dininin ceza anlayışını eleştiri konusu yapmaktadır. Cezalardan amaç caydırıcı olmasıdır. Geride kalanlara ibret olsun demektir. İslam’ın ceza anlayışındaki hikmeti anlayabilmek için devletlerin ceza yasasında gerekli düzenlemeleri yapmasına rağmen suçların bir türlü önüne geçemediği, insanların suç makinesi gibi olduğu göz önüne getirilirse İslam’ın ceza vermedeki mantığı daha iyi kavranılmış olur. Nesli fesada uğratan, aile yapısını bozan ve neslin sağlıklı bir şekilde gelmesinin önüne geçen zinayı da neslin korunması için  İslam dini yasaklar. Hatta bırakın zina etmeyi, “Zinaya yaklaşmayın” diyerek işin ciddiyetine işaret etmektedir. Zina edenlere yüz sopa vurma ayeti gelmeden önce Tevrat’ın hükmüne göre peygamberin recim cezasını uyguladığına dair hadis kaynaklarımızda rivayetler vardır. Aşağıda peygamberin uyguladığı iki recim cezası uygulaması okuyacaksınız.

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber'e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah'ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz'in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz'e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22)
***
Mâiz'in recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd kabilesinin Gâmid kolundan bir kadın geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber "Yazıklar olsun sana. Çık git, Allah'a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Kadın dedi: "Beni, Mâiz'i çevirdiğin gibi geri çevirmek istiyorsun" Hz. Peygamber, "Sana ne oldu?" diye sordu. Kadın kendisinin zinadan gebe olduğunu söyledi. Bunun üzerine "Sen mi?" buyurdu. Kadın "Evet" dedi. Hz. Peygamber "Doğuruncaya kadar git" buyurdu. Kadının bu arada geçimini Ensar'dan bir adam üstlendi. Daha sonra Hz. Peygamber'e gelerek; "Gâmidli kadın doğurdu" dedi. Çocuğun bakımını da Ensar'dan birisi üzerine aldı ve kadın recmedildi" (Müslim, Hudûd, 22, 23, 24; Ibn Mâc'e, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta', Hudûd, II). Başka bir rivâyette, çocuk sütten kesilinceye kadar emzirmesine izin verildiği, nakledilir. (Enfal.de)

Hadisleri dikkatlice okursak beş temel ilkeden biri olan neslin korunmasıyla ilgili cezayı uygulamamak için peygamberimizin -tabir yerinde ise- ipe un sermeye çalıştığını görüyoruz.

Günümüze gelirsek hem devletin hem de çoğu kimsenin suçlu bulmak, suçlu aramak, suçluya cezasını vermek için kılı kırk yardığını görüyoruz. Üstelik çok da iştahlılar. Suçlu yakalandıkça sevinçten dört köşe oluyorlar. Oturduğu yerden suçlu tarifi yapıyor, hatta eliyle gösteriyor; alın götürün, cezasını verin dercesine. Suçlu avına çıkılıyor. Hem hakim, hem savcı rolüne bürünerek. Üstelik peygamberin, uyguladığı recim cezalarından sonra “Onlar için dua edin” dediğini unutarak ya da görmezden gelerek hiç de üzüntü duymuyorlar. Yazık gerçekten, çok yazık! Umarım el ile gösterilen suçlular gerçek suçlulardır...08/04/2017