Yan tarafta gördüğünüz fotoğrafı dolmuşta giderken İstanbul Caddesinde kırmızı ışıkta durduğumuz esnada çektim. Arabanın içi şoför mahalli dışında tamamen tandır ekmeği dolu. Ekmek selelerinin içine konmuş. Bagajında da ekmek var gördüğünüz gibi. Bagaja da o kadar doldurmuş olmalı ki bagaj açık kalmış.
Aracın plakası okunmasın diye resmi kırptım. Bagajı tam seçebiliyor musunuz bilmiyorum. Bagajın içinde de ekmek selesi var. İçine ekmek konmuş. Ya sele yoktu, ya da sepeti sığdıramamış olmalı ki, altına hiçbir şey sermeden tandır ekmeklerini kaportanın üzerine istiflenmiş. Üst tarafı da tam kapanmadığına göre kapağın altı da ekmeklere sürtüyor olmalı.
Zaman zaman kaldırımlarda, cami önlerinde yandır ekmeğinin poşetin içerisine dörder tane konarak satıldığını görürüm. Bu tür ekmeğin özel müşterileri var. Satışı da iyi gördüğüm kadarıyla. Öyle zannediyorum bu arkadaş da satmaya götürüyor.
Ekmeğini taştan çıkartan, elinin emeğini yiyen, rızkının peşinde koşan insanlara saygım büyüktür. Bu tür tandır ekmeği de her yerde bulunmaz. Müşterinin ayağına gitmesinde fayda var. Fakat taşımasını uygun bir ortamda, hijyen bir şekilde yapması gerekir. Kendisi gördüğünde tiksinmeden alabileceği ekmeği piyasaya sürmelidir. Nasıl ki kendimiz bir yiyeceğin temiz olmasını istiyorsak sattığımız malı da o şekilde piyasaya sürmeliyiz.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve belediyeler üzerine düşen görevi yerine getirmeli, denetimlerini artırmalı. Güpegündüz şehrin merkezinde bu şekilde ekmek taşımaya kimse cesaret edememeli. Hijyen olmayan ortamlarda satışa izin vermemeli. Nasıl ki kapalı yerler haricinde simit satışı yasaklanmışsa bu şekil ekmek taşıma ve satış işine de bir standart getirilmelidir.
Ekmek bu toplumda tıpkı Kur'an gibi saygı değerdir. Yere ekmek atılmaz. Atılmışsa elimize alır, kurt-kuş yesin diye yüksek bir yere koyarız. Bazılarımız yemin ederken ekmek-Kur'an çarpsın diye dua eder. Emeğe saygı bekleyenler siz de ekmeğe saygı gösterin lütfen! 27.03.2017
27 Mart 2017 Pazartesi
26 Mart 2017 Pazar
Güya dershaneleri kapatmıştık biz
Güya
dershaneleri kapatmıştık biz
Çin hükümeti,
vatandaşın yaya veya binitli olarak 40 günde gidip geldiği iki şehrin arasına tren yolu döşemeye karar verir. Çalışmaları
görev vatandaşlar mühendislere, ne yaptıklarını sorar. 40 günde gidip
geldiğiniz yeri bundan sonra 4 günde gidip geleceksiniz. Çünkü tren yolu
döşeyeceğiz der mühendisler. Vatandaş sevineceği
yerde kara kara düşünmeye başlar ve mühendislere tekrar sorar: Pekiyi biz,
geriye kalan 36 günde ne iş yapacağız diye.
Çinlilere benzer miyiz,
benzemez miyiz bilmem. Renk, boy-pos olarak uymadığımız belli. Ama Çinlilerle
ortak bir yönümüzü tespit ettim. Ne alaka diyebilirsiniz? Tıpatıp benziyoruz.
Çin hükümeti karda-kışta uzak mesafeyi yürüyerek gidip gelen vatandaşlarını bu
sıkıntıdan kurtarmak için 40 günlük mesafeyi 4 güne indiren bir projeye imza
atarken vatandaş ise geriye kalan 36 günde ne iş yapacağının hesabını yapıyor. Malumunuz
bizde bir ticarethane haline gelen ve her köşede mantar gibi biten dershaneleri
kaldırdık birkaç yıl önce. Üstelik okulların haftalık ders saatlerini artırdık,
öğrenciler okul dışına ihtiyaç hissetmesinler diye. Eğer ihtiyaç hissedilirse
okulda ücretsiz takviye ve yetiştirme kursları açılabileceği de karara
bağlandı. Vatandaş olarak sevineceğimiz yerde hepimizi bir üzüntü kapladı. Okul
dışında benim çocuğum geriye kalan zamanda ne yapacak diye. Çünkü kafamızda: “Bu
okullarda iş yok, çocuğum mutlaka takviye almalı, dershane olmazsa çocuklar nasıl yarışacak” şeklinde bir problem vardı.
Bu problemi de tereyağından kıl çeker gibi çözdük. Üstelik eskiden sadece
dershaneler vardı. Şimdi ise alternatifimiz bile var: kurs merkezleri, etüt
merkezleri, okulların açtığı yetiştirme ve takviye kursları. Üstelik eskiden
2,5-3 bin liraya çocuklarımız dershanelere giderken şimdi kurs merkezlerinde
fiyatlar daha bir astronomik. Eskiden bir kısım öğrenci ders çalışmaya ve
dershaneye gitme imkanım olsun diye son sınıfın birinci döneminden itibaren
açık liseye geçiş yapardı. Şimdi ise son sınıfa kadar devletin okulunda okuyan
çocukların çoğu son sınıfta temel liselere geçerek 10-20 bin lira arasında bir para
ödemek durumunda kalıyorlar. Çocuklarımız yine eskisi gibi yarış atı olarak
sınav odaklı yarıştırılıyor. Sahi biz ne anladık 3 yıl öncesinde dershaneleri
kapatmaktan? Görüntü gelenin gideni arattığı şeklinde. Üstelik velilere de daha
fazla yük bindi. Sanırım biz dershane sözcüğüne karşıymışız. Başka adlar
altında aynı sistem devam ediyor.
Kafa yapısı değişmediği
müddetçe biz her şeyi yasaklasak mutlaka yerine yenisini buluruz. Şunu iyice
anladım ki biz toplum olarak bir problemi çözerken yeni problemlere üretiyoruz.
Problemle yaşamayı seviyoruz. Her çözme işinde yeni problemler dağ gibi olup
çıkıyor karşımıza. Dün eğitim v e öğretim seviyesinden kimse memnun değildi,
bugün de memnun değil. Yoğun ders yükünün üzerine binen kurslar ve sosyal
hayattan kopuk bir şekilde yarışımız hala devam ediyor. Ne çocukluğunu
yaşayamayan çocukları, ne de etüt merkezlerine giden parayı düşünen var. Eski hamam eski tas. Okullarda ücretsiz olarak
açılan takviye ve yetiştirme kursları ise daha bir içler acısı. Çünkü okullar bugün etüt merkezi gibi işlev görüyor. Veli ve
öğrenci ders ve öğretmen seçiyor, kursa katılacağım diye sisteme giriyor. Fakat
büyük bir çoğunluğu devam etmiyor. Kimse ne yaptığını-yapacağını bilmiyor.
Devletin ücretsiz kurslar için ödediği katlamalı ücret de bu şekilde hedefine
ulaşmıyor. Yazık gerçekten yazık!
Devletin ve milletin harcadığı paraya yazık. Bunların hepsi bu ülkenin milli
serveti.
Eğitim ve öğretim için
harcanan paranın hesabı yapılmaz diyebilirsiniz.
İnanın parayı düşünmüyorum. Verecek olan versin. Herkesin şunu düşünmesinde
fayda vardır. Dolu beyin yeni bilgi almaz. Bu çocukların beyni dolu. Yorgun
piyade gibiler. Ortaokullarda günlük 7, liselerde ise 8 saat dersten sonra
üzerine kurs görmek, hafta sonunu kurs merkezlerinde geçirmek, akşamleyin
kursun ve okulun ödevlerini yapmak demek bu çocukları öldürmek demektir.
Bırakın bu çocuklara faydasını, sadece bu çocukları uyuşturur. Bilgi beyin ve
zihinde yer edinmelidir. Öğrendiği bilgiyi analitik düşünebilmek için öğrencinin
boş zamana ihtiyacı vardır.
Demek ki kapattık
demekle olmuyor. Biz yine aynı problemlerin ağırını yaşıyoruz bugün hem
bedenen, hem madden. Okul dışında bir başka yerlere, takviyeye ihtiyaç
duymayacak, okulları daha işlevsel hale getirecek çözüm yolları bulmamız lazım.
Yoksa bu nesil bu sıkleti daha fazla çekemez.
Okul dışında bir başka
takviyeye ihtiyaç olmadığına ilk önce velileri ikna etmek gerekiyor. Bu konuda
önce veliler eğitilmelidir. Şunu kimse unutmasın. Haftalık ders saati 5-6 saat
olan bir dersin kursu 2 saattir. 6 saatte öğrenilmeyen bir ders iki saatte mi
öğrenilecek? Kimse kendini ve birbirini kandırmasın. Kendinize acımıyorsanız
çocuğunuza acıyın. Nedir bu çocukların sizlerden çektiği? 26/03/2017
Biz bu saatlerden daha çok çekeceğiz anlaşılan
2016 ekiminden itibaren saatlerimizi ileri saate göre
sabitledik. Artık bundan sonra saatleri ileri ve geri alma, saatle oynama
derdimiz olmayacak demiştim. Saatin sabitlenmesini de olumlu görmüştüm.
Sabahın erken saatlerinde işe koyulsak da erken kalkan erken yol alır diyerek
kendimi ikna ettim. Üstelik sabah namazını kılmak isteyenler için uyanamıyorum,
bu yüzden kalkamadım mazereti de olmayacak demiştim. Çünkü saatle oynamada
mutlaka bir kaç gün uyum süreci yaşanır, aksaklıklara meydan veriyordu.
İş hesap ettiğim gibi olmadı. Çünkü 26 Mart 2017 günü
sabah saatle beraber kalktığımızda bir anormallik göze çarptı. Çünkü bizim
ileri saat hızını alamayıp bir ileri daha gitmişti. İlerinin ilerisi olmuştuk.
İleri almadığımız saatimiz otomatik güncelleme yaparak çoğu kimseyi yanlışa
düşürdü. Okullarda hafta sonu dersi olan öğretmen ve öğrencilerin bir kısmı bir
saat öncesinden eğitim ve öğretim için gelmişlerdi. Bir kısmı geri döndü. Birçok
yerde sabah ezanı imsaktan yarım saat önce okunmuştu. Herkes birbirine şimdi
saat kaç diye sormaya başladı. Hasılı oynamadığımız saat yine bizimle oynamış,
bizi bocalattı. Halbuki çoğu kimse otomatik güncellemeyi kapatmış olmasına
rağmen saatinin nasıl da tekrar güncelleme yaptığının şokunu yaşıyordu. Kambersiz
düğün olur mu? Ben de bu durumu yaşayanlardan biriyim. Güncellemelere
kapattığım saatim beni sabah sabah bir saat öncesinden uyandırdı. Beni uyandıran
saatimin alarmı ile dışarıdaki havanın görüntüsü farklı telden çalıyordu. Nihayet
kolumdaki akıllı olmayan saatime bakınca akıllı telefonumdan bir saat geride
olduğunu gördüm. Bugün olsa olsa saatlerin ileriye alınma günü olsa gerek
dedim. Aslında akşamdan haberlerde uyarılmış ama haberleri izlemediğimden bu
gece saatlerin ileriye alınacağından bile haberim yoktu. Çünkü ben onu bir daha
kullanmamak üzere defnetmiştim.
Anlayacağınız biz ne anladık saati sabitlemekten. Saat yine
yaptı bize yapacağını. Pazar günü hayata biraz daha erken başladık. Anlaşılan biz
bu ileri-geri saat uygulamasından vazgeçsek de her mart ve ekim ayında aynı
ikilemleri yapacağız. 26/03/2017
"Gıyabi tez yazılır"
Gazetemiz 25/03/2017 günkü nüshasında Ufuk KENDİRCİ'nin özel haberi yer aldı. Muhabir arkadaşımız giderek kronikleşen bir yaraya parmak basmış. Gazete yönetimi de bu dert edinmiş olmalı ki, bu haber manşette kendine yer buldu.
Bu konuya birkaç önce değinmek istiyordum. Araya başka gündemler girince hep öteledim. Bu demektir ki Gazetemiz ve bu haberi yapan kardeşimiz benden çok yaşayacak. Öncelikle bu konuyu dert edinen Anadolu'da Bugün gazetesini tebrik ediyorum. Haber, bütünün bir parçası. Sadece bu haberden hareketle eğitim ve öğretim sahası hakkında bir bilgi sahibi olabiliriz. Yetkililer ve biz biraz kafamızı kumdan çıkarsak eğitim-öğretim, bilim, tez adına ne Çapanoğlu çıkar, kim bilir?
Toplum olarak bilgi, belge bulmada, kitabına uydurmada, formaliteleri yerine getirmede bir numarayız. Zaten kimse bilgine, beynine, kapasitene bakmıyor. İstenen evrakı, hocanın istediği şekilde hazırladın mı gemisini kurtaran kaptansın. Bir konuda ihtiyaç varsa sektörünü de beraberinde doğurur. Bizim gibi hazır yiyiciler olduktan, aynı zamanda firmaların hazırladığı tezi bilemeyecek hocalar olduktan sonra daha nice sektörler icat ederiz bu gidişle.
Gazetenin haberine göre lisans, yüksek lisans ve doktorayı vermek için hazırlamaları gereken tezi bir başkası hazırlıyor. Yüz sayfalık bir tez 500 lira karşılığında hazırlanıyormuş. Hoşuma gitti doğrusu. 500 lira dediğin para mı? Sudan ucuz. Kim uğraşacak aylarca tez hazırlamaya. Teze o kadar ayıracağımız zamanı başka önemli(!) işlerimize ayırırız.
Birkaç ay önce toplu taşıma aracının en önüne oturmuştum. Yanıma biri oturmak için davrandı. Kendisine burası yaşlılara ait dedim. "İyi işte! Ben de yaşlıyım zaten" dedi. Çok genç görünüyorsunuz diyerek kendisine iltifat ettim. Emekli İngilizce öğretmeni olduğunu, tercüme bürosu çalıştırdığını, işlerinin yoğunluğunu ifade etti muhabbet arasında. Ne tercümesi yaptığını sordum kendisine. Kitap tercüme etme işinin teknik bir iş olduğunu, öğretim görevlilerinin tercüme edemediğini, bu yüzden kendisine gönderdiklerini söyledi. Mütercimin söylediği umarım tüm öğretim görevlilerini kapsamaz. Eğer kapsarsa durum vahim gerçekten. Gazetenin haberinde sadece lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tezinden bahsediyor. Mütercimlik yapan kişi öğretim görevlileri dediğine göre öyle zannediyorum bu işin içinde doçentlik tezleri de var. Eğer Prof. olacaklar da tez hazırlıyorsa onları da eklersek bütün tamamlanmış olur.
Lisansından en tepe kariyerine varıncaya kadar başkasına sipariş verilerek tezler hazırlanıyorsa, alanında araştıracağı veya okuyacağı eserler bir başkasına tercüme ettiriliyorsa bu ülkedeki ilmi seviyeyi düşünün artık. Zaten niçin bir arpa boyu yol gidemediğimiz de böylece anlaşılmış oluyor.
YÖK'e bağlı üniversiteler bu şekil yürüyor, bunu anladık. Ya MEB'de durum nasıl? Pek farkı yok. Hazıra konma orada da her yönüyle kendini gösteriyor. Yıllık planı, zümreyi biri hazırlar, sanal aleme yükler. Oradan tüm öğretmenler faydalanır. Tek yapacağı okulunun, kendinin ve müdürünün adını değiştirerek dijital ortam veya e-posta yoluyla bağlı bulunduğu okula göndermek. Görüldüğü gibi MEB'de YÖK'e göre biraz zahmet var. Bir başka daha farkı var. MEB'deki bu bilgi, belge, doküman paylaşımı ücretsizdir.
YÖK'e bağlı üniversiteler bu şekil yürüyor, bunu anladık. Ya MEB'de durum nasıl? Pek farkı yok. Hazıra konma orada da her yönüyle kendini gösteriyor. Yıllık planı, zümreyi biri hazırlar, sanal aleme yükler. Oradan tüm öğretmenler faydalanır. Tek yapacağı okulunun, kendinin ve müdürünün adını değiştirerek dijital ortam veya e-posta yoluyla bağlı bulunduğu okula göndermek. Görüldüğü gibi MEB'de YÖK'e göre biraz zahmet var. Bir başka daha farkı var. MEB'deki bu bilgi, belge, doküman paylaşımı ücretsizdir.
Aşağıdan yukarıya hazıra konma, sipariş etme, havale etme, başkasına hazırlatma, yaptığımız işi kılıfına uydurdukça ilmi sahada hiç mesafe kat edemeyiz. Hazırında iyice geriye doğru gideriz. Bu şekil hazır yemeden dolayı bir gün başımıza bir taş düşer, altında kalırız, o zaman ağlayanımız da olmaz. şimdilik sadece vaziyeti idare ediyoruz. Günü kurtarıyoruz. başkasını kandırırken kendimizi kandırdığımızın farkında bile değiliz. Geleceğimizi yok ediyoruz.
Lisansı bitiren gençler! Pes etmeyin. Alanımızda çalışamıyoruz, atanamadık diye üzülmeyin. Siz yeter ki yüksek lisansı, hatta biraz gayretle doktorayı bitirin. Tez hazırlamak zor diye düşünmeyin. Yukarıdan beri size tezin ne şekil hazırlanacağını anlatıyorum. Hala anlamadınız mı? Lep demeden leblebi demeyi öğrenin artık. Doktorayı bitirdin mi gemisini kurtaran kaptansın. Sayısını bile bilemediğimiz sayıda üniversite var. Buralara bol miktarda öğretim görevlisi alıyorlar. Sen hele bir bitir. Mutlaka size de bir gün şans güler. Yeter ki bitirme teziniz elinizin altında olsun. Hiç ummadığınız anda imdadınıza yetişir. haydi göreyim sizi!... 26/03/2017
25 Mart 2017 Cumartesi
Bir yiğit insan geldi geçti bu ülkeden *
Türkiye’nin
80 öncesi siyasi kargaşa ve çalkantılarının içinde buldu kendisini. Bir parti
ile gönül ve fikir birlikteliği bulunan bir hareketin genel başkanlığını yaptı.
Bahçelievler ve Kahramanmaraş katliamlarının sorumlusu suçlamasıyla yargılandı,
berat etti. 80 ihtilalinden sonra 5,5 yılı hücrede olmak üzere 7,5 yıl hapiste
kaldı. İçeride görmediği işkence kalmadı. ‘Üşüyorum’ şiirini burada yazdı.
Sonunda -geciken- adalet tecelli etti. 7,5 yıl yattıktan sonra suçsuz bulunarak
berat etti.
Berat ettiği bir davada 7,5 yıl yatmasına, içeride
işkencenin her türlüsünü görmesine rağmen birilerinin yaptığı gibi ne dağa
çıkıp teröre başvurdu, ne de isyanlara
oynadı. Hapisten çıktıktan sonra yeniden partisinin içerisinde görev aldı.
Partisiyle derin fikir ayrılığı baş gösterince az sayıdaki arkadaşıyla birlikte
eski dava arkadaşlarıyla yollarını ayırdı. Türkiye’nin büyük -bir- birliğe
ihtiyacı var diyerek yeni bir parti kurdu. Partisi her seçime kah kendisi bazen
de ittifak yaparak katıldı. Kendisine ve partisine gösterilen sevgi seline zıt
oranda bir oy aldı hep. Oy oranı yüzde 2-3’leri geçmemesine rağmen milletin gönlünde
hep bir taht kurdu. Aldığı oya rağmen
hiç seçmene küsmedi, kızmadı, sinirlenmedi… Milliyetçi ve mütedeyyin bir yönü
vardı. Milliyetçiliği vatanseverlik, dindarlığı içtendi. Refah-Yol hükümetinin kritik
oylamalarında hükümette olmamasına rağmen hükümete: “Milletin menfaatini gözetin ve milletin iradesini asla çiğnetmeyin. Bu
minvalde yürürseniz biz sizin arkanızda oluruz' diyerek zaman zaman destek
oldu. Destek verirken herhangi bir ikbal peşinde koşmadı. Destek ve muhalefetini
hep açık oynadı. Hayatında fluluğa hiç yer vermedi.
Korkudan çoğu kimsenin ağzını açamadığı 28 Şubat ‘Post
modern’ darbesine neredeyse tek başına karşı çıktı, sözünü budaktan esirgemedi.
Bir kısım arkadaşıyla hayatın her alanında ülke için mücadele ederken hiç
efendiliğini bozmadı. Beyefendi, nazik ve kibar
bir şekilde nasıl muhalefet yapılabileceğini dosta düşmana gösterdi. Bu
ülkenin gelmiş geçmiş değerlerinden biriydi. Ömrü çilelerle geçmesine rağmen
dertlenmeden, küsmeden, isyan etmeden, içine kapanmadan doğru bildiği yolda
emin adımlarla ilerledi. Kınayanın kınamasına aldırmadı. Ülkeyi, vatanı,
milleti, dini dert edindi. Kim vatan ve millet adına iyi bir şey yapmışsa
destek oldu. Tek başına bir ümmet olan Hz İbrahim gibiydi dense yanlış olmaz.
Devletin kara kutusu
gibi bir yönü vardı. Organize ve teşkilatçılığı mükemmeldi. Haber alma
kaynakları sağlamdı. Devletin aleyhine olan yapılanmaları haber alırdı. Ya iyi
bir istihbaratı vardı, ya da altıncı hissi kuvvetliydi. Derin devleti tanıyan
biri idi. Zaten onca işkenceye rağmen devletine küsmemesinin temelinde geri
planda oynanan oyunlardan haberdar olması yatıyordu. Kirli oyunların önüne
geçmek için zaman zaman sorumlu devlet yetkilileriyle görüştü.
Hal ve hareketi,
konuşması, üslubu, savunduğu fikirleri ve kişiliği dolayısıyla milletin gönlünde ayrı bir yeri ve sevgisi
olan bu çilekeş dava adamı birilerinin gözüne battı, onları rahatsız etti. Çünkü
onlar için ayak bağıydı, temizlenmesi gerekiyordu. 25 Mart 2009 günü ipi
çekildi. Bir helikopter kazasına kurban gitti. Kalemini kıranlar öyle bir plan
yapmışlardı ki karda-kışta iki gün naaşı arandı. Sonunda arama ekiplerinin
dışında 17 gönüllü köylü, onun cansız bedenine ulaştı. Hapiste üşütmüştük, maalesef
dışarıda da üşüttük onu… Vasiyeti üzerine Taceddin Dergahı’nın bahçesine
defnedildi. Kubbede kalan hoş bir sada idi bizim için. Biz ondan razıydık, Allah da ondan razı olsun. Mekanı Cennet olsun bu çilekeş dava adamının.
Şehadetinin
ardından 8 yıl geçmesine rağmen cinayeti, faili meçhul kaldı. Yakın tarihin önemli cinayetlerindendir. 17-25 Aralık
operasyonuna imza atanlar bu cinayeti hükümete yıkmak için epey uğraştı. Oklar
şimdi FETÖ’yü gösteriyor. Bu cinayetin
aydınlanması bu ülkenin namusudur. Mutlaka açığa çıkarılmalıdır. Ey adalet sahipleri! Gecikmiş adalet, adalet
değildir. Neyi beklersiniz hala?
25/03/2017
* 27/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 27/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Siyasi suikastlara dikkat! **
Devlet içte ve dışta terörle mücadele ediyor. Bu mücadelede
hiç olmadığı kadar kararlı ve başarılı görünüyor. Bir ara haftada bir eylemle
yüz yüze kalmıştı ülke. Gençliğinin baharında nice can ve ciğerlere mezar
olmuştu.
Son aylarda devlet daha bir teyakkuzda. Özellikle
Fırat-Kalkan harekatıyla birlikte Güneydoğu'da meydana gelen münferit olayları
saymazsak neredeyse bıçak gibi kesildi. Terörün bu şekilde yok denecek noktaya
gelmesinde istihbaratın iyi çalışması, devletin pansuman tedbirlerden ziyade
terörün kökünü kurutmak için kalıcı tedbirlere yönelmesi, terörün
destekçisi olan dokunulmaz siyasilere dokunması, teröre maddi ve manevi
destek veren mahalli idarelere kayyum atanması, terörle mücadele azim ve
gayreti göstermesi vb. nedenlerin katkısı vardır. Dün içimizde var olan
hainlerin temizlenmesi ve devletin şefkat elini bırakıp Osmanlı tokadına
yönelmesi yine terörü azaltan etkenlerdendir.
Terörün ilk gündemden bu şekil geriye düşmesi hoşuma
gidiyor gitmesine. Fakat bu sessizlik beni korkutuyor. Çünkü fırtına öncesi
sessizliğe benziyor. Devlet ya terör örgütlerine göz açtırmıyor, ya terör
güvenlik güçlerinin zayıf noktasını bekliyor. Ya da terör örgütleri ses
getirecek başka planların peşinde. Türkiye referandum öncesi siyasi suikastlara
duçar olabilir. Böyle bir suikast referanduma gölge düşürebileceği gibi
referandumun ertelenmesine bile sebep olabilir. Bu yüzden devlet tüm
organlarıyla gözünü açmalı, sansasyon ve provokasyona sebep olabilecek
suikastların önüne geçmek için her türlü seçeneği değerlendirip uygulamaya
koymalıdır. Güvenlik tedbirlerini artırmalıdır. Özellikle siyasi liderleri
korumak için tedbirler almalıdır.
Referandum öncesi yapılacak mitinglerde mutlaka güvenlik
tedbirleri alınmalıdır. Gerekirse miting ve salon toplantılarına sınırlandırma
getirilmelidir. Hatta hiç yapılmamalıdır. Siyasiler mesajlarını TV kanalları
vasıtasıyla seçmenlerine ulaşma yolunu tercih etmelidir. Siyasiler seçim
propagandasında toplumu gerecek söylemlerden kaçınmalıdır. Birbirlerine saygıyı
elden bırakmamalıdır. Dışta yalnızlaştırıldığımız bir ortamda iç barışı tesis
etmenin yolları bulunmalıdır. Tercihlerimiz farklı olmakla beraber birlik ve
beraberlik mesajları verilmelidir. Referandum sonucunda vatandaşın tercihine hepsi
saygı duymalıdır. Evet/hayır çıkarsa dünyanın sonu sendromundan
vazgeçilmelidir. Evet ve hayır çıkarsa hayatın devam edeceği
işlenmelidir. Vatandaşa aba altından sopa gösterilmemelidir. Gerilim
siyasetinden uzak durulmalıdır. Unutmayalım ki her türlü sonuç bu ülkenin
hayrına olabilir. Fakat ucunda gerilim ve kutuplaştırma olan siyasetten hayır
gelmez. Taraflar seçimden sonra da birlikte yaşayacaklarını ve yüz yüze
bakacaklarını unutmamalıdır.
Siyasiler seçmenine karşı dürüst olmalı ve açık oynamalıdır.
Referandum sonucunda kaybeden taraf nerede hata yaptım deyip takkesini önüne
alıp düşünmelidir. Hiç kimseyi suçlama yoluna gitmemelidir. 25/03/2017
** 29/03/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
** 29/03/2017 günü Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
24 Mart 2017 Cuma
Bizim leğen bulundu!
Gördüğünüz plastik kap 20 yıl öncesine ait. Kahta'da görev yaparken 6-8 yaşlarında üç çocuğumun anneler günü vesilesiyle -vermediğim- harçlıklarını bir araya getirerek anneleri için aldıkları bir hediye.
Yazıma konu olmasının sebebi, bugün mutfakta arandı bulunamadı. Sonunda geçen hafta börek yapılması için bu hediyeyi alan üç çocuğumdan ikisi fırına götürmüşlerdi. Evde olmadığına göre fırında olabilir diyerek yolum üzeri fırına sordum. Bir bakalım, bu şekilde kalan kap-kacağı haftalık çöpe atarız, atılmadı ise verelim dedi fırıncı. Dolabın gözünden bizim leğen çıktı. Eve getirdim. Eşim leğen bizim, fakat kapak bize ait değil dedi.
Her insanın olduğu gibi eşyaların da bir sonu vardı. Zamanı geldiğinde ya kırılır, ya eskir, ya da kaybolurdu. Anlaşılan ömrünü tamamladı derken leğen fırında kalmış, yeniden ortaya çıktı. Üstelik üzerine bize ait olmayan bir kapak ilave edilerek fırından çıktı. Bizim leğen Nasrettin Hoca'nın kazanı gibi doğurdu anlaşılan.
Leğen kaybolsun kaybolmaya da... hanım için manevi değeri, benim içinse maddi değeri önemli. Çünkü elinin altında mutfakta aspirin gibi kullanılan bu leğen kaybolursa mutlaka yenisini almam gerekecek. parası da benden çıkacaktı. Tam kayboldu diye düşünürken yeniden ortaya çıkması bizi yeni almış gibi sevindirdi. Hani Nasrettin Hoca, kaybolan eşeğini bulana bir eşek vadetmiş ya. Hocanın bu şekil ödülünü insanlar garipsemişler ve "Hocam kayıp eşeğine bir eşek veriyorsun bu ne iş" demişler. Hoca: Hiçbir mutluluk kaybedilenin bulunduğu zaman verdiği mutluluğu vermez" cevabı vermiş.
Bizim leğenden Hoca'nın fıkralarına geçtik. Yine fıkra gibi -olmuş- bir olaydan bahsedelim: Bir kamyon Rahmetli Camgöz Hasan Hüseyin Ağa'nın mısırgasını (Güneysınır yöresinde hindiye mısırga denir) çiğner. Kamyoncu rahmetliyi çağırtır: "Amca mısırganı çiğnedik, öldü. Parasını vereyim," der. Hasan Hüseyin Ağa parayı kabul etmez. Sürücü: "Yerine yeni bir hindi alıvereyim" der bu sefer. Amca bunu da kabul etmez. Adam: "Pekiyi amca ne yapalım o zaman" deyince Hasan Hüseyin Amca: Aynı mısırgamı isterim," der. Şoför: "İyi amca! Gördüğün gibi hindi öldü" diye söyler. Amca: "Ben onu bunu bilmem. Bu hindimin boynunu ulayacaksın. Ben camiye giderken arkamdan yine eskisi gibi gulu gulu ses çıkartacak" der. Olayı buraya kadar biliyorum. Hindinin boynunun ulanması mümkün değil. Amca nasıl ikna edildi, gerisini bilmiyorum.
Bizim leğen bulunmasaydı ben de Nasrettin Hoca'nın yaptığı gibi yapacaktım. Ne yapmıştı rahmetli derseniz? Hoca bir gün bir hana misafir olur. Sabah kalkınca eşeği kaybolmuştur. Hoca hancıya: "Çabuk benim eşeğimi bulun" diye çıkışır. Hoca'nın hiddetlenmesini gören hancı etrafa adamlarını salar, fakat eşek bulunamaz. Hancı bulunmazsa ne yapacaksın deyince Hoca: Eğer bulamazsanız babamın yaptığını yapacağım, der. Hocanın bu tehdidi karşısında eşek güç-bela bulunur. Hocaya sorar, babanız ne yapmıştı hocam diye. Hoca: Yıllar öncesinde babamın da eşeği çalınmıştı. Bulunamayınca eve kadar yürüyerek gelmiş, ben de onun gibi yapacaktım, cevabı verir.
Hasılı bizim leğen bulunmasaydı ben de gidip yeni bir leğen alacaktım. 24/03/2017
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)