2 Mart 2017 Perşembe

"Ben trafik kurallarını iyi bilirim"

Cuma günü 13.00'da dersten çıktıktan sonra Cuma namazını kılmak için çarşıya yöneldim. Ezanın okunmasına 10 dakika var. Bir meslektaşımın arabasına bindim. Yola koyulduk.

Tali yoldan ana caddeye çıkıyoruz. Solumuzdan bir araç geliyor. Burun buruna geldik. Çarpışacağız diye içim dışıma çıktı. Çarşıya gitmekten geçtim, namaz da geçer bu durumda. Dedim hocam soldan araba geliyor. "Gelsin hocam, gördüm. Ben sinyalimi verdim. Yol benim. Sinyali verdim mi tamam. O beklemek zorunda. Ayrıca ben trafik kurallarını iyi bilirim. Bu konuda kendime güveniyorum," dedi.

Her ne kadar şoförlüğüm iyi olmasa da trafik kurallarını ben de iyi bildiğimi sanıyordum. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yanıldığımı geç de olsa anladım. Çünkü öğretmen öyle gerekçeli ve ikna edici konuştu ki küçük dilimi yutayazdım. Şu ana kadar trafik adına bildiğimi sandığım kuralların çöpe gittiğini gördüm. Hocamızın kendinden ve trafik kurallarından emin konuşması bana bir avukatı hatırlattı. "Bir müvekkili at çalar. Avukat onu hakim karşısında savunur. Öyle ikna edici bir konuşma yapar ki, hakim beraat verir. Çıkışta müvekkiline: "Doğru söyle atı çaldın mıydı, yoksa çalmadın mı" diye sorar. Sanık: "Avukat Bey! Ben çaldım diye biliyordum. Fakat siz öyle güzel savundunuz, öyle güzel anlattınız ki, çalmadığıma kanaat getirdim" demiş. Benimki de o hesap. Kaptanımız yaptığını öyle güzel anlattı ki, şu ana kadar ben trafik kurallarını bildiğimi sanmışım.

Sormadım, bu güne kadar kaç kaza yaptınız, size kaç kişi çarptı diye. Ne zamanım vardı, ne de soracak ortam. Böyle biri böyle bir soruyu mutlaka kendisine yapılmış bir hakaret olarak değerlendirebilirdi. kaza yapmadıysa da mutlaka kazalara sebebiyet vermiştir. Sonunda kazasız belasız gideceğim yere kadar olmasa da daha önce ezanların okunmaya başladığı bir yerde gördüğüm bir caminin yanında inerek namazımı eda etmiş oldum. 02/03/2017

1 Mart 2017 Çarşamba

Kadınlar ve mayınlar

“Körfez Savaşından 4 yıl önce Kuveytli kadınlar üzerinde bir inceleme yapan Amerikalı  bir gazeteci, Kuveytli kadınların erkeklerinden 4 metre arkada yürüdüklerini tespit eder.

Savaştan 4 yıl sonra tekrar Kuveyt’e gelen gazeteci, kadınların erkeklerden 4 metre önden gittiklerine tanık olur. Kısa zamanda meydana gelen devrim niteliğindeki bu değişimin sebebini öğrenmek için kadınların yanına gider ve bunun sebebini sorar. Kadınlar: ‘Mayınlar efendim!’ cevabı verir.”

Yukarıdaki konu olmuş mu olmamış mı, bu şekilde bir araştırma yapılmış mı bilmem. Zaten hikaye ve fıkraların gerçekliğine bakılmaz. Amaç kıssadan hisse almaktır. Bu araştırmadan siz ne anladınız bilmem ama ben, eskiden koruma amaçlı olarak perde arkasında olan kadının tehlikelere karşı şimdi öne çıkarıldığını; ölecekse, telef olacaksa ilk önce kadınların maruz kalmasını anlatıyor. Sanki günümüzü anlatıyor gibi. Eskiden perde gerisinde duran kadın şimdi her alanda. Yaratılışı itibariyle bünye bakımından zayıf bir bünyeye sahip kadın, erkeğin yaptığı zor işlere talip bugün. Tır süren kadın, dolmuş şoförlüğü yapan kadını görmek mümkün. Kadın erkeğin, erkek de kadının işinde. 

Vitrinde, ekranda her yerde kadın var. Kimi kabiliyetinden dolayı orada, kimi de görselliğinden. Kiminin cinselliği, kiminin yeteneği. Özellikle ekranlarda görev alacaklarda, filmlerde başrolde rol alacaklarda aranan özellik fizik, görsellik ve görüntü ön planda. Hele bir de vücudunu teşhir edecek şekilde giyinirse tüm kapılar açılıyor yüzüne.

Kadınlar belki kızacak ama niyetim kadınları geri plana itmek değildir. Anlatmak istediğim maalesef kadınlar erkekler tarafından kullanılmaktadır. Kabiliyetine, bünyesine uygun olsun veya olmasın hayatın her alanında kadın tıpkı savaş sonrası Kuveytli kadınların mayın tehlikesine karşı patlamalarda telef olsun diye öne sürüldüğü gibi her yerde... Kanaatimce kadınlar kendini kullandırmamalıdır. Eğer çalışmak isterse ilgisine, bünyesine, yeteneğine uygun işlerde çalışma ortamı müsait olan yerlerde var olmalıdır. Kendini ezdirmemelidir. Vücudunu ve bedenini sergiletmemelidir. Cinselliği ve dişiliği değil içindeki cevher ön planda olmalıdır. Yazımdan tüm çalışanlar bu şekildedir anlamı çıkartılmasın. Kesinlikle genellemiyorum. İstisnalar kaideyi bozmaz. Dişiliğini ön plana çıkartarak çalışanların sayısı elinin emeğiyle çalışan kadınlara oranla daha az olmasına rağmen birileri hep kadın üzerinden ekmek yemeye çalışmaktadır. Kabiliyetine göre işini düzgün bir şekilde yaparak evine ekmek götürmeye çalışanlara sözüm olmaz. Kendi tercihleridir.

Çalışacağı iş evini ve çocuğunu ihmal etmeyecek şekilde olmalıdır. Bunun için de ticaret ve üretim gibi alanlarda kendi işini kurarak serbest çalışma ve kendi işinin patronu olma yolunu seçmelidir. Sosyal ve  kültürel alanlarda, haksızlıklarla mücadelede, insan hakları ihlalleri gibi durumlarda ses getirecek hareketlerin içerisinde rol alma yolunu seçmelidir. Kamu ve özel sektörde çalışacaksa -çalışan ve işvereni mağdur etmeyecek şekilde- full time yerine part time çalışma şartları getirilmelidir.  01/03/2017


Referans aldığımız harekete uygun davranalım!

Bildiğim kadarıyla 'Hılfu'l Fudül' diğer adıyla 'Erdemliler Hareketi' veya 'Erdemliler İttifakı' Mekke dışından gelen yabancıların can ve mal emniyetini sağlamak, zayıf ve güçsüzleri korumak, zulmü önlemek gibi amaçlarla toplumda saygınlığı olan, iyi niyetli kişiler tarafından kurulan bir barış cemiyetidir. Bu anlaşmaya katılanların içerisinde farklı dünya görüşüne sahip insanlar var. Hepsinin ortak noktası zulmü engellemek için ahlaki ilke çerçevesinde birleşmiş olmalarıdır. Peygamberimiz de bu anlaşmaya imza koymuş, yıllar sonra bu hareket hakkında: "Bugün böyle bir anlaşma yapılsa yine imza koyarım" diyerek övgüyle bahsetmiştir.

Erdemliler hareketi sadece o zamana mahsus değildir. Aslında her devirde olmalıdır. Çünkü insanlık tarihi kadar eskidir ezen ve ezilen mücadelesi. Hep güçlüler zayıfları ezip geçmiştir. Yine her devirde zalimler olduğu gibi zulme sesini çıkartan/çıkartacak insaf sahibi insanlar da olmuştur. Eğer dünyada cereyan etmekte olan güçlünün güçsüzü yendiği zulme dur denmek istiyorsa bireysel karşı çıkışlardan ziyade tıpkı Erdemliler İttifakında olduğu gibi ses getirecek organize hareketlere ihtiyaç var bugünlerde. Şayet böyle bir güç oluşturulmazsa bireysel çıkışların kafası ezilir suyun başını tutanlar tarafından.

Bazıları, içinde bulunduğu hareketi 'Hılfu'l Fudül'a benzetirler. Güzel bir şey bir insanın hareketini örnek alınması gereken şeylere dayandırması. Referansını böyle bir harekete  dayanak yapanların adını kullandığı şeye  uygun davranması gerekir. Yoksa gülünç duruma düşerler. Günümüzde sivil toplum kuruluşu adı verilen nerede bir cemaat, vakıf, dernek, sendika vb varsa yönetim kadrosundan üyesine varıncaya kadar aynı düşünce, aynı inanca sahip kişilerden oluştuğunu görürüz. Siz hiç farklı kulvarlarda çalışan, ayrı dünya görüşüne sahip insanların bir araya gelip birlikte iş yaptığı herhangi bir organizasyona şahit oldunuz mu? Ben görmedim. Genelde hepsi aynı fabrikanın ürünü gibidir. Yabancı zihniyetten biri gelmez, gelse de barındırılmaz, dışlanır. Herkes kendine Müslüman gibi görünüyor.

Teşkilat yapısı itibariyle günümüzdeki teşkilatlanmaları Hılfü'l Fudül'e benzetmek doğru değildir zannımca. Çünkü üye ve örgütlenme bakımından birbirinin ikizi gibidirler. Eğer bir mağdurun elinden tutacaklarsa ancak kendi üyelerinin mazlumlarına sahip çıkarlar, onun elinden tutarlar. Bir başkasına ait mazlumun elinden tutmak akıllarına bile gelmez, hatta iyi olmuş bile derler. Kazara bu STK'lar gücü eline geçirmişse muhaliflerinin üzerinden buldozerlerle geçerler. Hemen hemen her yere kendi üyelerini yerleştirmeye, kadrolaşmaya çalışırlar. Farklı bir renge asla tahammül etmezler.

Tüm STK'ları aynı kategoriye koymak doğru değil. Mutlaka mazlumun sesi olmak için ortaya çıkmış hareketler vardır. Ama genel görüntü maalesef bu. Kendileri, bırakın hemen hemen her kesimdeki mazlumların elinden tutmayı...bizzat kendileri zulmün kaynağı olabiliyor. Bilerek veya bilmeyerek eline geçirdiği güç sayesinde ne oldum delisi olanların en azından hareketlerini Erdemliler Hareketine benzetmemesinde fayda vardır. Zaten böyle tasvir edenler kendileri bu duruma inansa bile bir başkası bıyık altından güler böyle benzetmelere.

En azından kendimizi ait hissettiğimiz, benzettiğimiz harekete uygun davranmamız lazım. Yok böyle davranamıyorsak bari  böyle güzel hareketlerin adını ağzımıza almayalım... Hılfü'l Fudül de tarihteki yerinde dursun. Çünkü bu hareketi ağzımıza alarak erdemli olunmaz. Laf ile -zaten- peynir gemisi yürümez. 28/02/2017

28 Şubat 2017 Salı

Oh be! Dünya varmış

Normal şartlarda mağazadan hazır pantolon almam. Çünkü genelde dar kesim oluyor. Giyimi de rahat olmuyor. Benim giyeceğim her şey bol ve uzun olmalı. Bol olmalı ki, rahat hareket edebileyim, ayrıca vücut hatlarımı göstermesin. Uzun olmalı ki, kısalırsa veya yıkandıktan sonra çekerse paçasını açtırır uzattırırım. Öyle gördük büyüklerimizden. Boy alıp da kısalıp boşa gitmesin, kilo alır da daralmasın diye. Eskiler uzun ve bola çözüm olur da kısa ve dara çözüm olmaz derlerdi. Bana da onlardan kalmış. Elbise alacaksam mutlaka genişini alırım.

Ocak ayı içerisinde yolum bir mağazaya düştü. Kışlık ceket ve parke aldım. Tam çıkacakken yanımdaki arkadaş kadife pantolonlara baktı. Ben de baktım.  Ağarır mı soruma görevliden ağarmaz cevabı aldıktan sonra bir renk beğenerek kabine girdim. Giydikten sonra oturup kalktım. Çok da dar görünmüyor, sıkmıyor, bundan iyisi can sağlığı dedim aldım.  Paçasının yapılması için ödemeyi yapıp pantolonu mağazada bıraktım. Birkaç gün sonra teslim alıp dolabıma kaldırdım, bir gün giyerim diye.


Geçen hafta pantolonu giydim, nedir ne değildir bir bakayım diye. Beni sıkan bir şey var. Sanki harekat alanımı daralttı, ne oturması rahat ne de yürümesi, ne de abdest almak için ayağı kaldırması. Kendimle beraber sanki başka bir şey de taşıyorum ya da sanki bir yere bağlanmış gibi hissediyorum kendimi. Bugün pantolonu değiştirdim. Oh be! Dünya varmış dedim kendi kendime. Bir hafta boyunca kendime eziyet etmişim. Hürriyetime kavuştum çıkardıktan sonra. Neydi öyle! Sanki ayağımda beni bir yere bağlayan prangalar vardı. (Üşenmedim pantolonu giydim, sol tarafa koydum fotoğrafı. Çok da dar almışsın demeyesiniz diye. Gördüğünüz gibi çok da dar görünmüyor.)

Dar kesimmiş benim giydiğim. Sanırım hazır alınan pantolonların hepsi dar kesim. Tam vücuda oturacak şekilde kesilen bu tür kesimlerin kime ne faydası var? Anlamakta zorlanıyorum gerçekten. Üstelik almadan önce pantolonu giydim. Rahat mı diye oturup kalkmıştım. Pantolonu denerken beni sıkan kapalı kabin sanmıştım, meğerse pantolonmuş. Kendi kendime: "Ne işin vardı hazır giyimde? Adam gibi diktirseydin olmaz mıydı. Diktirdiğin pantolonlardaki hürriyeti hangi bir hazır ürün verdi sana dedim. Dedim ama almış ve giymiş bulundum, üstelik bizzat üzerimde hakkal yakin test ettim. Bir daha mı tövbe!

Giyimi rahat olmasa da ben bu yaştan sonra ne kısalırım, ne de uzarım. Üzülürüm de giydiği ceketinden, montuna, gömleğinden, pantolonuna varıncaya kadar giyindiği dar olan kimselere acıdım. Gerçekten giydikleri o dar şeyler insan için tam bir işkence. Hem de öyle böyle bir işkence değil. Tam bir Çin işkencesi. Üstelik dar giyinenlerin çoğu  daha gelişme çağında. Kimi boya veriyor, kimi de kiloya. Aldıkları zaman tam vücuda göre alıyorlar. Boya veya kiloya verir vermez de artık yepyeni elbise, giyilmemek üzere dolabı işgal etmek üzere kaldırılıyor. Çünkü ya daralmıştır, ya da kısalmış. Haydi tasarrufu geçtik. Tüketim toplumuyuz. Parayı veren ana-babayı düşünmedik. Alıp eskimeden kaldırıp bir tarafa atacağız. Nasıl rahat ediyorlar o daracık pantolonların içerisinde. Haydi rahatı sevmiyorlar. Nasıl giyiniyorlar? O daracık pantolon ayaktan nasıl geçiyor? Haydi giyindiler diyelim. Nasıl çıkarıyorlar? Bu pantolonları giymek bir mesele, o pantolonla yürümek, hareket etmek ayrı bir mesele. Çıkarmak ise ayrı bir mesele. Sonra vücut hattını tamamen teşhir edercesine böylesi bir giyimle ne amaçlanmaktadır? Ha giyinmiş, ha giyinmemiş. Maalesef çok fark etmiyor, bu günkü giyim-kuşamımızla.

Modaya uyacağım diye insanın kendine yaptığı bu eziyeti -kusura bakmasınlar ama- kimse yapmaz. 28/02/2017

28 Şubat ve FETÖ ***


21 Şubat 2017 günü "Yakın Tarih Okumaları" başlıklı bir konuşmayı dinlemek için Necmettin Erbakan Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Erol Güngör Konferans salonundaki yerimi almıştım. Hatiplerden biri de Prof Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL idi. Abdülhamit ve dönemini anlatıp günümüzle bağlantı kuran Şimşirgil: "15 Temmuz’un başlangıcının 12 Eylül olduğunu, 28 Şubatın ise ülkeyi FETÖ’ye otoban yaptığını" söyledi, sözlerinin arasında.

15 Temmuz’u gördükten sonra ‘Postmodern’ darbenin FETÖ’ye yol açmak için yapıldığını dillendirmeye başlamıştım. Şimşirgil’den de bu cümleyi duyunca düşüncemin yanlış olmadığına kanaat getirdim. Bu darbe vesilesiyle hukukçu, siyasalcı olmak isteyen dindar ve mütedeyyin insanların önü kesilmek istenmiş, getirilen katsayı ucubesiyle de özelde İHL, genelde tüm meslek liselerine kendi alanlarının dışında herhangi bir bölüme girmesinin önü kapatılmıştı. İHL’lerden hukuk ve siyasala gidecek öğrencilerin önü kesilince gözde okullara gün doğmuştu. İşte bu gözde okulların öğrencileri ve ülkenin kapasiteli çocukları, üniversiteyi kazanmak için o zamanlarda adına hizmet hareketi dedikleri yapının kucağına düştü. Bu yılları dini alt yapısı yeterli düzeyde olmayan -tabir yerindeyse sıfır km olan- çocukları, bir taraftan yüksek öğretime hazırlarken diğer taraftan kendilerine hizmet edecek, bir dediklerini iki etmeyecek adanmış bir neslin yetişmesine hız verildiği yıllar olarak görmek lazım. 2012'den itibaren katsayı adaletsizliği kalkmış ve darbenin ardından 22 yıl geçmiş olmasına rağmen hala İHL'lerin belini doğrultamadığını düşünürsek bu süreci başlatanların, kendilerine engel olanları saf dışı etmek için tam isabet ettiklerini görürüz. 28 Şubat dolayısıyla askeriyeden ilişiği kesilenleri göz önüne aldığımızda ihraç ettiklerinin yerine FETÖ'nün yerleştirildiğini de düşünmek lazım. 

Ana Muhalefet Partisinin Trabzon vekilinin dediğine göre zaten bu yapı 99 yılında emniyetteki yapılanmasını tamamlamıştı. Bu yapıya mensup kişilerin 28 Şubat'la birlikte askeriyede daha üst rütbelere gelmelerinin önü açılmış, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla da daha üst rütbeye çıkmaları sağlanmıştı. Hukuk mezunlarının istihdam edildiği yargı alanı ise zaten İHL dışından yetiştirdikleri öğrenciler tarafından doldurularak yargıda da hakimiyetlerini tescillemişlerdi. Kaymakam ve valiler ise yine hukuk ve siyasal tercihli olarak atandığı göz önüne alınırsa kadrolaşmak için sinsi ve planlı bir yol izlendiği gözlerden kaçmamaktadır.

Şimşirgil'in dediği gibi 12 Eylül 80 harekatı bu yapıya yol açmış, 28 Şubat ise ülkeyi, bu yapıya otoban yapmıştır. 2000 öncesinde kadrolaşmasını hemen hemen sağlayan bu yapı, 2000'lerin ortasından itibaren taarruza geçmiş, o yıllar kendilerine dokunanın alaşağı edildiği, kodese tıkıldığı yıllar olmuştu. 17-25 Aralık süreci zaten zirvedeyiz, var mı bize yan bakan hareketiydi. 15 Temmuz'a geldikleri zaman ülkenin alınmaması için hiçbir sebep yoktu. Çünkü ellerinde yağ var, şeker var, un vardı. Helva yapmaya ramak kalmıştı. Devleti ele geçirmişler geçirmesine ama  bir hesap hatası yaptılar. Milleti hesaba katmamışlardı. Çünkü onlara göre millet korkak ve ödlekti. Silaha karşı duramazdı, Önceki darbelerde evine kapanan ve darbeyi kabullenen millet, bu defa da öyle yapacaktı. Onların gizli mahfillerde yaptıkları hesapları çarşıya uymamıştı. Onların kurdukları bu sinsi tuzaklarının yanında Allah'ın da bir hesabı vardı. Kim durabilirdi karşısında? Allah cesaret verdi, bu millet meydanlara akın etti. Darbede başarılı olamayanlar yarasalar gibi kaçıştı.

Şimdi bizim için 12 Eylül, 28 Şubat ve en son yapılan 15 Temmuz kalkışması tarih olmuştur. Zaman FETÖ'ye kızma ve yerme zamanı değildir. Sürekli onları gündemde tutup kötülesek bize bir faydası olmaz. Dilipak'ın dediği gibi, "Tarih övgü ve yergi değildir, bir milletin tecrübesidir" demek lazım. Yine biz: "Tecrübe, yediğimiz kazıkların bileşkesi" demiyor muyuz? Geçmiş ihmalleri, hataları, ülkeyi birilerine ihale etmemeyi öğrendik. 


Aynı delikten bir daha girmemek için bir plan ve program dahilinde ülkeyi geleceğe götürmek için çaba sarf etmeliyiz. Geçmiş tecrübelerimiz kulaklarımıza küpe olsun! Allah bu milleti böyle ağır, kanlı ve öldürücü darbelerden korusun. Korkak, ödlek, yediği tabağa pisleyen hainlere bir daha fırsat vermesin. Hem 28 Şubat sürecinde, hem 15 Temmuz gecesinde mağdur olan mazlumların ahı, mağrur zalim ve mütekebbirlerden aheste aheste çıksın. Hem bu dünyada hem ukbâ alemde iki elleri, onların yakasında olsun!




***28/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Öğretmenimle 43 yıl sonra

Öğretmenim
Mustafa VAREL
İnsanın unutamadığı kişiler vardır hayatta. Hiç gönlünden çıkmaz. Hep içinde bir özlem vardır. Ah bir görsem, bir araya gelsem der durur. Her daim hayırla yad eder. Çünkü ilk gözünü onda açmıştır; ilk okumayı, ilk yazmayı ondan öğrenmiştir. Küçük yaşta bir ufuk vermiştir. Her şeyden de öte sevmiş ve sevdirmiştir. İlk göz ağrısı denir ya! İşte öyle bir şey.

İlkokul öğretmenimden bahsediyorum. Mustafa Varel. Hem anamızdı, hem de babamız desem yeridir. Dünyamız ondan ibaretti. İlkokul 1-3'ü onda okudum. Okullar açılıp okula geldiğimde bir-iki hafta dersimiz boş geçtikten sonra bir başkası, 5.sınıfta ise bir diğeri geldi. 4 ve 5'te beni okutan öğretmenler bende bir iz bırakmadı. İlk öğretmenim ise bende  olumlu derin izler bıraktı. İlk sazı onda gördüm. Saz eşliğinde bize "Çırpınırdı Karadeniz/ Bakıp Türk'ün bayrağına.." marşını ilk ondan dinledim. O çalar biz sınıf olarak ona eşlik ederdik. Zaman zaman bize hikaye okurdu bir kitaptan. Adını unuttuğum kitapta sık sık kitabın kahramanı Hayri Dede diye birinden bahsedilirdi. O, koşa koşa cumaya gider, arkasına takılır ben de giderdim. Namaz çıkışı hızlı hızlı gelir, ben de arkasından koşardım. Evimize gelir bizde ona giderdik.

Büyükle büyük, küçükle küçüktü. Ne kibir vardı, ne de enaniyet. Akşamleyin mahallelinin bir araya geldiği baranalara katılır, onlarla hemhal olurdu. Karasınır'la ilgili yazdığı: "Karasınır'ı dolan da gör bey/Ondaki her şey boldur ha boldur" şiiri herkesin dilindeydi.  Öğrencisi olarak bizim ezberimizdeydi. Gittiğim her yerde haydi bir oku derler, ben de seve seve okurdum. Bir bayram dolayısıyla okumamı istediği Arif Nihat Asya'nın: 
"Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek" şiirini ezberden okuyarak dünyalar benim olmuştu.


Öğretmenimle birlikte
İlk defa geçen yıl  telefon numarasını bularak sesini duymuştum. Adımı söyledim, tanıdınız mı dedim. "Sarı ramazan mı" dedi hemen. En kısa zamanda ziyaretinize geleceğimi söyledim. Bir kaç defa niyetlendim, nasip olmadı. Geçen cuma bir vesileyle yolum Karaman'a düştü. Akşam namazından sonra kendisini telefonla aradım, evini tarif etti. Bir kaç arkadaşla beraber evinde ziyaret ettim. Oğlu Ali Haydar ile birlikte misafir etti bizi. 
Öğretmenimle oğlu

Elini öptüm. Telefonla haberleşip buluşmasaydık onun beni, benim de onu tanımam mümkün değildi. Çünkü ne o bendeki sarı saçlar kalmıştı, ne de onun küçüklüğümdeki siması. Yaşını sordum 69 yaşındayım dedi. Çocukluğumda gördüğüm sinek kaydı tıraşının yerini bembeyaz sakalları almıştı. Öğrencisi iken kendisinin okuyup bizim dinlediğimiz hikayenin kahramanı 'Hayri Dede' gibi göründü bana. O da tıpkı hocamız gibi nur yüzlü, piri fani birisi idi. Telefonda sorduğu  soruları tekrar sormadı. Çünkü fiziken ve ruhen kendindeydi. Sağlam bir hafıza ve iradeye sahip olduğunu gördüm. Çocukluğumda kendisinde gördüğüm azim ve gayretinden hiçbir şey kaybetmemişti. "Size şiir okuyayım mı" dedi bize. Lütfen dedik. Biri 80 öncesi anarşi ortamını anlatan şiir olmak üzere kendi yazdığı iki şiiri kendi sesinden dinledim. Nerede bir müsvedde kağıt bulmuşsa onun arkasını değerlendirip şiir yazmaya devam etmiş. Eliyle yazdığını gelir gazeteden biri alır gider, yayıma verirmiş. 600 kadar şiiri olmuş. Yakında kitabı çıkacakmış.

Hocamın içten teklif ettiği yemek teklifini tok olmamız hasebiyle kabul etmedik. Kısa süre içerisinde eşinin sardığı lahana dolması önümüze geldi, çayla birlikte. Görmeye doyum olmazdı. Yolcu yolunda gerekti. Vedalaşıp ayrıldık. 

43 yıl sonrasında öğretmenimle buluşmam beni fazlasıyla mesrur etmiştir. Ben kendisinden memnundum. Allah kendisinden razı olsun. Öğretmenime sağlıklı, bereketli, uzun ömürler versin. 
Ahmet GÜNEŞ- Mustafa BÜYÜKADEM-
Mustafa KAÇAR, Hocam ve ben


Ziyaretimi gerçekleştirmeme sebep olan ortaokul ve lise arkadaşlarım Ahmet Güneş, Mustafa Kaçar ve Mustafa Büyükadem'e de teşekkür ediyorum. 27.02.2017







27 Şubat 2017 Pazartesi

'Karargâh rahatsız' *

Anlaşılan huylu huyundan pek vazgeçmiyor. Hani bizde: “Bir insan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur” denir ya. İşte  bu cümleyi şimdi: “Bir zihniyet geçmişte ne ise şimdi de o” şeklinde değiştirmek lazım. Yukarıdaki başlık çağın dışında kalmış, kelaynak kuşları gibi demode olmuş bir zihniyetin bilinçaltını göstermektedir. Anlaşılan zaman zaman kendilerini darı ambarında sanıyorlar, halüsinasyon görüyorlar. Gayzlarından çatlıyorlar.

'Karargâh Rahatsız' başlığının “Genç subaylar rahatsız” manşetlerinden bir farkı yok. Bu sürmanşetlere milletin karnı tok. Bu tür haberlerle neyin amaçlandığını herkes biliyor. Eskiden bu tür haberlerle hükümete ültimatom ve gözdağı verilir, ayağını denk alması amaçlanırdı. 27 Nisan e-muhtırası ile denendi bu. Hükümet yemedi. Ardından içimizden devşirdikleriyle dış destekli olarak 15 Temmuz’da bir kalkışma yaptılar. Beceremediler. Son vuruşlarıydı bu. Tüm dünya gördü bunu canlı yayında. Destek veren Avrupa bir ay boyunca kendisine gelemedi. Gecenin ilk saatlerinde Reuters Ajansının ağzının suyunu akıtarak verdiği “Türkiye’de asker yönetime el koydu” haberi son sevinçleri oldu. Dünya bir milletin tanka, tüfeğe, F-16’ya karşı nasıl direndiğini, ölümü göze aldığını ve hatta öldüğüne şahit oldu. Aylarca demokrasi nöbetleri tutan milyonların meydanlarda sabahladığını da… Ölümü göze alan bir millete değil siz, dünya bir araya gelse hatta “En kesif orduların yükleniyor dördü beşi” durumu da olsa vız gelir, tırıs gider.


Birileri bunlara “Geçti Bor’un Pazarı, sür eşeğini Niğde’ye” demeli. Artık bu tür haberlerle milleti dizayn etme, hükümete ayar verme dönemleri geride kaldı. Hala bıraktığımız yerde otluyorsunuz, biraz kendinizi geliştirin, bu tür haberlerle bal-börek yeme döneminiz geride kaldı, millet gözünü açtı, gerçek askerimiz de rahatsız değil, o sizin hüsnü kuruntunuz, demesi lazım. Eskiden “Genç subaylar rahatsız” başlığını atanlar bu ülkede taltiflenir, milletvekili  yapılırdı. Şimdi tu kaka yapılıyor artık. Beyhude çaba bunlar. Yormayın kendinizi.

 

“Karargah rahatsız” haberinin askeriyede başörtüsünün serbest bırakılmasının ardından yapılmış olması yine bilinçaltlarındaki başörtüsüne karşı düşmanlıkların dışa vurumudur. Başörtüsünü görünce kırmızı görmüş boğa gibi oluyorlar. Böylelerine tıpkı Akif gibi: “Bacımın örtüsü batmakta zalimin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne” demek lazım. Gerçek askerin bu milletin değerleriyle derdi ve meselesi olamaz. Şayet bu ve başka konuyla ilgili varsa bir sıkıntısı askerin, derdini bir üst amirine iletmesi gerekir. Yok “Karargah rahatsız” derken askeriyenin içinde kalmış darbelere özlem duyan birkaç muhalifin rahatsızlığı ise bu, bu tipler rahatsız olmaya devam etsin. Çünkü bu tür hastalığın  tedavisi yok. Biz derdimizi alışkanlık gereği askeri kullanarak yapıyoruz derseniz, biraz medeni cesaretiniz olsun, silahın arkasına sığınmayın, mert olun. Çıkın ortaya. Biz darbe çığırtkanlığı yapıyoruz. Bizimkisi bir özlemdir, çok görmeyin, eski bir alışkanlık, deyin. Bu hareketiniz daha medenice olur. Prim yapmaz ama olsun. Görüş görüştür. Askerin hem Güneydoğu’da hem de Suriye’de varlığını iyice hissettirdiği bir ortamda bu tür aslı astarı olmayan konuları haber yapmak veya askeriyenin içindeki birkaç muhalif görüşü manşete taşımak vatanperverlikle bağdaşmaz.

 

Huylu huyundan vazgeçmez biliyorum ama bu milletin kadir ve kıymetini bilin. Hala bu millet, bu darbe kışkırtıcılığınıza ekmek veriyor ya. Helal olsun bu millete. Hoşgörüsünü kötüye kullanmayın. Yoksa sığınacak bir ülke bile bulamazsınız, haberiniz olsun. 27/02/2017

* 01/03/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.