23 Şubat 2017 Perşembe

"Bugün gönül kırdın mı?" **

Eskiden tekkelerde iki soru sorulurmuş:
1.      Bugün gönül kırdın mı?
2.      Namazını kıldın mı?
Birinci soruya evet diyene ikinci soru sorulmaz imiş...

Eski ve tekke kelimelerini duyunca içinizden birileri Celaleddin Rumi’nin: “…cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.dizeleriyle cevap vererek yeni şeyler söyle diyebilir. Doğru. Çünkü bu soruyu soracak tekke kalmadı bugün. Ama soru eskimez ve her asırda güncelliğini kaybetmeyecek bir soru.

Sahi, kaçımız ikinci soruya geçebiliriz? Günümüzde yapılacak sınavlara birinci soru olarak bu soru sorulsa sanırım çoğumuz ilk soruda kalırız. Hatta bize bir kolaylık sağlansa gönül kırdınsa da kırdığın gönlü yaz, sonra ikinci soruya geç dense…hangi birini anlatayım, hangi birini  yazayım deriz. Çünkü bir gönül kırmakla falan yetinmiyoruz bugün. Kırdığımız yumurta kırkı geçiyor maalesef.

Çoğu kırgınlıkların, incinmişliklerin, küskünlüklerin gerisinde hep gönül kırgınlığı yatmaktadır. Çünkü gönül yarası ve gönül kırgınlığı başka bir şeye benzemiyor. Gönül almak için çabalarken bir başka gönülü kırabiliyoruz. Kırılan kalbi tamir etmek mümkün olmuyor çoğu zaman. Tamir için özür dilense de, gönül alınsa da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, mutlaka izi kalıyor. Zaman zaman akla geldikçe uykusunu kaçırıyor insanın.

Bugün bir başka sorunumuz daha var. Kırdığımız gönlün farkında bile değiliz. Kırmışsak da kolay kolay hatayı kabul etmeyiz. Çünkü eskilere göre kendimizi daha da geliştirdik. Hemen savunma refleksimiz devreye giriyor. Asla burnumuzdan kıl aldırmıyoruz. Bırakın özür dilemeyi…hatta özür dileyecek biri varsa o benden özür dilesin gibi sözler de söyleyebiliyoruz. Kolay kolay vicdanımızın sesine kulak vermeyiz. Bir an için vicdanımızın sesini dinlesek bile bu sefer egomuz devreye giriyor.  Asla özür diletmiyor.

Gönül kırmanın bizim gibi namazda gözü olmayanlara bir de faydası var. İlk soru da takılıp kalacağımız için nasılsa namaz kılıp kılmadığımız sorulmayacak diyerek kendimizi namazdan muaf gibi de görebiliriz. Sözlerimizi Yunus’un bir dörtlüğüyle noktalayalım:
“Bir kez gönül yıktın ise 
 Bu kıldığın namaz değil 
Yetmiş iki millet dahi 
Elin yüzün yumaz değil

Gönül kırmayanlardan, gönül yıkmayanlardan olalım inşallah! 23/02/2017

** 26/02/2017 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

Vekilimi seçeceğim...Mutluyum mutlu...Neden mi?


1.Kim vekil seçilecek, hangi vekiller gidecek merakımı gidereceğim.
2.Seçim için 4 yıl beklemeyeceğim, ortalama yılda 1 meydanlar hareketlenecek.
3.Şehrin görünür yerleri rengarenk parti bayraklarıyla donatılacak.
4.Miting yapacak partinin yerel otoları cadde cadde anons ederek beni mitinge davet edecek.
5.Meydanlarda mitingler yapılacak, siyasi partiler gövde gösterisi yapacaklar. Ana arterler trafiğe kapanacak, yaya olarak yürüyemediğim yollardan yürüyeceğim, yürümeyen araç trafiği alternatif yollardan akacak.
6.Toplu taşıma aracı, beni bilmediğim yerlerde bırakıp yürüyeceğim, araca binmek için uzunca bir yol yürüyeceğim.Yıllarca veremediğim kilomu böylece vereceğim, yürürken yorulunca kendi kendime "Akılsız başı ayaklar çeker" diye homurdanacağım ama olsun o kadar.
7.Gittiğim her yerde konu zorluğu çekmeyeceğim, hangi parti ne kadar alır konuşması 7'den 70'e herkesin dilinde olacak. Bir taraftan da hangi parti ne kadar oy alacak bahsine gireceğim.
8.Miting esnasında simitçi, köfteci, amblem-bayrak satıcıları satış yapacak, mitingin bitiminde ise yine belediye temizlik işçilerine iş düşecek. Saatler öncesinde polisler görev yapacak, konuşmacıyı sevse de sevmese de renk vermeyecek. Miting alanını terk edenler de acaba mitingde ne kadar kişi varız diye yorumda bulunacaklar.
9.Mitingi düzenleyen partinin lideri dün başka bir ilde konuştuğunu noktası virgülüne dokunmadan tekrar edecek, öndeki fanatikler bir taraftan partinin bayrağını sallarken diğer taraftan alkış ve sloganla bağlılığını bildirecek, arka taraflarda da seyirciler dolduracak. Hele miting bir de kalabalık olursa lider coştukça coşacak.
10.Seçim günü gelir. Herkes evine çekilir seçim sonuçlarını izlemeye. Kanal kanal dolaşır, sonuçları erkenden almak için. Beklediği sonucu vermeyen kanalın sonuçlarını “yanlış ve yanlı haber veriyor“ diyerek homurdanacak bir taraftan. Gecenin ilerleyen saatlerinde kazanan lider “kazandım” konuşması yapacak, kaybedense görünmeyecek ve kısa bir not yayımlacak: ”Seçimlere hile karıştı” diye. 25/02/2015

Meraklısı için "Candy crush soda saga" nedir?

Bu yazım sanaldan oyun isteği gönderenlere...
Sanal medyayı kullananlar bilir. Diğerleri buna Fransız kalır. 
Bu profili  tanıyalım. Oğlum sana söylüyorum, kızım sen dinle!

Bir oyundur, nasıl oynanır, kimler oynar, niçin oynanır bilmem, hiç de merakım olmadı. Ama gel gör ki aşağıda kendisini anlatacağım bu kişi bu oyun oynama isteğinden hiç vazgeçmedi, derdi nedir onu da bilmiyorum.
Bu oyunu gönderenin;
-Lise okul numarası 4111
-Evli ve evlenecek yaşta çocukları var.
-Kendisi Diyanetin taşrasında çalışan ve emekliliği gelmiş birisi. 
-Oyun oynama konusunda mahirdir. 
-Oyun oynama isteği göndermede inatçı mı, inatçı.
-6000 küsur ayetin içerisinde kendine "Şüphesiz Dünya hayatı oyun ve eğlencedir" ayetini düstur edinmiştir.
-Anlaşılan günlük 2.5-3 saatlik mesainin dışında zamanı boldur.
-Ya çok dertlidir, derdini unutmak için oynar ya da çok keyiflidir, zevkten oynar.
-Babası, yardım ve iyiliksever olsun diye kendisine Habeş Kralının ismini vermiş, soyadı da tıpkı adı -gibi-güzel.
-Yazdığımı gören 12 yaşındaki oğlum, "Baba! Bu oyunu oyun isteği olarak gönderenler bir şeyler kazanıyorlar, o yüzden gönderiyorlar, ben bir defa oynadım, başka da oynamadım" deyince bu şahsın puan biriktirme derdinde olduğu anlaşılıyor.
Ne olur! Kardeş! Beni bırak, ben senin seviyene çıkamam, haydi başka kapıya, bu kapıdan sana ekmek yok diye yazmak isterdim ama vazgeçtim. Bak hala sınıf arkadaşım olduğunu söylemedim. Ama suç sende değil, asıl suç 5 yaş küçüğüyle aynı sınıfta okuyan bende. Şimdilik bu kadar yeter, devam ederse cemaziyel evvel ve ahirini de açıklayacağım, sana yazdıklarım da diğerlerine küpe olsun, bana da küpe olsun: Bir daha liseye gidersem akranımla okuyacağım. Bu bir tehdit mi dersen evet tehdit, haberin olsun.

Gerçi ben kime yazıyorum, sen zaten oyun ve oynaştasın…Desene yazdıklarım yine  boşa gitti. 25/02/2015

22 Şubat 2017 Çarşamba

Şimdi sınav zamanı!

Öğretmen derse girer, selam verdikten sonra derse başlamadan önce sınıf defterini yazmak ve imzalamak için oturur. Bir öğrenci seslenir:
-Hocam!
-Söyle kızım!
-Hocam, bizim sınıfta iki tane geri zekalı var.
-Diğeri kim kızım?
***
Peygamberimiz ve hulefâyı râşidîn döneminde devlet başkanı veya o beldenin en büyük mülki amiri cuma hutbesini i'rad eder, hutbede dînî, ekonomik, siyasî, sosyal vb Müslümanları ilgilendiren her türlü konuya değinilirdi. Abbasilerle birlikte hutbeyi irad etme görevi şehrin kadılarına bırakıldı, hutbelerde ise sadece dînî içerik ele alınmaya başlandı. Öğretmen hitabet dersinde bir sınav yapar.
Soru 1-Abbasiler döneminde hutbe irad etme görevinin kadılara bırakılmasıyla birlikte hutbelerin içeriğinde hangi tür değişiklik meydana gelmiştir?
Cevap 1-Hocam! Kadınlar hutbe okumaz ki, içeriğinde değişiklik olsun...
***
Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir misali bir öğretmene doldursun diye Trafik dersi verilir. Dersin kitabı da yoktur. Öğretmen ilk iş olarak kitapçıdan bir Trafik kitabı alır. Haftada bir saat bu dersi işler. Ağırlıklı olarak trafik işaretlerini öğretmeye çalışır. Sınav zamanı gelir, öğretmen sınavı test yapar.
Soru 1-Aşağıdaki trafik işareti ne anlama gelmektedir? Doğru seçeneği işaretleyiniz.
Otomatik alternatif metin yok.
A-Soldan gidiniz
B-Sağdan gidiniz 
C-İleride ok atışı vardır
D-Sağa dönünüz
Cevap C olarak işaretlenir bir öğrenci tarafından
***
Siyer dersinde işlenen yerden öğretmen sınav yapar.
SORU-1 Cahiliye döneminde Mekke’ye dışarıdan gelenlerin can ve mal emniyetini korumak amacıyla Mekke’nin ileri gelenleri tarafından kurulan ve peygamberimizin de katıldığı bu cemiyete ne ad verilir?
Cevap: Mavri Mira Cemiyeti (Cevap Hilful fuzul olacaktı)
***
Kredili sistemde öğretmen Kelam dersinden 2 defa sınav yapar. Az sayıda dersi zayıf olan öğrenci vardır. Öğretmen onları kurtarma sınavına alır. 45 alanı geçirme niyetindedir. Sınavda 8 tane soru sorar. 9.ve 10.soruları da öğrencilerden kendi kendilerine soru sorup cevap vermelerini ister.
SORU 1- 4 büyük kitabın isimleri nelerdir, hangi peygamberlere indirilmiştir?
Cevap
Zebur Hz Ebu Bekir'e
İncil  Hz Osman'a
Tevrat Hz Ali'ye
Kuran-ı Kerim Hz Muhammed'e
 26/02/2015

Başörtüsü dün sorundu, bugün de sorun *

Bir zamanlar hükümet kuran ve hükümet yıkan, Türkiye gündemini belirleyen, çoğu zaman tetikçilik yapan, ülkenin değerlerine yabancı baskılarıyla okuyucuların karşısına çıkan ‘Kartel medyası’ diye ün yapmış  ve Türk basınının ‘Amiral gemisi’ olarak  bilinen  gazete, 10/02/2008 tarihli nüshasında “411 el kaosa kalktı” manşetiyle çıkmıştı. Aklı sıra aba altından sopa göstermişti.

Kaos olarak gösterilen durum ise kız öğrencilerin üniversitelerde başörtüsü nedeniyle eğitim ve öğretim görememelerini çözmek amacıyla iktidar ve muhalefetin bir araya gelerek anayasanın 42.maddesindeki “Kimse, eğitim ve öğretim haklarından yoksun bırakılamaz.” Cümlesine  üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir kısmı ilave edilerek yapılan anayasa değişikliğine 550 milletvekilinden 411 kişi el kaldırmıştı. Hatta bu değişiklik nedeniyle iktidar partisine "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle 14/04/2008 tarihinde kapatma davası açılmış, parti; 6’ya 5  oy çokluğuyla kapatılmış olmasına rağmen nitelikli çoğunluk olmadığı için iktidar partisi ipten dönmüştü.

İdam sehpasından son anda kurtulan hükümet bu konuyu  zaman içerisinde çözmek gayesiyle buzdolabına kaldırdı. Başörtüsü yasağına delil gösterilen anayasa, kanun ve anayasanın gerekçeli kararları aynı durduğu halde birkaç yıl önce hükümet, "Kılık-Kıyafet Yönetmeliğinde" değişiklik yapmak suretiyle askeriye-emniyet-adliye hariç diğer kamuda çalışanlarda ve okullarda başörtüsünü serbest bıraktı. Çalışanlar işlerine, öğrenciler de okullarına türbanlarıyla girmeye başladılar. Bu kararın toplumda yansıması olumlu oldu. Herkes özümsedi. Başını açanla-kapatan arasında bir gerginlik meydana gelmedi. Laiklik de bir yere gitmedi, aynı yerinde duruyor. Başörtüsünün yasak olduğu en son yer askeriye kalmıştı. Onu da Milli Savunma Bakanı, 22/02/2017 tarihli açıklamasıyla kaldırmış oldu. Hükümetin kararlılığı, mahkemelerin görüş değiştirmesi, müzmin muhalif partinin ortamı germemesi bu konuda özgürlük ortamının oluşmasına olumlu katkı sağlamıştır. Sebep olanlardan Allah razı olsun. Türkiye'de normalleşmenin başladığına, taşların yerli yerine oturduğuna işarettir bu.

Başörtüsü deyip de geçmeyelim. Kaç tane parti kapatıldı uğruna. Birçok kişi siyasi yasaklı oldu. Nice kızlarımız bundan dolayı okuyamadı, okumakta olanlar ise eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Kimi  peruk takmak suretiyle yoluna devam etti. Kimi de akıl hocalarının verdiği ‘furuattır’ fetvası gereğince başlarını açmak zorunda kaldı. Nice okul birincileri, plaketlerini almak için kürsülere çıkarılmamış ve onlara konuşma hakkı verilmemişti. Meclise giren başörtülü vekile karşı ülkenin başbakanı: "Bu kadına haddini bildirin" diyerek savaş bile açmıştı. 

Başörtüsü yasağı uydurulmuş bir yasaktı. Bir dönemin zihniyetini gösteriyordu. Şükürler olsun! O zihniyetin cenazesi kılındı, bir daha da dirilmez artık… Başörtüsü sorunu bir daha geri dönmemek üzere çözüldü çözülmesine de, şimdi ortada bir başka sorun var. Bu sorun nasıl çözülecek? Başörtüsünün çözülmesinden daha zor bir durumla karşı karşıyayız. İçime bastırdığım bu sıkıntı ve derde Hayrettin Karaman 04/12/2016 tarihli Yenişafak'taki köşesinde "Başımızı örttük mü" başlıklı yazısında şöyle işaret etmişti:

"Başlarını bir şekilde örten, oradan aşağıya doğru bakıldığında şeffaf kumaşlar, dar elbiseler, “başım örtük ama sen yüzüme bak” dercesine boyanmış yüzler ve gözler, davranışlardaki hafiflikler, zorunlu olmayan birliktelikler, olmayacak yerlerde bulunmalar, hatta “aşka gelip” oynamalar, parklarda bahçelerde el ele, baş başa, sarmaş dolaş oturmalar ve gezmeler, sağa sola sigara dumanını üfleyerek yakışıksız görüntüler sunmalar… göz önüne alındığında karşımıza “kısmen örtülü çıplaklar”ın çıktığını üzülerek ve ibretle görüyoruz…Birçok kimsenin tepkisine sebep olmayı göze alarak şunu söyleyeceğim: Edep, ahlak, nezaket ve zarafet olmayacaksa ne sakalınız olsun ne de başörtünüz!”

Şimdiki derdimiz bu maalesef. Fazla söze ne hacet! Sayın Karaman bu durumu nezih bir şekilde ifade etmiş. Şimdi düşünelim, biz bu meseleyi nasıl çözeceğiz? Ben de böylelerini görünce “Keşke bu kızımızın başı, örtülü olmasaydı…” diyorum. İnşallah özentidir, çabuk geçer. Zira Hz Ömer: “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar.” der. Allah samimiyetten ayırmasın. Bir moda rüzgarına kapılan bu tip kızlarımıza feraset ve basiret versin. Başörtüsü takan bu kızlarımızın inşallah bir gün kendilerini bulacaklarına inanmak istiyorum. 22/02/2017

* 25/02/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Kadının çalışma sorunu

Bir toplumun yarısını belki daha fazlasını oluşturan kadınlardan bahsetmek istiyorum bu yazımda. Tarih boyunca kadın için birileri: "Kadınlar okutulmuyor, onlara esir muamelesi yapılıyor, evlere hapsediliyor, hakları verilmiyor, kadına niçin çalışma hakkı verilmiyor, sosyal güvencesi olmayan kadın kocasının elinde eziyet ve işkence görüyor, toplumun yarısını oluşturmasına rağmen kadın yeterince temsil edilmiyor, kadın kendi ayakları üzerinde durabilmelidir..." gibi neden ve bahanelerle kadının dışarı çıkması sağlandı. Kadın her alanda var artık. Eskiden kamuya eleman alımında erkek/kadın olmak gibi şartlar aranırdı. Şimdi artık erkek mesleği denilen yerlerde kadını, kadın mesleği denilen alanlarda da erkeği görmek mümkün. Üstelik birçok alanda kadın lehine pozitif ayrımcılık da yapılıyor.

Geçmişten beri kadına yeterince değer verilmediğini, horlandığını biliyorum. Çünkü erkek egemen bir toplumuz. Burada kadının eziyet görmesinin nedeni kadın olmasından değildir. Gücü elinde bulunduranın şiddet uygulamasından ibarettir. Kadın da kendinden zayıfları ezmeye çalışır. Burada ele almak istediğim konu erkeğin kadını ezmesi değil. Kadınların kendilerine yaptığı eziyeti kimse yapmaz. Kadınlar normalinden fazla çalışmak ve efor sarf etmek durumunda bugün.

İnsanoğlu yeryüzünde var olduğu andan itibaren yapılacak işler için bir işbölümü yapılmıştır. Kadın ev işleri, hamilelik, doğum, çocuğuna bakma vb. işleri gibi durumlarda görev alırken erkek ise evin ve ailesinin geçimini karşılamak, onları korumak gibi işlerde görev almak suretiyle görev almıştır. Daha çok değil 20-30 yıl öncesine kadar evin geçimini sağlayan her evde sadece erkek var iken şimdi kadın da evin geçimini sağlamak için dışarıda çalışmak durumunda bırakılmıştır. Bu durumda ev işleri ve çocuğa bakma kısmı ise ya ilave olarak kadına artı olarak yüklenilmiş, ya bakıcı bulma yoluna gidilmiş, ya da karı-koca müşterek çalışma yoluna gitmiştir. Ne kadar paylaşılırsa paylaşılsın yükün büyüğü kadının üzerine binmektedir. Çünkü erkek ne kadar maharetli olursa olsun kadının anladığı kadar ev işleri, temizlik, yemek yapma ve çocuğa bakma gibi durumlarda kadının eline su dökemez. Hani derler ya: “Elinden kör eşek yemek yem yemez” diye. İşte öyle bir şey.

Kadının evini ihmal etmek suretiyle dışarıda her alanda çalışmaya başlamasıyla birlikte İslam'ın miras taksiminde koyduğu ölçü toplum tarafından anlaşılamaz duruma düşmüştür. İslam erkeğe iki, kadına ise tek pay taksimi koyarken erkeğe fazla vermek suretiyle iş kurma amacını gütmüştür. Bugünkü durumda ise kadın da çalışan bir birey olması sebebiyle kendisine erkeğinden düşük pay verildiğinde "Ben de çalışıyorum, bu taksim adil mi" eleştirisi getirme durumu ortaya çıkmıştır.

Kadının bugünkü mevcut yapısıyla en büyük sıkıntılardan biri de çocuğun ihmal edilmesi. Çocuğa kim bakarsa baksın, bir annenin vereceği terbiye ve eğitimi veremez. Ayrıca çocuk ergenlik çağına gelinceye kadar kendisini anneye muhtaç hisseder. Her türlü imkanı karşılanan çocuk anne şefkatinden mahrum kalabilmektedir. Bir başka olumsuz yön, çalışan kadın çocuk sayısında sınırlama yoluna gitmektedir. Bu da, nüfusun yerinde saymasına hatta gerilemesine sebep olabilmektedir.

Toplumun değer yargısının bu şekilde değişmesiyle birlikte okuduktan sonra dışarıda çalışmayıp çocuğunu en güzel şekilde yetiştirmeyi düşünen bir kadın: " Çalışmazsam talibim gelmez, evde kalırım" endişesini taşımak zorunda hissedebiliyor kendini. Çünkü eşlerde aranan şartların başında bugün 'çalışan eş' olma başı çekmektedir. Bugün kadın, erkek ve ailelerde mutlu bir ailenin temellerini atalım, evliliğimiz ilanihaye devam etsin, geleceğimizin teminatı çocuklarımızı en güzel şekilde yetiştirelim düşüncesinden ziyade bir eve birden fazla maaş gelirse kısa zamanda her türlü ihtiyacımızı karşılayarak mutlu olacağımız düşüncesi hakim olmuş durumda. Yani insanlar iyi bir eş adayından ziyade bankamatik memuru temin etme yoluna gitmektedir.

Çalışmayı seçen kadınlardan bazıları da ileride eşimden ayrılma gibi bir durum ortaya çıkarsa sosyal güvencem olsun, ayaklarım üzerine durabilmeliyim düşüncesine sahipler. Eşi çalışma dese de çalışmaya devam etmektedir. Ya da kadın çalışmayı bırakmak istese de eve girecek maaş da azalma olacağı düşüncesiyle kocası ayrılmasına razı olmamaktadır. Bir başka durum ise, karı-koca karar verip kadının çalışmamasını uygun görse bile kızın anne ve babası, tanıdıkları; onca yıl okudun, boşu boşuna mı okudun diyerek kadını ajite etme yoluna gitmektedir.

Maddi kaygı veya bir başka nedenle kadınlarımız çalışmaktadır. İsteyen çalışmayı seçer, dileyen de ev hanımı olmayı. Ev hanımı olmak küçümsenmemeli. Hemen kadın eve kapatılıyor diye düşünenler çıkabilir. Kadın çalışacaksa full time değil, part time çalışmalıdır. Çalışırken kesinlikle çocuğunu ihmal etmemelidir. Bir çocuğun dünyayı değiştirebileceğini göz önüne almak lazım. Sağlıklı nesiller için bu mutlaka gerekir. Kadın bilgi ve birikimini; günlük, haftalık evinde veya dışarıda uygun ortamlarda başkalarıyla paylaşabilir. Hayır kuruluşlarında, vakıf ve derneklerde görev alabilir. Pekala etrafındaki insanlara ışık olabilir.

Kadının çalışması hesaba katılırken aile mefhumunu, aile ortamını mutlaka hesaba katmak gerekir. İstatistikleri bilmem ama öyle zannediyorum çalışan eşlerde ayrılma oranları daha fazladır diye düşünüyorum. Baktılar ki olmuyor, eşler birbirine eyvallah diyerek evliliği bitirebiliyor. Kadının çalışmasının teşvik edilmesinden ziyade ailenin korunması için teşvik edici tedbirler almakta fayda vardır.


Elinin emeğiyle bünyesine, mesleğine uygun bir ortamda çalışan emekçi kadınların Allah yardımcısı olsun. İnşallah ev ve iş arasında koşuşturmaktan çatlayıp ölmezler, sağlıklarını bozmazlar. Çalışıyorum diyerekten evinin mutfağına yabancılaşmazlar. Evi sadece otel gibi kullanmazlar. Aynı zamanda iş için evini, evi için de işini inşallah ihmal etmezler.

Kadının çalışmasını, sosyal hayatın içerisine girmeyi teşvik etmekten ziyade hepinizin malum olduğu üzere ülkemizde istihdam daralması var. İşsizlik oranları resmi olarak yüzde 20’leri geçmiş durumda. Allah kimseyi aç ve açıkta bırakmasın, işsizlikle imtihan etmesin, namerde muhtaç etmesin. Bugün birçok eve iki maaş girerken belki bazı evlere hiç maaş girmemektedir. Kız çocukları okumada ve sınavlarda erkeklere göre daha başarılı, daha hırslı ve daha sorumlu. Kızlarımız görev alabiliyorken erkeklerimiz hoydur hoydur gezmekte, üniversiteyi bitirdiği halde kaldırım mühendisliği yapmaktadır. İstihdam için önceliğin erkek çocuklarına verilmesinde fayda mülahaza ediyorum. Bugün işsiz insan bir başkasının oyuncağı, maskarası olabilir. Ülkemizi kana bulayan teröristlerin genelinin erkek olduğu göz önüne alınırsa öncelik olarak erkek istihdamında erkekleri tercih etmek daha uygun olur kanaatini taşımaktayım. Toplum iş bulamadığı için evinde oturan kızı garipsemez ama evde veya kahvehane köşelerinde ömür tüketen işsiz erkeklere tahammül etmez. Yine iş bulamadığı için evinde oturmak durumunda kalan kızın aileye fazla bir masrafı olmaz. Ama işsiz erkeği akşama kadar evde durduramazsın. Her çarşıya çıkışı masraf demektir.

Elinin emeği ile işini düzgün bir şekilde yapan alın teri ile evine ekmek götüren kadınları tenzih ederek burada bir başka konuya daha değineceğim. Bir kısım kadınlarımız maalesef erkeğin, paranın oyuncağı olacak şekilde ortamı müsait olmayan yerlerde istihdam edilmektedir. Bu tip yerlerde genelde kadın vitrinlik  olarak kullanılır, sanki teşhir amaçlı gibi. Genelde fizik ve bünyesi düzgün olan albeni dağıtan kadınları maalesef birileri  paravan olarak kullanmaktadır. Genelde buralarda çalışan kadınlar giyim-kuşam yönünden daha açık giyinmek suretiyle vücudunu teşhir edebilmektedir. Yine istisnalar kaideyi bozmaz ama fiziğinden, güzelliğinden başka hiç mahareti olmayan bu tip kadınlar erkeğin veya patronunun elinde oyuncak olabilmektedir. Kanaatimce bu tip kadınlar kendini kullandırmamalıdır. Değilse hem kendilerine, hem ailelerine, hem de topluma zarar vermiş olurlar.

Son söz olarak kadınlara şunu söylemek isterim. Okuyun. Hatta en iyisini okuyun. Toplumu değiştirecek şekilde kültürlü ve birikimli birer birey olun. Okuduktan sonra mümkün olduğu kadar kamu veya özel sektörde çalışmak için görev almayın. Size talip olacak kişi sizin maaşınıza değil kişiliğinize saygı duyarak talip olsun. Sizi alacak kişi sizin geçiminizi sağlamayı taahhüt ederek talip olsun. Aranızdaki bağ paradan ziyade sevgi ve saygı olsun. Ömrünüzü çocuğunuzun yetişmesine ve birikimlerinizi çevrenizdeki insanlara aktararak harcayın. Size ve çocuğunuza bakamayacak erkek sizden uzak dursun. Çoğunuzun babası çalışırken evdeki tüm fertlerin geçimini sağlayabiliyordu. Bırakın şimdiki eşler de sağlasınlar. 22/02/2017



21 Şubat 2017 Salı

Erkekler konferans salonlarında niçin yoklar?

21.02.2017 günü Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi bünyesinde bulunan Erol Güngör Konferans Salonunda "Yakın Tarih Okumaları" adı verilen  2.5 saatlik bir konuşma etkinliğine katıldım.

Konuşmacılardan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil "II. Abdülhamid ve Dönemini," Doç.Dr. Ömer Akdağ "Cumhuriyetin Kuruluşu ve Lozanı," Abdurrahman Dilipak ise, " Adnan Menderes ve Turgut Özal Dönemlerini" konu alan birer sunum yaptılar. "Biz katılamadık, neden bahsetti, biraz bahseder misiniz" derseniz "Tekkeyi bekleyen içer çorbayı" derim.

Öğrenciliğimde gittiğim bu salonu çok büyük olarak görmüştüm. Şimdi gittiğimde ise salonun çok da büyük olmadığını anladım. Salon hıncahınç dolu idi. Salon; geçiş basamaklarından, koltukların arka taraflarına varıncaya kadar konuşmacıları ayakta dinleyenlerle doluydu. Ayakta yer bulabilen şanslı kişilerden biri idim. İki saate yakın ayakta dinledikten sonra işi dolayısıyla kalkan az sayıdaki kişilerin boşalttığı koltuklardan birinde kendime yer bulabildim. Son yarım saat oturarak dinleme şerefine mail oldum.

Dinleyici kitlesinin üniversite öğrencilerinden olduğunu söylememe gerek yok. Kitlenin cinsiyetini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Salon % 90 oranında kız öğrencilerden oluşmuştu. Kızlarımız yerlerini kapmış, ellerine ajandasını ve kalemini almış, notlar alırken bizim erkekler neredeydi gerçekten? Şaşırmamak elde değil. Sanırım erkeklerin çoğu kafe vb. yerlere giderek laklak yapmakla meşguldü. Kızlar "Yakın Tarihi Okumaya" çalışırken... Sonra kalkıp kızlar erkeklerden niçin başarılı, diye sorarız zaman zaman. Görünen köy kılavuz istemez... Erkekler niçin başarılı olsun ki? Kızların başarılı olmaması için bir neden mi var? Allah kızlarımızın ve az sayıdaki bu sorumlu erkeklerin yolunu açık etsin. Erkekler de duvar kenarlarında, kafe köşelerinde memleketi düzeltme muhabbeti yapmaya devam etsinler.

Konuşmacıları dinledikçe 90’lı yıllara gittim. Aynı atmosferi yaşadım. TV’lerin yaygınlaşması ile birlikte konuşmacıların ekranda boy göstermeye başlamasıyla salonları ben de boşaltmıştım. Biz öğrenci iken gittiğimiz konferanslara daha önce bilet alır da girerdik. Yazar Mehmet Doğan’ın konuşmacı olarak geleceği bir konferansa Devran Ajanstan bilet alarak katılmıştım. Fakat yazarın gelememesi dolayısıyla bilet paralarımız geri verilmişti. Konuşmacıyı dinleyemediğime üzülmüştüm.

Abdülhamid’i anlatırken Şimşirgil: “Abdülaziz Döneminde Osmanlı’nın 12 milyon km2 vardı. Devlet borç batağı içerisindeydi, neredeyse iflas etmişti. Abdülaziz’i çıldırtıp Abdülhamid’i Meşrutiyet’i ilan etmesi şartıyla başa getirdiler. Hüseyin Avni ve Mithat Paşa gibileri “Kinim dinimdir” mantığından hareketle Abdülhamid’i Rusya ile savaş yapmaya zorladılar. İstememesine rağmen 93 harbini yapmak zorunda kaldı. 33 yıllık padişahlığının 3 yılı Meşrutiyet Dönemine saymak lazım. Osmanlı’nın yıkım fermanı idi. Çünkü toprağımız 7 milyon km2’ ye inecekti. Abdülhamid’den sonra toprağımız yedi milyondan bir milyona indi, o da düşman ayağına düştü…Abdülhamid’in eğitim seferberliği başlattığını, Osmanlı’nın borçlarını ödemek için çaba sarf ettiğini, karayolları ve tren yollarına önem verdiğine işaret etti. Kendisini düşmanları anlamadığı gibi bizden olan Mehmet Akif, Said Nursi ve Elmalı’nın da anlamadığına değindi. Osmanlı’yı yıkma fermanının Tanzimat Fermanı ile birlikte verildiğini, 15 Temmuz’un başlangıcının 12 Eylül olduğunu, 28 Şubatın ise ülkeyi FETÖ’ye otoban yaptığını, Abdülhamid'in 1909'da indirildiği zaman Osmanlı Devletinin yıkıldığını, indirilirken 'Bu devleti 20 yıl idare etsinler, 100 yıl idare ettiklerini sansınlar' dediğini ekledi.

Ömer AKDAĞ ise Lozan’a gitmek için işin uzmanı olarak belirlenen Rauf ORBAY’ın, Kazım KARABEKİR’in ve Yusuf Kemal’in değiştirilip İsmet İNÖNÜ’nün, Rıza Tevfik’in gönderildiğini bunların da işten anlamadığını, Lozan’ın, köpürtüldüğü kadar olmadığını, çünkü milli mücadeleyi kazanan bir ülke gibi davranmadıklarını, diğerleriyle eşit bir şekilde oturmayı kabul ettiklerini, Misakı Milli’nin ilk maddesi: “30 Kasım 1918 itibariyle ordunun fiilen veya hukuken olduğu yerler misakı millidir” denmesine rağmen Trablusgarp, Kıbrıs, ve Adaların maalesef verildiğini ifade etti. DİLİPAK ise, “Tarih övgü ve sövgü değildir. Bir milletin tecrübesidir” dedi. Menderes ve  Celal BAYAR ikilisinin “Türkiye’yi  ABD tarafından küçük Amerika yapmak amacıyla getirildiğini, dini alanda biraz rahatlama yapılarak halkın teveccühünün kazanılmasının hedeflendiğini, arkasında halk desteği olan Menderes’in raydan çıkmaya başlamasıyla birlikte 60 ihtilalinin yapıldığını ve ardından darbeler döneminin başladığını, ABD’nin Menderes ile yapamadığını 1960’larda FETÖ’nün temellerini atarak 15 Temmuz’da harekete geçirdiğini, darbe başarılı olamayınca ABD ve tüm Avrupa’nın bir ay kendine gelemediğini” ifade etti.

“Yakın tarih Okumaları” isimli konuşma etkinliğinden bu kadar bilgi vermekle yetineyim. İnşallah konuşmacıların hilafına bir şey söylememişimdir. Güzel bir programdı, faydalandığımı söyleyebilirim. Programı düzenleyen Genç Girişimciler Derneğine teşekkür ederken çoğu misafirin yer yokluğundan geri döndüğü göz önüne alınarak bundan sonra yapılacak bu tür programlar için daha geniş salonları tertiplemelerini canı gönülden arzu ediyorum. Salon büyük olursa erkek dinleyicilerde belki  biraz daha katılım olur. 21/02/2017