Ana içeriğe atla

Erkekler konferans salonlarında niçin yoklar?

21.02.2017 günü Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Fakültesi bünyesinde bulunan Erol Güngör Konferans Salonunda "Yakın Tarih Okumaları" adı verilen  2.5 saatlik bir konuşma etkinliğine katıldım.

Konuşmacılardan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil "II. Abdülhamid ve Dönemini," Doç.Dr. Ömer Akdağ "Cumhuriyetin Kuruluşu ve Lozanı," Abdurrahman Dilipak ise, " Adnan Menderes ve Turgut Özal Dönemlerini" konu alan birer sunum yaptılar. "Biz katılamadık, neden bahsetti, biraz bahseder misiniz" derseniz "Tekkeyi bekleyen içer çorbayı" derim.

Öğrenciliğimde gittiğim bu salonu çok büyük olarak görmüştüm. Şimdi gittiğimde ise salonun çok da büyük olmadığını anladım. Salon hıncahınç dolu idi. Salon; geçiş basamaklarından, koltukların arka taraflarına varıncaya kadar konuşmacıları ayakta dinleyenlerle doluydu. Ayakta yer bulabilen şanslı kişilerden biri idim. İki saate yakın ayakta dinledikten sonra işi dolayısıyla kalkan az sayıdaki kişilerin boşalttığı koltuklardan birinde kendime yer bulabildim. Son yarım saat oturarak dinleme şerefine mail oldum.

Dinleyici kitlesinin üniversite öğrencilerinden olduğunu söylememe gerek yok. Kitlenin cinsiyetini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. Salon % 90 oranında kız öğrencilerden oluşmuştu. Kızlarımız yerlerini kapmış, ellerine ajandasını ve kalemini almış, notlar alırken bizim erkekler neredeydi gerçekten? Şaşırmamak elde değil. Sanırım erkeklerin çoğu kafe vb. yerlere giderek laklak yapmakla meşguldü. Kızlar "Yakın Tarihi Okumaya" çalışırken... Sonra kalkıp kızlar erkeklerden niçin başarılı, diye sorarız zaman zaman. Görünen köy kılavuz istemez... Erkekler niçin başarılı olsun ki? Kızların başarılı olmaması için bir neden mi var? Allah kızlarımızın ve az sayıdaki bu sorumlu erkeklerin yolunu açık etsin. Erkekler de duvar kenarlarında, kafe köşelerinde memleketi düzeltme muhabbeti yapmaya devam etsinler.

Konuşmacıları dinledikçe 90’lı yıllara gittim. Aynı atmosferi yaşadım. TV’lerin yaygınlaşması ile birlikte konuşmacıların ekranda boy göstermeye başlamasıyla salonları ben de boşaltmıştım. Biz öğrenci iken gittiğimiz konferanslara daha önce bilet alır da girerdik. Yazar Mehmet Doğan’ın konuşmacı olarak geleceği bir konferansa Devran Ajanstan bilet alarak katılmıştım. Fakat yazarın gelememesi dolayısıyla bilet paralarımız geri verilmişti. Konuşmacıyı dinleyemediğime üzülmüştüm.

Abdülhamid’i anlatırken Şimşirgil: “Abdülaziz Döneminde Osmanlı’nın 12 milyon km2 vardı. Devlet borç batağı içerisindeydi, neredeyse iflas etmişti. Abdülaziz’i çıldırtıp Abdülhamid’i Meşrutiyet’i ilan etmesi şartıyla başa getirdiler. Hüseyin Avni ve Mithat Paşa gibileri “Kinim dinimdir” mantığından hareketle Abdülhamid’i Rusya ile savaş yapmaya zorladılar. İstememesine rağmen 93 harbini yapmak zorunda kaldı. 33 yıllık padişahlığının 3 yılı Meşrutiyet Dönemine saymak lazım. Osmanlı’nın yıkım fermanı idi. Çünkü toprağımız 7 milyon km2’ ye inecekti. Abdülhamid’den sonra toprağımız yedi milyondan bir milyona indi, o da düşman ayağına düştü…Abdülhamid’in eğitim seferberliği başlattığını, Osmanlı’nın borçlarını ödemek için çaba sarf ettiğini, karayolları ve tren yollarına önem verdiğine işaret etti. Kendisini düşmanları anlamadığı gibi bizden olan Mehmet Akif, Said Nursi ve Elmalı’nın da anlamadığına değindi. Osmanlı’yı yıkma fermanının Tanzimat Fermanı ile birlikte verildiğini, 15 Temmuz’un başlangıcının 12 Eylül olduğunu, 28 Şubatın ise ülkeyi FETÖ’ye otoban yaptığını, Abdülhamid'in 1909'da indirildiği zaman Osmanlı Devletinin yıkıldığını, indirilirken 'Bu devleti 20 yıl idare etsinler, 100 yıl idare ettiklerini sansınlar' dediğini ekledi.

Ömer AKDAĞ ise Lozan’a gitmek için işin uzmanı olarak belirlenen Rauf ORBAY’ın, Kazım KARABEKİR’in ve Yusuf Kemal’in değiştirilip İsmet İNÖNÜ’nün, Rıza Tevfik’in gönderildiğini bunların da işten anlamadığını, Lozan’ın, köpürtüldüğü kadar olmadığını, çünkü milli mücadeleyi kazanan bir ülke gibi davranmadıklarını, diğerleriyle eşit bir şekilde oturmayı kabul ettiklerini, Misakı Milli’nin ilk maddesi: “30 Kasım 1918 itibariyle ordunun fiilen veya hukuken olduğu yerler misakı millidir” denmesine rağmen Trablusgarp, Kıbrıs, ve Adaların maalesef verildiğini ifade etti. DİLİPAK ise, “Tarih övgü ve sövgü değildir. Bir milletin tecrübesidir” dedi. Menderes ve  Celal BAYAR ikilisinin “Türkiye’yi  ABD tarafından küçük Amerika yapmak amacıyla getirildiğini, dini alanda biraz rahatlama yapılarak halkın teveccühünün kazanılmasının hedeflendiğini, arkasında halk desteği olan Menderes’in raydan çıkmaya başlamasıyla birlikte 60 ihtilalinin yapıldığını ve ardından darbeler döneminin başladığını, ABD’nin Menderes ile yapamadığını 1960’larda FETÖ’nün temellerini atarak 15 Temmuz’da harekete geçirdiğini, darbe başarılı olamayınca ABD ve tüm Avrupa’nın bir ay kendine gelemediğini” ifade etti.

“Yakın tarih Okumaları” isimli konuşma etkinliğinden bu kadar bilgi vermekle yetineyim. İnşallah konuşmacıların hilafına bir şey söylememişimdir. Güzel bir programdı, faydalandığımı söyleyebilirim. Programı düzenleyen Genç Girişimciler Derneğine teşekkür ederken çoğu misafirin yer yokluğundan geri döndüğü göz önüne alınarak bundan sonra yapılacak bu tür programlar için daha geniş salonları tertiplemelerini canı gönülden arzu ediyorum. Salon büyük olursa erkek dinleyicilerde belki  biraz daha katılım olur. 21/02/2017





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde