15 Şubat 2017 Çarşamba

Bazı İkramların Bir Bedeli Olabiliyor

Karşılıksız izzet-ikram yapanlar, Allah rızası için yardım edenlerimiz az da olsa var aramızda. Çoğunluk itibariyle genelde yapılanlarda mutlaka bir beklentinin olduğu daha sonra ortaya çıkabiliyor. Yani çoğumuz karşılığını ahirette görecek şekilde davranmıyoruz. Öyle zannediyorum bu konuda anlatılacak anekdotlarımız da vardır.

 

2000 öncesi Güneydoğu’da bir ilin bir ilçesinde çalışırken 8-10 öğretmen arkadaş bir araya gelerek; aramızda para toplayalım, bu parayla ilköğretim okullarında ayakkabıya ihtiyacı olan öğrencileri giyindirelim" istedik. Her okuldan bir öğretmen aracılığıyla ihtiyacı olan öğrencilerin ayakkabı numaralarını tespit ettik. Ardından birkaç esnafı dolaştık. En uygun fiyatı veren bir esnafta karar kıldık. Niyetimizi anlayınca; "Helal olsun size! Bizim kendi insanımızın düşünemediğini siz düşünmüşsünüz. Size biraz da ben yardımcı olayım" diyerek bizi taltif etti. Alışverişimizi yapıp ücretini ödedik. Her okulda tanıdığımız olan bir öğretmene ayakkabıları öğrencilere teslim etsin diye verdik.

 

Muhabbeti de hoşumuza giden esnaftan sair zamanlarda bizler de kendi ayakkabı ihtiyaçlarımızı gidermeye başladık. Gide gele muhabbeti koyulaştırdık. "Otur hocam! Hemen gitme, bir şeyler içelim, ondan sonra alırsın alacağını, ne içersiniz" demeye başladı. "Çay içelim" dediğimizde, "Hocam! Kola veya ayran içelim" derdi. "Yok çay olsun, size külfet olmasın" dediğimizde, bir gün bize, "Niye külfet olsun, bedeli nasılsa sizden çıkacak. Çay içerseniz, ayakkabıya çayın parasını kola içerseniz onun parasını ilave ederiz" dedi. Bu konuşmaya ancak gülünür. Gerçekler de böyle şaka yollu söylenir.

***

Zaman zaman ilçe müftüsünün yanına ziyarete giderdik. Her gidişimizde sağ olsun, ilgi-alaka gösterirdi. Hal-hatırdan sonra "Ne alırdınız" derdi her defasında. Biz de önce içmeyelim, der. Israr üzerine çay olsun, derdik. "Efendim, çayı her zaman içersiniz. Hava da çok sıcak. İsterseniz kola içelim" diye ısrar ederdi. İkramda sınır tanımayan makam sahibinin bu cömertliği de hoşumuza gitmiyor değildi hani.

 

Bir gün cami imamıyla karşılaştık. Dertli mi dertli idi: "Camim sürekli nem alıyor, üstü açılacak. Açıldığı zaman biraz peşin paramız olsun diye müftülük sitesi ve kurs öğrencileri için camilerde toplanan paraları müftülüğe teslim etmeden önce bir kısmını ayırıp sonra tutanak tutardım. Ayırdığım parayı da değeri düşmesin diye 'Mark'a çevirir, emaneten bir kuyumcuya teslim ederdim. En son toplanan yardım parası 15 milyon toplanmıştı. (2000 öncesi) 14 milyon toplandı diye tutanak hazırladık.  Ben yine her zamanki gibi parayı kuyumcuya teslim ettim. Cuma namazından sonra müftülüğe uğradım. Memur benden aldığım parayı istedi. Ne parası dedim. Hocam biliyoruz aldığın parayı, dedi. Benim niyetimi de biliyorsunuz, siz ne yapacaksınız parayı, dedim. Borcumuz var esnafa, dedi. Müftülüğün esnafa ne borcu olabilir, dedim. "Müftü beyin yanına gelen misafirlerin içtiği çay-kola paraları nereden karşılanıyor hocam, dedi bana. Camiden toplanan paralarla makama gelenlerin ikramının karşılandığını duyunca, "Madem öyle bizim maaşımızdan karşılayalım. Camiden toplanan hayırdan izzet-ikram karşılanır mı dedim, çıkıp geldim" dedi.

***

Birlikte aynı okulda çalıştığım Erzurumlu bir hocamız vardı. Esnafın yanına gittiği zaman çaylarını içmezdi. Hele bir de esnafın çocuğu okulumuzda okuyorsa hiç içmezdi. "Hocam, bu kadar hassasiyet ne? Yemek değil kaçındığın. Altı üstü bir bardak çay. Çayı bugün tanımadığımıza bile ikram ediyoruz" dedim. "Ah hocam ah! Benim dilim yandı. Yoğurdu üfleyerek yiyorum. Kırıkhan'da çalışırken çocuğunu okuttuğum bir esnafın dükkanına ara sıra gider. Hem laflar hem de çayını içerdim. Yıl sonu geldi. Esnaf velim hışımla geldi. Hocam, benim çocuğu bırakmışsın dersten. Sana hakkımı helal etmiyorum dedi. Ne hakkın var dediğimde: "O kadar çay içirdim ben sana, dedi. Oymuş, prensibimdir. Çocuğu bende öğrenci olan esnaftan çay içmiyorum." dedi. 15/02/2017

 

İl müdürleri ne iş yapar?

Fazla merak iyi değildir ama hep merak etmişimdir, il müdürleri ne iş yapar diye. Baktım kimseden hayır yok. İş başa düştü. Bir an için kendimi il müdürü olarak atadım. Sonra başladım icraata.

1.İlk önce atandığım il müdürlüğü makamımı yeniden tefriş ederim.
2.Makam şoförümü ve özel kalem müdürümü değiştiririm.
3.Kendimden yukarıdaki makam sahiplerini ziyaret ederim.
4.Hayırlı olsuna gelen yetkili kişilerin getirdiği çiçekleri odamda sergilerim.
5.Dairemde iş bölümü yaptıktan sonra ziyaretlere vakit ayırırım.
6.Sürekli protokol takılırım.
7.Ziyaretime gelen üst amirlerime veya arkası güçlü iş ve siyaset adamlarına kapımı her daim açık tutarım.
8.Emrim altında çalışan personelden veya öğretmenlerden herhangi biri bir durumunu anlatmak için makamıma geldiği zaman kapıcıma "yok" dedirtirim.
9.Kendi makam katımı herkesin ulaşamayacağı şekilde bir duvar örerim.
10.Fazla yakıt yakmasın diye kendi özel aracıma binemediğimin özlemini devletin bana tahsis ettiği makam aracından alırım. Her yere giderim, Özellikle yemekli ziyafetleri kaçırmam. Zaten sadece çay ikramının olduğu yerlere de gitmem. Çünkü çay dairemde de var.
11.Emrime tahsis edilen şoförün mesaisine riayet etmem. İşim ne zaman biterse, keyfim ne zaman git derse o zaman gönderirim.
12.Evden işe gidebilmek için iş yerime yakın bir yerde ev tutmam. Nasılsa ulaşım derdim olmaz. Şoför ve araç zaten emrimde. Şoförün işi varmış demem. Zaten ne iş yapıyor ki. Sadece beni taşıyor. Taş atıp de elimi ağrıyor. Üstelik benimle olduğu için hayatı boyunca yiyemediği kadar yiyor.
13. Üst seviyedeki makam sahiplerine, iş ve siyaset dünyasına karşı sıcakkanlı ve iş bitirici olurum. Onlara gereken ilgi ve alakayı gösteririm. Personelim, müdürüm ve öğretmenlerime karşı aynı hoşgörüyü gösteremem. Çünkü şımarırlar. İstekleri hiç bitmez o zaman. Yüz verirsem astarını isterler.
14. Eli uzun, nüfuzlu kişilerin bir dediklerini iki etmem. Mevzuata aykırı bile olsa kılıfına uydururum. Onlar için kaz gelecek yerden tavuğu esirgemem. Çok basit isteklerini hallederim. Mesela nüfuzlu birinin bir yakını bir okulumda öğretmenlik yapıyorsa müdür denen densiz onun programını okula gelmeyecek şekilde yapmıyorsa önce il-ilçe şube müdürlerime takip etmelerini, müdürü aramalarını söylerim. Baktım müdür ağırdan alıyorsa direk telefondan kendim arar, gerekli talimatı verir, programı yaptıktan sonra getir göreceğim diyerek  o müdürün ağzının payını veririm. Orta yerde ganimet gibi müdür var. Gerekirse görevden alır, yerine yenisini atarım. Ben yeni bir müdür bulurum da nüfuz sahibi, hatırlı kişileri bir daha bulamam.
15.İlde yapılan tüm sınavlardan pay alırım. Çünkü tüm bunlardan ben sorumluyum.
16.Eski dostlarım "Efendim aramaz oldunuz" diye telefon açarlarsa "İnanın o kadar yoğunum, başımı kaşıyacak zamanım yok. Sizleri, eski günleri çok özledim, eğitim ve öğretim ihmale gelmez, benden önceki müdür de durmadan yatmış, buranın skalasını yükseltmeye çalışıyorum, en kısa zamanda ziyaretinize geleceğim" diyerek savuştururum.
17. Geldiğim bu makama birilerinin himmetiyle geldim diye hiç kendimde suçluluk psikolojisi hissetmem. Zira hak ettiğim bir makam burası benim. Sonra geçmişte benim de sıkıntı çekmişliğim var. Ne demişler "Sabreden derviş muradına erer" misali ben de sabrın meyvelerini yiyorum. Aslında bu kapasitemle daha yukarılarda olmam lazım ama ne yaparsın ki görülmüyorum. O zaman kendimi göstermek için hatırı sayılır, eli güçlü insanlarla ilişkileri sıcak tutmam lazım. zaten öyle yapıyorum. Buradan bir de siyasete atlarsam deme keyfim gitsin. Sonra yakışır da. Boy, bos, tip, karizma o biçim zaten. Benden iyisini mi bulacaklar?

Ha benimki züğürt tesellisi. Hayali olarak başladığım müdürlüğe kaptırdım gidiyorum. İyi de gidiyor. Sanırım becerecek gibiyim. Gördüğünüz gibi işler de yoğun. 15/02/2017

Kime vefa? ***

Nedir vefa diyerek sözlüklere baktım. Nedense böyle bir sözcük TDK’da yok. Onun yerine vefakar kelimesi çıkıyor. Vefa: Borcunu ödeme,  sözünü yerine getirme, sözünde durma; sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat,  sevgide bağlılık gibi anlamlara geliyor. Görüldüğü gibi kendi küçük ama anlamı büyük bir kelime.

Günlük hayatta çok kullanırız. Hatta ‘Ahde vefa kalmamış’ efkarlanınca ‘vefa kalmamış hiç’ deriz. Yanımızdaki muzip biri de ‘Vefa İstanbul’da bir semtin adı’ diyerek pişmiş aşa su katmaya çalışır. İlçelerin çoğunu bile bilemezken hepimiz,  bu semti görmese de  İstanbul’da olduğunu bilir.

Ne kadar vefalıyız? Başkası ne kadar vefa gösteriyor? Vefayı hak ediyor muyuz? Adına ‘Vefa’ denilen gecelerde ne kadar vefa var? Vefa kime var? Vefanın içi dolduruluyor mu? Yoksa boşaltılmış mı? İçi boşaltılıp yerine yenileri mi dolduruluyor? Adına uygun bir gece mi? Biz soruyoruz da esas bunun anlamını geceyi düzenleyenler bilir. Kalbini yarıp bakma imkanı yoktur. Biz burada geceyi düzenleyenlerin samimi niyetini sorgulamayalım. Onları içten kabul edelim. Biz kötü niyetle yazmaya devam edelim.

Geceye davet edilenler kim acaba? Davaya ilk gününden itibaren emek vermiş, çile çekmiş, dirsek çürütmüş kişiler mi yoksa makam sahipleri mi çağrıldı?  Vefa, makama mı, makam-mansıp sahibine miydi? Ta kuruluşundan beri hiçbir menfaat beklemeden koşturan kimselere plaket verildiyse isabetli olmuş demek lazım. Fotoğraf karelerine bakıldığı zaman masayı dolduranlar içerisinde azımsanamayacak şekilde yeni yüz, yeni makam sahibi veya üst düzey yönetici ve bürokratlar göze çarpmaktadır. Emeği geçenlere plaketin verildiği yerde bu hareketin geri planında kalmış, kabuğuna çekilmiş neferler niye yok? Niçin davetiye tüm üyelere gitmedi? Bu davet herkese açık olmalı değil miydi? Burada eski hizmet etmiş, davanın çilesini çekmiş insanlara plaket verilirken ileride bayrağı devralacak yeni üyeler ve çile çekmemiş neferler de olsaydı hizmetin devam etmesi bakımından daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Çünkü çile çekmemiş üye diyecek ki: "Ağabeylerimin çabası sayesinde bu bayrak buraya geldi, şimdi onlara vefa gösteriliyor, ben de görev alırsam ileride bana da vefa gösterenler çıkar diye düşünecektir. Hatta plaket takdimi esnasında çile çekmişler hayatlarından bir kesit anekdot da anlatarak geceye bir anlam katabilirdi. Fakat davetiye maalesef tüm üyelere gitmedi.

İmkan ve yer meselesi denebilir. Bugün büyük kitleleri alabilecek salonlarımız mevcuttur. Niçin oralar tercih edilmez de, otel salonları tercih ediliyor? Sonra her toplantı ve etkinlikte yemek vermek/yedirmek de neyin nesi? Bu paranın kaynağı nereden? Üyelerden gelen aidatlarla veriliyorsa üyeler bu  duruma razı mı? Kimin parasını kime harcıyorsunuz? Aidatın gerçek sahipleri niçin yok orada? Gerçekten öğrenmek istiyorum. Bu işi organize edenlerin mutlaka bir bildiği vardır. 15/02/2017

*** 18/02/2017 tarihinde ladik.biz de yayımlanmıştır.

14 Şubat 2017 Salı

Açığa Alma ve İhraçlarda Hata ve Yanlışlar niNiçin Yapılıyor?

FETÖ adı verilen bir örgütün sinsi, acımasız saldırısını gördü Türkiye. Sayesince yıllardır unuttuğumuz OHAL ile yeniden tanıştık. Devlet bu örgütün darbe girişimini savuşturduktan sonra kamunun her kademesinde bu örgütün elemanlarına karşı bir temizlik hareketine girişti. Kimini içeri aldı kimini görevinden ihraç etti kimini de açıkta bekletiyor. Yeni bilgi ve belge ile karşılaştıkça yeni açığa almalar ve ihraçlar devam etmektedir. Devlet ne kadarını temizleyebildi, bu temizlik daha ne kadar devam edecek, bunu da zaman gösterecek.
Kanun Hükmündeki Kararnamelerle ihraçlar yapıldıkça zaman zaman mağdur olduğunu belirtenler seslerini yükseltmektedir. Hatta yanlış yere atılanlar bir sonraki KHK ile yeniden görevine iade ediliyor. Basından izlediğim kadarıyla mağdur olanlar bitmediği gibi yeni mağduriyetlerin icat edildiği izlenimi ortaya çıkmaktadır. Mağdurların sayısı az veya çok acaba niçin yanlışlık yapılıyor? Bildiğim kadarıyla şüphelenilen kişi ilk önce açığa alınıyor, sonra aylarca hakkında inceleme sürüyor. Bu kadar uzun sürede yapılan inceleme ve soruşturma sonucunda hala hatalı/yanlış kararlar veriliyorsa oturup bir düşünmek lazım. Delillerde mi sıkıntı var, komisyonlarda mı? Usul de mi hata yapılıyor? Ya da bunun altında bir çapanoğlu mu var? Yoksa süreç sulandırılmak mı isteniyor?
Hata/yanlışlar nereden/kimden kaynaklanıyor bilmem. Ama bildiğim bir şey var. Mücadele ettiğimiz örgüt basit bir örgüt değil. Öyle kolay kolay delil bırakan bir örgüt değil. Her işini resmi kılıfa uydurarak yapmış ve devletin her kademesine sızmış bir örgüt var karşımızda. Dikkatimi çeken bir şey var, açığa alınan ve ihraç edilenlerin ekseriyeti memuriyette alt kademelerde olan kişilerden oluşuyor. Nedense üst bürokraside örgütün hiç militanı yok. Yani devletin yukarısı temiz. Sorun hep aşağı birimlerde. Hiç akıl ve mantığımız alıyor mu? Bu sinsi örgüt yukarılarda örgütlenmeden, kadrolaşmadan aşağıda kök salar mı? Sanki birileri bu temizlik hareketini herkesi işin içine katmak suretiyle Ergenekon ve Balyoz davası gibi sulandırmak istiyor. Veya musluğun başında olan bazıları bu örgütün kripto elemanı. Ben can yakmazsam benim canım yanacak düşüncesindedir. Veya kraldan daha fazla kralcıdır. Ya da mağdurlar oluşsun ki hükümet ve devlete karşı sesler yükselsin... Fazla söz söylemeden sanal alemde Hüseyin BEKTAŞ arkadaşımızın paylaştığı bir hikayeyle sizi baş başa bırakmak istiyorum. Hikaye bu durumu güzel anlatıyor sanırım:
Çok eski zamanlarda bir çoban varmış. Çoban halkın sürülerini emaneten güdermiş. Her akşam sürüden bir koyun kurtlar tarafından parçalanırmış. Ancak iki tane çoban köpeğinin ikisinin de sesi çıkmaz, hiç havlamazlarmış. Çoban merak etmiş bir gün uyuyor rolü yapmış. Gece köpekler çobanın yanına gelerek kontrol etmişler. Uyuduğuna emin olduktan sonra dağa çıkıp dağdaki kurtları güle oynaya sürünün içerisine getirmişler. Kurtlar sürünün içerisinden bir tane koyunu seçip yemişler, yalaka köpekler de onların yanında bakmışlar. Çoban olup bitenleri seyretmiş, çoban sabahleyin köye gitmiş. Köyün girişinde bulunan büyük ağaca iki tane ip asmış köpeklerin ikisini de orada boğmuş. Bunu gören halk konuyu padişaha anlatmış. Padişah da çobanı çağırmış anlat bakalım çoban efendi neden köpekleri boğdun demiş. Çoban bir şartım var efendim, kabul ederseniz bunun sırrını size anlatırım demiş. O da söyle şartını demiş, savaştaki ordunun başına beni kumandan yaparsanız anlatırım demiş. Padişah da gülmüş sen mi orduya kumandan olacaksın, olmaz öyle şey demiş. Çoban da o zaman ben de anlatmıyorum demiş. Padişah dur dur demiş, nasıl olsa gider oradaki komutanlar durumu anlar gönderirler bunu diye düşünmüş. Tamam, sen git ordunun başına kumandan ol demiş. Çoban ordunun başına kumandan olur. Bir müddet sonra Ordu'dan bir haberci koşarak kan ter içerisinde padişahın yanına gelir. Efendim demiş sizin kumandan olarak gönderdiğiniz kişi, ordu'da bulunan üst düzey komutanların tamamını astırdı demiş. Padişah sinirlenmiş hemen acilen bir ordu hazırlayın, bana çobanın kellesini getirin demiş. Ordu daha yola çıkmadan arkadan bir haberci daha gelmiş. Padişaha efendim demiş, ordumuz zaferi kazandı bütün ganimetlere el koydu, yolda dönüşe geçtiler, buraya geliyorlar demiş. Padişah da ben böyle zafer falan istemiyorum, gidin bana o çobanın kellesini getirin demiş. Yolda orduyu karşılaşmışlar, tam çobanın kellesini koparacaklar, çoban durun demiş, ben padişaha bir şey anlatacaktım, onu anlattıktan sonra benim kellemi alabilirsiniz demiş. Durumu padişaha iletmişler. Padişah da tamam getirin demiş. Çobanı padişahın huzuruna getirmişler. Çoban efendim demiş bana köpekleri niye astığımın sırrını sormuştunuz demiş. Ben dağda çobanlık yapıyordum. Sizin de yıllardır ordunuzun savaşta olduğunu duydum. Bu esnada her akşam sürüden bir tane koyunu kurtlar parçalıyor, ancak sürüde bulunan iki tane köpek hiç havlamıyor. Köpeklerin niye havlamadığını merak ettim  bir gece uyuyor rolü yaptım. Köpekler yanıma gelerek benim uyuduğumdan emin olduktan sonra dağa gittiler, dağdaki kurtları güle oynaya sürünün içerisine getirdiler. Kurtlar bir tane koyun seçip yediler, köpekler de ona baktılar. Bende bu köpekleri boğarsam padişahım konuyu duyar beni de huzuruna çağırır, mutlaka ordunun içerisinde bu köpekler gibi komutanlar vardır ki bu savaş bu kadar uzadı diye düşündüm. Siz beni komutan yapınca, sizin ordunun başına komutan diye gönderdiğiniz köpeklerin düşmanla işbirliği yaparak savaşı uzattığını gözümle gördüm. Ben de onların kellesini alınca, yıllardır bitmeyen savaşı biz kazandık demiş. Efendim benim çobanlıktan başka bir işim yok, başka bir yerde de gözüm yok. Komutanlık başkalarının olsun, canımı bağışlarsanız, ben çobanlığıma döneyim demiş. Padişah çok mahcup olmuş, kalması için çobana çok ısrar etmiş, ancak çoban kabul etmemiş çobanlığına dönmüş.
Efendim, uzun oldu ama. Sanırım derdimi anlatabildim. 14/02/2017

Bu Suriyeli düşmanlığı neden?

Sözlerime, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarını bizzat yaşamış olan Mehmet Akif'in: "Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda." Kıtasıyla başlamak isterim. En kötü de olsa Allah kimseyi vatanından uzak kılmasın, işinden, gücünden etmesin.

Ülkesini beğenmeyenlere, kadir-kıymet bilmeyenlere 5 yıldır içimizde mülteci olarak yaşayan Suriyeliler'e bakmalarını söylemek isterim. Ne işleri var, ne de aşları. Ne evleri ne de barkları. Ülkelerinde iş ve aşları, ev ve barkları varken bir anda her şeylerini kaybederek ülkemize sığındılar. Hayata müflis tüccar misali sıfırdan başladılar. Nerede bir ağır iş var, orada çalışan Suriyelileri görmek mümkün. Hiçbir sosyal güvence ve haklara sahip değiller. En düşük ücrete çalışıyorlar. İş garantileri yok. Sağlıksız evlerde kalabalık bir şekilde yaşıyorlar. Çoğu kendi işini ve iş yerini açarak geçim mücadelesi veriyor. İçlerinde hayatın cenderesinden geçmiş sorumluluk sahibi kişilerin sayısı fazla. Az da olsa sorumsuz davrananları var. Bunu da çarşı ve pazarda görebiliyoruz.

Türkiye onlara kucağını açtı. Kimi iş verdi. Kimi evini kiraya verdi. Kimi yardım etti. Türkiye'nin çoğunluğunda bir sorun yok. İçimizdeki bazı kişiler ise bu durumdan hazımsız: " Ne işleri var burada, savaş kaçkını bunlar. Doldular, kaldılar. Devlet kendi insanına iş veremezken bunlara bakıyor, maaş veriyor, hastanede ücretsiz muayene ediyor, ilacını bedava veriyor. Bunları göndermek lazım. Ülkesine hayrı olmayanın buraya hayrı olur mu? Ülke yol geçen hanı oldu. Bunların içinde terörist olanlar da var. Baksana ülkede terör arttı. Ülkeleri yok, hala çocuk doğuruyorlar. Bunlara bir de vatandaşlık verilecek. Niyetleri iktidarda daha fazla kalmak için bunların oylarını almak. Bunlara iyilik yaramaz. Bunlar değil miydi I.Dünya Savaşında bizi arkadan vuran. Savaş bitse de gitmez bunlar..." şeklinde eleştiri getiriyorlar.

Gören de sanki tüm Suriyelileri bu tipler besliyor sanır. Belki de hiç yardımı olmamıştır böylelerinin. Namaz çıkışı cebindeki bozuk parayı atmıştır belki yardım diye. Allah kimseyi düşürmesin, memleketsiz bırakmasın. Oturduğumuz yerden eleştirmesi kolay. Adamlar savaşmaya gitse kiminle savaşacak? Kimin kimi öldürdüğü belli değil. Ölmemek için öldürmek zorunda. Çünkü orada bir iç savaş var. Kirli bir savaş. Yedi düvelin tüm kozlarını oynadığı bir savaş. Savaş bitince gitmezler derken çok iddialı konuşuyoruz. Ne biliyoruz gitmeyeceklerini? Çok mu keyif alıyorlar içimizde durmaktan?

Türkiye'nin müdahil olduğu bu savaşta güvenli bölge oluşturulduktan sonra büyük bir çoğunluğunun gideceğini düşünüyorum. İnşallah ülkelerinde devam eden kirli savaş biter de geri dönerler. Gitmezlerse de az sayıda dilenenin dışında kendi yağlarıyla kavrulmaya çalışıyorlar. Her olumsuz durumdan bir pay çıkaralım. Yarın biz de onların durumuna düşeriz düşüncesiyle memleketimizin kıymetini bilelim. Çoğu içimizde Türkçe öğrendi.  Zeka bakımından onlardan çok mu geriyiz? Kaçımız Arapça öğrendik? Yıllardır İngilizce öğreniyoruz, kaçımız konuşabiliyoruz bu dili?

Konuşmaktan ve eleştirmekten başka bir iş arayışına girelim. Yaptığımız iyilik varsa başa kakmayalım. Yabancı ve Suriyeli düşmanlığı yapmayalım. Unutmayalım ki, kimse kimsenin rızkını/nasibini yiyemez. Herkes midesi kadar yer. 14.02.2017




İslam anlayışın batsın senin! **

Zaman zaman bazı kanallarda arzı endam eden bir zavallı var. Hangi konuda konuşuyor derseniz. Din alanıdır ilgi alanına giren. Değerlerimize vurdukça vuruyor. Din adına bildiğimiz ne varsa yok etmek için uğraşıyor. Mikrofon gördü mü, bir kanala çıktı mı, etrafında üç-beş dinleyici mi var. Artık zırvalarının ardı arkası kesilmez. Yumurtlar da yumurtlar.

Normal şartlarda farklı görüşleri severim, özellikle orijinal görüş serdedenleri. Bunun ki kendine özgü, tam orijinal. Yeter ki bir dinleyen görsün: "Namaz dinin direği değildir, bir ritüeldir, istemiyorsan kılma. Kur'an'da bahsedilen salat destek anlamına gelir. Bu kılınan namaz kişiyi kurtarmaz..." şeklinde atıyor, tutuyor. İsterseniz bir dinleyin. Tam bir beynamaz hali. Namazda gözü olmayanın camide işi olmaz misali. Yıllardır gelmiş bulunan müktesebatı yok etmek için kırıp döküyor, ağzından salyalar akıtıyor. Önüne de almış Kur'an'ı. Bu yeter sadece, başka bir şeye ihtiyaç yok, diyor. 14 asırdır kimsenin anlamadığı, yanlış uyguladığı namazı yok etmek uğraşıyor. Utanmasa veya ardından gelenlerin olacağını bilse Muhammed de yanlış anladı diyecek. Kendi aklına ve zekasına aşık olan bu adam hadis ve sünneti de kabul etmiyor, namaza savaş açmış durumda. Az ikna edici olsa veya insanlar biraz dinlese Peygamberimizin " Gözümün nuru" dediği, bizim nefsimize ağır gelen namazın yerinde yeller esecek. Bizde böylelerine "Yavaş at da civcivler yesin" denir.

Allah kimseyi saptırmasın, medya, mikrofon hastası ve meşhur olma budalası yapmasın. Nasıl gündemde kalırım psikolojisidir bu. Normal konuşsa, makul dini anlatsa kimse merak etmeyecek. Zekatı ön plana çıkaracağım derken namazı küçümseme yoluna gidiyor. Olsa da olur, olmasa da. Niye bir şeyin önemine işaret edeceğim derken bir başka umdeyi yıkma yoluna gidiyor?  Niyeti nedir, derdi nedir? Manidar gerçekten.

Nüfus memuru ailesine; veren el olsun, cömert olsun, ad aldığına çeksin diye eli açık demiş. Eli değil, dili açık demek gerekiyormuş. Çünkü zırvasının haddi hesabı yok.

Allah kendini, kişiliğini, kimliğini kaybetmiş, aklına aşık, medya budalası ilahiyatçılardan korusun bu milleti. Birilerinin projesi olan bu tip dini bildiğini iddia edenlerin şerrinden korusun. İnanın bu tiplerin İslam’a ve İslami değerlere verdiği zararı dünya bir araya gelse veremez.


Böyleleri bıraksın insanımıza din anlatmayı. Bu milletin bildiği, öğrendiği ve yaşamaya çalıştığı din yeter de artar bile. Bunlar bıraksın millete din anlatmayı önce kendileri –adam gibi- Müslüman olsun. 14.02.2017

** 20/02/2017 tarihinde kahta.soz gazetesinde yayımlanmıştır.

Yurtdışında* FETÖ ne durumda?

1960-1970'lerde tohumu atılan, 2000'li yıllarda atağa geçen FETÖ, 17-25 Aralık denemesinden sonra 15 Temmuz'da gerçek yüzünü gösterdi. Bu ülkenin mahremine saldırdı ve bir daha bu topraklarda neşvünema bulamayacak şekilde cinnet geçirerek intihar etti. Ne geçmişiyle övünebilecek ne de bu ülkeye girebilecek. Çünkü bu ülke hainlere geçit vermeyecek. Hâlâ ihanet özlemi içerisinde yaşayan kalıntıları varsa içlerinde gizledikleri kin, ve intikam ateşiyle birlikte yok olup gidecekler. Tıpkı Ebu Leheb'in kahrından çatlayıp öldüğü gibi.

Türkiye'de yok olmaya yok olacaklar da dünyanın her bir ülkesine dal-budak salmış bu sinsi yapı nasıl temizlenecek? Birçok ülke eğitimini bunlara teslim etmiş. Eğitim yoluyla her ülkede adanmış insan yetiştirerek ülkelerin bürokrasi ve siyasetinde söz sahibi olmuşlar, kadrolaşmışlar. Bu yapı ile mücadele edecek devlet FETÖ ile değil, CIA ile mücadele etmeyi göze almalıdır. Kaç ülke böyle bir riski göze alır? Kaç ülke CIA ile başa çıkabilir?

Geçen gün yurtdışında* görev yapan bir dostumla karşılaştım. Hal ve hatırdan sonra bulunduğu yerde hayatın nasıl gittiğini, alışıp alışamadığını sordum: " Alışmaya alıştım. Fakat 6 ay oldu gideli, hukuki süreç lehimize sonuçlanmasına rağmen hâlâ okulları teslim alamadık. Gittik gideli uğraşıyoruz, bir sonuç elde edemedik. 28 okulunda 11 bin öğrencisi var. Oranın en gözde okulları. Yıllardır bürokratın, zenginin ve siyasilerin çocuklarını yetiştirerek devletin her kademesine yerleştirmişler. Çok güçlüler. Para basıyorlar bu okullarda. Bavullarla para kaçırıyorlar. Okullar tepeden tırnağa o ülkenin FETÖ'cülerin elinde. Bizim buradan gitme bir kaç kişi var perde gerisinde işleri dizayn eden. Halk bizimle beraber, hükümet seçim öncesi oy kaybederim diyerek risk almıyor. Hükümetin inisiyatif alamamasında bazı konularda yumuşak karnı da var. Hukuken bize geçmiş olmasına rağmen okulları teslim etmiyor. Türkiye'yi de karşılarına almak istemiyor. Fakat CIA tamamen işin içinde. Gittik gideli dinleniyoruz ve her adımımız takip ediliyor...." dedi ayak üstü muhabbetimizin arasında.

Anladığım kadarıyla yapı bizdekinden farklı değil. Türkiye’nin, her devletin içerisinde çöreklenmiş bu derin yapı ile mücadele etmesi gerekecek, belki de çoğu devlet ile karşı karşıya gelecek. Yapı, her devletin derin devleti olmuş. Ülkelerin seçilmiş hükümetleri altlarını oyan, CIA'ya çalışan, arkasında ABD istihbaratı olan bu ajanlarla nasıl başa çıkabilecek? Bunu da zaman gösterecek. Bu yapının kök saldığı ülkelerin ve Türkiye'nin işi zor gerçekten.

Her geçen yıl gücüne güç katan devletimiz diplomaside daha sağlam adımlar atmalı, ikna olmayan ülkeler varsa belge ve delillerle birlikte diplomatik bir dil kullanarak ikna yoluna gitmelidir. Sağlam delillerle hukuki süreç başlatmalıdır. Teslim alınan okullar aynı şekilde kaliteyi yakalamalı, bulunduğu ülkelerin tercih edilen gözde okulları olmalıdır. Allah devletimize ve bu uğurda çaba sarf eden samimi insanların yardımcısı olsun. 14.02.2017

* Orada çalışan kardeşimizin başına herhangi bir şey gelmemesi için ülke adı verilmemiştir. Ülke ismi bende mahfuz.