Ana içeriğe atla

Açığa Alma ve İhraçlarda Hata ve Yanlışlar niNiçin Yapılıyor?

FETÖ adı verilen bir örgütün sinsi, acımasız saldırısını gördü Türkiye. Sayesince yıllardır unuttuğumuz OHAL ile yeniden tanıştık. Devlet bu örgütün darbe girişimini savuşturduktan sonra kamunun her kademesinde bu örgütün elemanlarına karşı bir temizlik hareketine girişti. Kimini içeri aldı kimini görevinden ihraç etti kimini de açıkta bekletiyor. Yeni bilgi ve belge ile karşılaştıkça yeni açığa almalar ve ihraçlar devam etmektedir. Devlet ne kadarını temizleyebildi, bu temizlik daha ne kadar devam edecek, bunu da zaman gösterecek.
Kanun Hükmündeki Kararnamelerle ihraçlar yapıldıkça zaman zaman mağdur olduğunu belirtenler seslerini yükseltmektedir. Hatta yanlış yere atılanlar bir sonraki KHK ile yeniden görevine iade ediliyor. Basından izlediğim kadarıyla mağdur olanlar bitmediği gibi yeni mağduriyetlerin icat edildiği izlenimi ortaya çıkmaktadır. Mağdurların sayısı az veya çok acaba niçin yanlışlık yapılıyor? Bildiğim kadarıyla şüphelenilen kişi ilk önce açığa alınıyor, sonra aylarca hakkında inceleme sürüyor. Bu kadar uzun sürede yapılan inceleme ve soruşturma sonucunda hala hatalı/yanlış kararlar veriliyorsa oturup bir düşünmek lazım. Delillerde mi sıkıntı var, komisyonlarda mı? Usul de mi hata yapılıyor? Ya da bunun altında bir çapanoğlu mu var? Yoksa süreç sulandırılmak mı isteniyor?
Hata/yanlışlar nereden/kimden kaynaklanıyor bilmem. Ama bildiğim bir şey var. Mücadele ettiğimiz örgüt basit bir örgüt değil. Öyle kolay kolay delil bırakan bir örgüt değil. Her işini resmi kılıfa uydurarak yapmış ve devletin her kademesine sızmış bir örgüt var karşımızda. Dikkatimi çeken bir şey var, açığa alınan ve ihraç edilenlerin ekseriyeti memuriyette alt kademelerde olan kişilerden oluşuyor. Nedense üst bürokraside örgütün hiç militanı yok. Yani devletin yukarısı temiz. Sorun hep aşağı birimlerde. Hiç akıl ve mantığımız alıyor mu? Bu sinsi örgüt yukarılarda örgütlenmeden, kadrolaşmadan aşağıda kök salar mı? Sanki birileri bu temizlik hareketini herkesi işin içine katmak suretiyle Ergenekon ve Balyoz davası gibi sulandırmak istiyor. Veya musluğun başında olan bazıları bu örgütün kripto elemanı. Ben can yakmazsam benim canım yanacak düşüncesindedir. Veya kraldan daha fazla kralcıdır. Ya da mağdurlar oluşsun ki hükümet ve devlete karşı sesler yükselsin... Fazla söz söylemeden sanal alemde Hüseyin BEKTAŞ arkadaşımızın paylaştığı bir hikayeyle sizi baş başa bırakmak istiyorum. Hikaye bu durumu güzel anlatıyor sanırım:
Çok eski zamanlarda bir çoban varmış. Çoban halkın sürülerini emaneten güdermiş. Her akşam sürüden bir koyun kurtlar tarafından parçalanırmış. Ancak iki tane çoban köpeğinin ikisinin de sesi çıkmaz, hiç havlamazlarmış. Çoban merak etmiş bir gün uyuyor rolü yapmış. Gece köpekler çobanın yanına gelerek kontrol etmişler. Uyuduğuna emin olduktan sonra dağa çıkıp dağdaki kurtları güle oynaya sürünün içerisine getirmişler. Kurtlar sürünün içerisinden bir tane koyunu seçip yemişler, yalaka köpekler de onların yanında bakmışlar. Çoban olup bitenleri seyretmiş, çoban sabahleyin köye gitmiş. Köyün girişinde bulunan büyük ağaca iki tane ip asmış köpeklerin ikisini de orada boğmuş. Bunu gören halk konuyu padişaha anlatmış. Padişah da çobanı çağırmış anlat bakalım çoban efendi neden köpekleri boğdun demiş. Çoban bir şartım var efendim, kabul ederseniz bunun sırrını size anlatırım demiş. O da söyle şartını demiş, savaştaki ordunun başına beni kumandan yaparsanız anlatırım demiş. Padişah da gülmüş sen mi orduya kumandan olacaksın, olmaz öyle şey demiş. Çoban da o zaman ben de anlatmıyorum demiş. Padişah dur dur demiş, nasıl olsa gider oradaki komutanlar durumu anlar gönderirler bunu diye düşünmüş. Tamam, sen git ordunun başına kumandan ol demiş. Çoban ordunun başına kumandan olur. Bir müddet sonra Ordu'dan bir haberci koşarak kan ter içerisinde padişahın yanına gelir. Efendim demiş sizin kumandan olarak gönderdiğiniz kişi, ordu'da bulunan üst düzey komutanların tamamını astırdı demiş. Padişah sinirlenmiş hemen acilen bir ordu hazırlayın, bana çobanın kellesini getirin demiş. Ordu daha yola çıkmadan arkadan bir haberci daha gelmiş. Padişaha efendim demiş, ordumuz zaferi kazandı bütün ganimetlere el koydu, yolda dönüşe geçtiler, buraya geliyorlar demiş. Padişah da ben böyle zafer falan istemiyorum, gidin bana o çobanın kellesini getirin demiş. Yolda orduyu karşılaşmışlar, tam çobanın kellesini koparacaklar, çoban durun demiş, ben padişaha bir şey anlatacaktım, onu anlattıktan sonra benim kellemi alabilirsiniz demiş. Durumu padişaha iletmişler. Padişah da tamam getirin demiş. Çobanı padişahın huzuruna getirmişler. Çoban efendim demiş bana köpekleri niye astığımın sırrını sormuştunuz demiş. Ben dağda çobanlık yapıyordum. Sizin de yıllardır ordunuzun savaşta olduğunu duydum. Bu esnada her akşam sürüden bir tane koyunu kurtlar parçalıyor, ancak sürüde bulunan iki tane köpek hiç havlamıyor. Köpeklerin niye havlamadığını merak ettim  bir gece uyuyor rolü yaptım. Köpekler yanıma gelerek benim uyuduğumdan emin olduktan sonra dağa gittiler, dağdaki kurtları güle oynaya sürünün içerisine getirdiler. Kurtlar bir tane koyun seçip yediler, köpekler de ona baktılar. Bende bu köpekleri boğarsam padişahım konuyu duyar beni de huzuruna çağırır, mutlaka ordunun içerisinde bu köpekler gibi komutanlar vardır ki bu savaş bu kadar uzadı diye düşündüm. Siz beni komutan yapınca, sizin ordunun başına komutan diye gönderdiğiniz köpeklerin düşmanla işbirliği yaparak savaşı uzattığını gözümle gördüm. Ben de onların kellesini alınca, yıllardır bitmeyen savaşı biz kazandık demiş. Efendim benim çobanlıktan başka bir işim yok, başka bir yerde de gözüm yok. Komutanlık başkalarının olsun, canımı bağışlarsanız, ben çobanlığıma döneyim demiş. Padişah çok mahcup olmuş, kalması için çobana çok ısrar etmiş, ancak çoban kabul etmemiş çobanlığına dönmüş.
Efendim, uzun oldu ama. Sanırım derdimi anlatabildim. 14/02/2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde