Ana içeriğe atla

Kime vefa? ***

Nedir vefa diyerek sözlüklere baktım. Nedense böyle bir sözcük TDK’da yok. Onun yerine vefakar kelimesi çıkıyor. Vefa: Borcunu ödeme,  sözünü yerine getirme, sözünde durma; sevgi, dostluk ve bağlılıkta sebat,  sevgide bağlılık gibi anlamlara geliyor. Görüldüğü gibi kendi küçük ama anlamı büyük bir kelime.

Günlük hayatta çok kullanırız. Hatta ‘Ahde vefa kalmamış’ efkarlanınca ‘vefa kalmamış hiç’ deriz. Yanımızdaki muzip biri de ‘Vefa İstanbul’da bir semtin adı’ diyerek pişmiş aşa su katmaya çalışır. İlçelerin çoğunu bile bilemezken hepimiz,  bu semti görmese de  İstanbul’da olduğunu bilir.

Ne kadar vefalıyız? Başkası ne kadar vefa gösteriyor? Vefayı hak ediyor muyuz? Adına ‘Vefa’ denilen gecelerde ne kadar vefa var? Vefa kime var? Vefanın içi dolduruluyor mu? Yoksa boşaltılmış mı? İçi boşaltılıp yerine yenileri mi dolduruluyor? Adına uygun bir gece mi? Biz soruyoruz da esas bunun anlamını geceyi düzenleyenler bilir. Kalbini yarıp bakma imkanı yoktur. Biz burada geceyi düzenleyenlerin samimi niyetini sorgulamayalım. Onları içten kabul edelim. Biz kötü niyetle yazmaya devam edelim.

Geceye davet edilenler kim acaba? Davaya ilk gününden itibaren emek vermiş, çile çekmiş, dirsek çürütmüş kişiler mi yoksa makam sahipleri mi çağrıldı?  Vefa, makama mı, makam-mansıp sahibine miydi? Ta kuruluşundan beri hiçbir menfaat beklemeden koşturan kimselere plaket verildiyse isabetli olmuş demek lazım. Fotoğraf karelerine bakıldığı zaman masayı dolduranlar içerisinde azımsanamayacak şekilde yeni yüz, yeni makam sahibi veya üst düzey yönetici ve bürokratlar göze çarpmaktadır. Emeği geçenlere plaketin verildiği yerde bu hareketin geri planında kalmış, kabuğuna çekilmiş neferler niye yok? Niçin davetiye tüm üyelere gitmedi? Bu davet herkese açık olmalı değil miydi? Burada eski hizmet etmiş, davanın çilesini çekmiş insanlara plaket verilirken ileride bayrağı devralacak yeni üyeler ve çile çekmemiş neferler de olsaydı hizmetin devam etmesi bakımından daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Çünkü çile çekmemiş üye diyecek ki: "Ağabeylerimin çabası sayesinde bu bayrak buraya geldi, şimdi onlara vefa gösteriliyor, ben de görev alırsam ileride bana da vefa gösterenler çıkar diye düşünecektir. Hatta plaket takdimi esnasında çile çekmişler hayatlarından bir kesit anekdot da anlatarak geceye bir anlam katabilirdi. Fakat davetiye maalesef tüm üyelere gitmedi.

İmkan ve yer meselesi denebilir. Bugün büyük kitleleri alabilecek salonlarımız mevcuttur. Niçin oralar tercih edilmez de, otel salonları tercih ediliyor? Sonra her toplantı ve etkinlikte yemek vermek/yedirmek de neyin nesi? Bu paranın kaynağı nereden? Üyelerden gelen aidatlarla veriliyorsa üyeler bu  duruma razı mı? Kimin parasını kime harcıyorsunuz? Aidatın gerçek sahipleri niçin yok orada? Gerçekten öğrenmek istiyorum. Bu işi organize edenlerin mutlaka bir bildiği vardır. 15/02/2017

*** 18/02/2017 tarihinde ladik.biz de yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Sami Hoca

Sami YÜCE İçi nasıldı bilmem ama dışa karşı şen şakrak biri idi.  Bulunduğu ortamlarda insanları güldürmeyi becerirdi. Şaka yapar, şakadan da anlardı. Çağın yaşatan Nasrettin hocasıydı.  Girdiği ortama çabuk intibak sağlar, insanlarla hemen iletişim kurardı.  Uzaktakileri belirli periyotlarla telefonla arayarak hal hatır sorardı.  İnsan canlısı biri idi. Herkesin derdi ile dertlenirdi.  Büyükle büyük, küçükle küçüktü.  Eli açık biriydi. Yedirmekten, izzet ve ikramdan kaçınmazdı. Dinlendik, Avcıtepe, Habiller, Güneysınır İlçe Müftülüğünde, Güneybağ ve Mevlana Mahallesindeki camilerde görev yaptı.  Görevine sadık biri idi. Mesaisi namaz vaktinden namaz vaktine değildi. Namaz harici bile camideydi. Görev yaptığı camileri tertemiz tutar, camlarına varıncaya kadar caminin temizliğini yapardı.  Paraya önem vermediğinden midir para yönünden yüzü pek gülmedi. Paraya ihtiyacı olduğunda kredisi vardı. Kimden borç istese eli boş dönmezdi. Şu gün vereceğim derdi. Borcun günü geldiğinde gerekirse b

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder