14 Şubat 2017 Salı

Çocuklarımıza balık tutmayı öğretelim!

Bu asrın anne ve babalarının farkına varmadan çocuklarına yaptığı en büyük kötülük çocuklarına balık tutmayı öğretmemeleridir.

Anne babalar iyi niyetle yapar bunu. Onlara hep balık yedirirler. Onları ayakları yere basan bir hayata hazırlamıyorlar. Yeter ki çocuğu okusun, kendini kurtarabilecek bir altın bileziği olsun. Emsallerini ekarte etme mantığı çerçevesinde yarış atı gibi sadece okuma ve başarma odaklı bir koşuşturma bizimkisi. 20-25 yaşına kadar hedefine ulaşmak için okumanın dışında sosyal hayattan kopuk, ev hayatından uzak; akraba, eş-dosta mesafeli bir laboratuvar hayatından sonra hayata atılan çocuk üniversite bitirinceye kadar gördüğü ilgi ve alakayı iş ve sosyal hayata atıldıktan sonra da başkasından bekliyor.

Çocukluğundan beri kendisinin yapması gereken her şeyi ailesi yapmıştır. Yaş ilerlemesine rağmen büyümüyor. Yine her şeyin öğrencilik hayatında olduğu gibi olmasını bekliyor. Hiç dertlenmemize gerek yok. Bu, bizim eserimizdir. 20-25 yaşına kadar sorumluluk vermediğimiz çocuklarımızdan sorumluluk üstlenmelerini beklemeyelim. Bunlar; yiyip içecekler, evi misafir gibi kullanacaklar, mutfağa girmeyecekler. Pekiyi bu işleri kim yapacak, bu nöbeti kim devralacak dersen bu da soru mu  Allah aşkına. Kürt Memed olarak bu nöbet senin. Bu yaşına kadar besledin. Yaptın madem bir iyilik. Bundan sonra da devam et bu iyiliği yapmaya. Biz değil miyiz onlara balık tutmayı öğretmeyen, biz değil miyiz onlara hep balık yediren, el bebek-gül bebek büyüten, uçan kuştan koruyan... Biz onlara oku dedik, onlar okudu. Onlardan ne aile reisliği bekleyeceksin ne de ev işi. Onlar işinin erkeği, işinin kadını olacaklar.

Yol yakınken bu aşırı korumacılıktan, sorumluluk vermeden sadece okumayı seçtirmekten vazgeçelim. Yaşına uygun azar azar sorumluluk verelim okumanın yanında. Bir şeyi yaparken diğerini yıkmayalım. Unutmayalım ki yeni yetişen bu nesil, anne ve babanın kendilerine baktığı, onların ise ebeveyne bakmadıkları/bakamadıkları bir nesil olmaya doğru gidiyor. Yok geriye dönüş olmaz, zamanında biz çok çektik çocuklarımız çekmesin diyorsak bari şehirdeki huzurevlerinin sayısını artıralım. 15.02.2017

13 Şubat 2017 Pazartesi

Mutlu azınlığın bel altı hezeyanları *

-"Bir tane sultan var bugün Sultan Abdülhamid'in torunu. Onun aslında bir dükkanı varmış ben bugün öğrendim. Sana oradan bir saltanat fesi alıp ...'la  ziyarete geleceğiz. 
-Bekliyorum. Ayrıca ... ben kadını beğendim yahu. 
-Ada'yı veresin mi geldi abi?
-Ada'yı değil ama neyse sonra konuşuruz."

Yukarıdaki diyalog bir siyasi partiye yakınlığıyla bilinen bir TV kanalında  iki kişinin telefon görüşmesinden. Biri ekranda, diğeri telefonun diğer ucunda. Her cümle ise sahnede olan kişiler tarafından gülüşme ve alkışlarla destekleniyor. Canlı yayında telefon görüşmesi yapanlardan biri internet gazeteciliğinde okuyucu kitlesi fazla olan bir yazar, diğeri ise tiyatro sanatçısı. Konuşmayı izleyince yazarlık ve sanatçılık kimlere kalmış diyesi geliyor insanın. Bize benzeyen tarafları sadece iyi ayaklı olmaları. Aklı sıra dalga geçerek, belden aşağı vurarak, siyasi mesaj vererek muhatabı küçük düşürmeye çalışıyorlar. Kendi iç dünyası ve karakterlerini ortaya koyan bu ahlaktan, değerlerimizden yoksun bu seviyesiz konuşma salonda/sahnede izleyiciler tarafından da kıyasına alkışlanıyor. Bu tür seviyesiz konuşmalara ne kadar da teşne insanımız varmış meğer. Bir insanın neye güldüğü onun karakterini, kişiliğini ortaya koyar diye boşuna söylenmemiş. Adamlar niye konuşmasın? Sen beğensen de beğenmesen de izleyici ve müşterileri var. Nasıl da gülüyorlar...hem de katıla katıla. Ne diyelim Allah da onları güldürsün(!)

Olay sıcağı sıcağına. Sanırım kimlerden bahsettiğim anlaşılmıştır. Diyaloglarına konu olan olayın kahramanı bir hanımefendi. Ne ayarları, ne de akranları. Hakkında bu kadar konuşacak, tiye alacak şekilde öyle zannediyorum bir hukukları da yok. İşleri güçleri bu ülkenin değerlerini yaşamaya ve savunmaya çalışanlara hakaret ederek bir tükenmişlik sendromu yaşıyorlar. Halkın değerlerine yabancı, tanımadıkları bir bayanla ne konuşacaklarını, nasıl konuşacaklarını bilmeyen bu sözüm ona aydın tipler kimin mirası, kimin insanı, kimin bu ülkeden geçerken bıraktığı kişiler...insan düşünmeden edemiyor. Nasıl bu ülkede program yapabiliyorlar, nasıl yazı yazabiliyor, nasıl tiyatrocu olabiliyor. Yaptıkları program, yazdıkları program, sergiledikleri sanattan ziyade militancılık yaparak bir şekilde ayakta ve gündemde kalmaya devam ediyorlar. Yazık bu ülkeye! Bu ülke bunlara yıllarca ekmek verdi, aş verdi, iş verdi. 

Bu yaptıklarıyla bu ülkede söz sahibi olmak iddiaları varsa züğürt tesellisi bile denmez buna. Çölde vaha gören insanın ruh hali bu, ya da kırmızı görmüş boğa. Son çırpınışları soyu tükenmekte olan bu mutlu azınlığın. Bir pişirim kadar kaldılar. Halkın içerisine çıkamadan kapalı yerlerde birbirlerine karşı körler ve sağırlara oynuyorlar. Yoksa kahırlarından çatlayıp gidecekler.

Bu ülkede her düşünce ve her fikirdeki insana ekmek var. Her türlü eleştiriye ve muhalefete de açıktır. Yeter ki edep, ahlak dairesinde kalmayı bilsinler. Bu iki edep yoksununa, bunları ekrana çıkaran yapımcıya, bu yapımcıya bu tür programları yapmasına izin ve imkan veren kanala kızmaya değmez bile. Çünkü acınacak halleri var. Programdaki seviyesiz diyaloga alkış tutan halktan sandığım kişilere acırım. Yazık onlara! Bu diyalog annenize, bacınıza yapılsa tavrınız nasıl olur? Yine alkış mı tutarsınız? Nasıl mide var sizde böyle!.. 13/02/2017


* 18/02/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Kadınların yüklendiği misyon

Bazıları ağzını açar açmaz "Bu ülkede kadın olmak zordur. Çünkü kadın ezilendir, işkence görendir, baskı altındadır, hakkı verilmez, hep çiğnenir, erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz, kadına değer verilmiyor, her yeri erkekler doldurmuş, bak mecliste bile ne kadar azınlıklar, Aile Sosyal Politikalar Bakanı bile erkek..." gibi cümleleri işitirsiniz hemen.

Her konuda olduğu gibi yine sap ile saman karıştırılıyor. Bir bakıyorsunuz kadın el üstünde, yine bir bakıyorsunuz kadın ayaklar altında. Bu tür serzenişlerin doğruluk payı var mıdır? Vardır elbet. Fakat sorunu yanlış yerde arıyoruz. Sorunu doğru tespit edemezsek çözüme de kavuşamayız. Havanda su döveriz hep. Bu ülkede sorun insan ve insanlık sorunudur. Güçlünün güçsüzü ezmesidir. Kimin gücü kime yeterse dağ kanunları geçerlidir. Kadın çocuğunu, erkek eşine gücünü gösterir. Biriyle kavga edeceksek bile güç gösterisi yapabileceğimizle yaparız kavgamızı. Kişinin gücüne, kuvvetine, cüssesine bakarız. Eğer alt edemeyeceksek alttan alırız. Güç gösterisidir bizdeki.

Biz yine kadının ezildiğini varsayarak konumuza dönelim. Kadın yeri geldiği zaman erkeği elinde oyuncak eder, yeri gelir  erkek kadını. Burada asıl sorgulanması gereken kadının kendini kullandırmasıdır. Bugün kadın her alanda elinin hamuruyla erkek işine karışıyor veya karıştırılıyor. Bir bakıyorsun erkeğin yapacağı işte kadın, kadının yapacağı işte erkek var. Alanlar geçişken haline geldi maalesef. Bu durumda kadın daha fazla iş yükü alacağından gücünün üzerinde bir yük ile karşı karşıya kalmaktadır. Hem vücut yapısı, doğurganlığı, anne olması, çocuk yetiştirmesi, ev işleri başlı başına küçümsenemeyecek kadar büyük bir iş iken bunlara ilave olarak dışarıda herhangi bir iş üstlenmesi kadının kendisine ve kadına yapılan bir eziyettir. Böyle bir tespiti yapınca hemen birileri: “Kadını eve hapsetmeye çalışıyor, zaten bunların bilinçaltında bu var. Kadın köledir bunlara göre…” şeklinde bir savunma/saldırma refleksi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Kadın eve hapsolsun gibi bir düşüncem yok. İsteyen iş hayatında olur, isteyen olmaz. Kadınlar iş hayatında olacaksa da bünyesine uygun işlerde part time çalışabilmeli ki, asli işlerine zaman ayırabilsin. Yoksa tıpkı erkek gibi mesaiye tabi olan bir kadın için hayat çekilmez olur. Bu durumda iki işinden birini aksatacak; ya evini ya da işini. Dışarıda çalışması elzem olmayan birinin çalışmayı seçip çocuğunu bir başkasına emanet etmesi geleceğimizin teminatı çocuklarımızın büyütülmesini ciddiye almamak demektir.

Kadının tıpkı diğer erkekler gibi dışarıda çalışmasının yanında kadınlarla ilgili bir başka sorun daha var. Kadın bugün  kullanılan bir obje haline gelmiştir. Modada, sanatta, reklamda, pazarlamacılıkta, haber ve TV sunuculuğunda hemen hemen her yerde vitrinde göze ve görselliğe hitap edecek şekilde boy göstermektedir. Hele bir de anadan üryan soyunarak rol almaları, podyumlara çıkmaları kadının göze hitap eden bir meta olarak görüldüğü imajını vermektedir. Kabiliyetli olduğu alanlarda çalışmasının yanında maalesef vücudu teşhir edilen meslekler de vardır.  Kadın olmak zor gerçekten. Eziyet çekiyor. Biraz da bu zorluğa bazı kadınların teşne olduğu görülmektedir. Kadını ve haklarını savunanlar biraz da çoğunluk kadının kabul etmediği vücudun teşhiri konusunda seslerini yükseltmelidir. Kadın kendini kullandırtmamalıdır.

Unutmayalım ki her şey para değildir. Kadının her alanda olması adaletin değil, eşitliğin bir gereğidir. Eşitlikte ise hakkaniyet olmaz. Çalışılacaksa da kimliğimizden, özümüzden ve değerlerimizden ödün vermeden iş hayatında olalım. 

Bir elmanın yarısı olan kadının sorumluluğu başkadır, erkeğinki başkadır. İnsanoğlunun başına ne gelirse kendi yapıp ettiğinden dolayıdır. 13/02/2017


12 Şubat 2017 Pazar

"İntihal" başlıklı yazıma cevap geldi *

04/02/2017 tarihinde Gazetemizde  "İntihal/aşırma/hırsızlık/sahtekarlık" başlıklı bir yazı kaleme almış, 20/12/2015 tarihinde "Maliyeti yüksel nesil" başlıklı yazımın bir başkası tarafından başlığı ve yazının girişinde  yapılan bir kaç değişiklikle birlikte bir başka haber sitesinde "Çocukluğumuz ve çocuklarımız" başlığı altında 03/08/2016 tarihinde aynen yayımlandığını ifade etmiş, ilgili site yönetiminden bu yazı ile ilgili cevap beklediğimi ifade etmiştim.

Sitenin Genel  Yayın Yönetmeni ABD'de yaşadığı için kendisiyle  e-posta marifetiyle birkaç defa yazıştık. "Bu durumu yazara sorduğunu, kendisinden cevap beklediğini” ifade etti birkaç defa. Nihayet gecikmeli de olsa yazar, kendisine durumu izah eden bir e-posta göndermiş:

Selamün Aleyküm ...;
Hakkını helal et canım, gönderinizi yeni gördüm.
Epeydir belle ilgili rahatsızlığım sebebi ile yazılan ve gönderilenlere pek bakamadım. 
Burada basi  geçen yazıyı da yeni gördüm. O yazının sitemize gönderileceği günlerde de biraz rahatsızlığım vardı ve oğluma "… sitemize bir yazı göndermem lâzım. Bilgisayardaki "çocuk yetiştirilmesi" üzerine hazırladığım yazılarımdan birini gönderebilir misin? dedim?  O da olur dedi ve biraz sonra " gönderdim baba " diyerek yanıma geldi.
Ve arada geçen bunca zaman ben hangi yazımı gönderdiğini bilmiyordum. Sizin bu gönderiniz üzerine yazıya bakınca bana ait olmadığını gördüm. Meğer oğlum benim yazılarımdan birini değil, nereden bulduğunu bilmediğim bir yazıyı göndermiş. Halbuki benim ÇOCUK YETİŞTİRİLMESİ üzerine onlarca yazım var. Ben onlardan birini gönderdi diye biliyordum. Yazının sahibi arkadaştan özür dilerim. Demek ki böyle hatalar da oluyor. Bunu nasıl yapmış anlayamadım. İşten geldiğinde bunu öğrenmiş olacağım inş. Halbuki yazının çocuk yetiştirmeyle de alakası yok ama? Tekrar arkadaştan özür dilerim.”

Yazarın kendisi ile telefon, e-posta vb durumla görüşemesek de üçüncü şahıs aracılığıyla gelen cevabi yazısını aynen yukarıya kopya ettim. Sadece genel yayın yönetmeninin ve sitenin adını  noktalama ile ifade ettim. Cevabi yazıyı gönderen yazarın ismine de yer vermedim. Zaten istemeyerek de olsa “İntihal” başlıklı yazımda prensibim olmamasına rağmen sitenin ve yazarın adından bahsetmiştim. Bu yazımda isimlere yer vermedim. Zira isimlerle işim yok.

Yazarın sitede kendi adı ile yayımlanan yazısının kendine ait bir yazı olmadığını kabul etmesi -yazarın kendi adına gönderilen yazıdan haberinin olmaması, yazımın yazarın yaşına uygun bir şekilde uyarlanması bana manidar gelse de- benim için yeterlidir. Genel Yayın Yönetmeninden sitede yayımlanmış yazının kaldırıldığını ifade eden ikinci bir e-postası da gelmiştir.

Gazetemizin sayfasını şahsımla ilgili böylesi bir yazı ile meşgul etmem de hoşuma gitmedi. Fakat “İntihal” başlıklı yazıyı yayımladıktan sonra gelen cevaptan bahsetmesem olmazdı. Basın  hukuku ve etik değerler açısından yazının bu şekilde sahiplenilmesini şık bulmadığımı da ifade etmek isterim.

Takdir yine sizin! 12/02/2017

* 15/02/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Ne mal olduğumuzu niçin söylemeyiz? -2-

Çok kişinin kaldığı müstakil küçük evlerden 100 m2’lik evlere taşındık. Şimdilerde oralara da sığmaz olduk. Daha geniş ve yeni evler arama derdindeyiz. Sana yeterli gelse de gelen misafirinin garibine gidiyor: “Nasıl sığıyorsunuz bu eve” diyerek taaccübünü ifade ediyor.

2+1 olan 100 m2’lik evimi boşaltarak geniş bir eve çıktım. Eski ve küçük olan bu evi satayım mı, kiraya mı vereyim diye düşünürken ev, 15-20 gün boşta kaldı. Sonra kiraya verelim diyerek duyurusunu yaptım. Ne kadar kiralık ev arayan varmış meğer. Aynı gün 15 kadar kişiden “Evinizi tutmak istiyoruz” telefonu geldi. Bazı kişiler, belirttiğiniz kiradan da yüksek veririz, yeter ki verin, dedi. Kendilerine, ilk arayan kişi eve baksın. Tutmazsa size dönerim, cevabı verdim. Evi kiralamak isteyen kişi ile belirlediğimiz vakit evin önünde buluştuk. Eve baktı. “Tutuyorum” dedi. Kim oturacak dedim. “Babaannem, babam ve küçük biraderim” dedi. Oturacakları getir, kendileri görsün, dedim. Gitti babaannesini getirdi. Eve baktılar. Ev size yaramaz dedimse de “tutuyoruz” dediler. Ev bekar öğrenciler için daha uygun, size gelmez. Evin görünüşüne aldanmayın. Ev kullanışlı değil, kışın çok yakıt parası verirsiniz. Çünkü mantolaması yok. Mutfaktaki balkonu içeri almıştım, yerine PVC yaptırdım, rüzgarı kesemedim, kışın buradan soğuk üfürür, apartmanın içi düzensiz, nem kokusu var, boya ve badanaya ihtiyacı var. Yukarıdaki komşunun küçük çocukları var, seslerinden rahat edemezsiniz, dairenin en sıcak odası şu küçük oda, bakın şuralar çatlamış, buralar yarılmış…” diyerek evin durumunu anlattım. Ardından tutuyor musunuz dedim. “Tutuyoruz, biraz indirim yapabilir misin? Gerçi istediğin kira da yüksek değil” dediler. Tutuyorsanız 50 lira almayayım, dedim. Dairenin anahtarlarını vererek hayırlı olsun dedim.

Kira zamanı gelince kiracımız kira bedelini düzenli bir şekilde getirmeye devam etti. Bir gün kirayı getirdiği zaman "Nasıl evden memnun musunuz, var mı bir sıkıntı" dedim. “Geçen gün ağabeyimle beraber kulağını çınlattık. Evin durumunu ağabeyime anlatınca" ağabeyim: ‘Ev aynen ev sahibinin anlattığı gibi. Adam bize evini gösterirken başladı evini kötülemeye, eksikliklerini anlatmaya. İçimden bu adamın gözü bizi tutmadı. Anlaşılan evini vermeyecek dedim. Sonunda verdi. Anlattıkları aynen bir bir çıktı. Adam bize her şeyi anlatmış, biz bu şekilde tuttuk, söyleyecek hiçbir şeyimiz yok’ dedi.

Başımdan geçen bu olayı anlatınca çok dürüst olduğum anlaşılmasın. Maalesef o güzel haslet yeterince yok desem mübalağa etmiş olmam. Vermek istediğim mesaj malımızı olduğu gibi satışa çıkarmak. Elde de kalır, satılır da. Gördüğünüz gibi evin durumunu, eksikliklerini anlatınca kiralık evim elimde kalmadı. Kiracım evinden memnun, bense kiracımdan. Kirayı alırken de gönül rahatlığıyla alıyorum. Çünkü ne ise onu söyledim. Kiralayan da bu şekilde kabul etti.

Bir önceki http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2017/02/ne-mal-oldugumuzu-nicin-soylemeyiz.html” başlıklı yazımda pazarcı esnafının bozuk malını allayıp pullayarak sattığına değinmiştim. Burada da allayıp pullamadan yaptığım bir alışverişe değindim. Paramıza haram karıştırmayanlardan olalım inşallah. Olanı, olduğu gibi anlatalım. Çünkü bir şeyin bir kısmını söylemek yalanın kardeşidir. Doğru sözlü olan, sözümüzün eri kişilerden olmamız temennisiyle. 12/02/2017

Ne mal olduğumuzu niçin söylemeyiz? -1-

Zaman zaman alışveriş yaparız. Bir şeyler alır, bir şeyler satarız. Genelde malımızı satarken göklere çıkartırız. Öyle bir anlatırız ki alıcı havada kapmaya çalışır. Çünkü mükemmel bir anlatımımız olur genelde. Anlatırken de malımızı gizleyerek olduğundan farklı göstererek satarız. Malı elimizden çıkartınca da iyi kar ettik diye övünürüz. "Aldatan bizden değildir" sözünü de aklımıza getirmeyiz. 

Güzel ahlak ile taçlandırılmayan  dini yaşantımız bizi birbirimize karşı güvensiz kılmaya devam edecek. Ne zaman iman ve ibadetimize ahlakımızı da katarsak insanlara güven veririz. Tadından yenmez bir Müslümanlığımız olur. Değilse bu iman ve ibadet bizi boğmaya devam edecek. Biraz örneklendirme yapalım isterseniz. 

Bu hafta mahallemdeki semt pazarına gittim. Tezgahlara bir göz attıktan sonra kamyonet ile getirdiği portakalını kasa kasa önüne yığmış bir pazarcının önünde durdum. Portakalı elime alıp hafifçe sıktım. Ben iyi bir portakalım, alabilirsin diyordu. 5 kilo verir misin dedim. Hemen poşete doldurmaya başladı. Tabii tezgahın bana görünmeyen kısmından. Kardeş oralar iyi değil dedim ise de "Hepsi aynı, hepsi aynı. İstersen buradan vereyim" diyerek arka tezgahtaki diğer kasadan doldurdu biraz da. Pazarcı portakalı doldurduktan sonra bir iyilik daha yapıverdi.  İçini göremeyeceğim şekilde el çabukluğuyla poşeti bağladı. Başka yerden birkaç daha alışveriş yaptıktan sonra iyiliksever pazarcımız tarafından bağlanan poşetimden hiçbir meyvem dökülmeden evin yolunu tuttum.

Akşam çaydan sonra sıra geldi meyve yemeye. Portakala baktım. Hiç tezgahta bana görünen ve al beni  diyen portakala benzemiyordu. Dış görünüşe aldanma, kalbini de bozma, bizzat içini test edelim dedim. Soydum. Don vurmuş bir portakal ile karşı karşıyaydım. Maalesef suyu da kalmamış. Portakal: "Bana kızma, benim suçum yok. Eksinin altında bir havada ben ancak bu kadar dayanabildim. Ben kendimi gizlemedim. Benim bu durumumu gizleyen sana benzeyen iki ayaklı bir mahluktur. Aslında o beni değil, kendini pazarladı. 5 lira karşılığında kendini ve dürüstlüğünü  sattı. Ne mal olduğu böylece ortaya çıktı. Sen bana değil, kendi hemcinsine kız. Böyleleri pirincin içindeki beyaz taş gibidir. Ederi de 5 liradır. Çok da ucuz yani. Verdiğin para seni öldürmez ama onu da ondurmaz bilesin. Kandırıldım diye de üzülme. Kandıran olmandan daha iyi değil mi? Kafana da takma, ederi beş lira olan bu mahluk için üzülmene ve kızmana değmez bile. Sen bu parayı düşürdüm say. Bir daha da ucuz mala yönelme. Sonra iyi mi kötü mü diye beni kontrol edeceğine biraz insan sarrafı ol. Satıcıya bak. Böyleleri analarını boyayıp babasına satan cinstendir. Pazarımızın da yüz karasıdır bunlar. Sen bilirim bir daha bu yaratıktan alışveriş yapmazsın. Zaten bu tipler aynı adama ikinci defa mal satamazlar. Her pazar günü yeni adam avlarlar. Tökezleyinceye kadar vurur kaçarlar. Günü kurtarırlar. Sen beş liranı elinin kiri olarak verdin, bir daha da bu adamı görmezsin, tanımazsın. Bunların işi hiç rast gitmez. Bakma böyle gözü açık olduklarına, el çabukluğuyla sahte mal verdiklerine. Bu tipler öne güzel malı koyan pazarcı esnafıdır. Akşam giderken de satamadığı çürük ve üşümüş mallarını pazarın içine döker giderler. Belediye onların pisliğini temizleyeceğim diye gece boyunca uğraşır durur. Kendisinden alınan  beş lira işgaliye parasını yirmi lira olarak belediyeden çıkartır.

Verdiğin beş lira, onun ya kendisinden ya ailesinden çıkar. Senin için rahat olsun. Yalnız böylelerini pazardaki dürüst esnaf bilir, belediye bilir, malına müşteri olan da bilir. Kimse de sesini çıkarmaz. Çünkü böyleleri kendilerine asla laf söyletmez, gerekirse kan akıtırlar. Sayıları gittikçe azalan bu tipleri Allah bildiği gibi yapsın.” 12/02/2017





Okumadığıma Pişmanımdan, Okuduğuma Pişmanıma Doğru *

Özel sektörde asgari ücretle çalışan veya sanayide bir tamircinin yanında çırak-kalfa olarak çalışan ya da kendi işini açıp iş-güç sahibi olan biri ile konuştuğun zaman hal-hatırdan sonra iş dönüp dolaşıp “Okumadığıma eşekler gibi pişmanım. Babam çok ısrar etti. Ama ben okumak istemedim. Okumuş olsaydım, bugün ben de sizin gibi olur, elim sıcak sudan soğuk suya değmezdi. Elim, ayağım kirli olmazdı” şeklinde dert yananları görürsün.

Çoğunun işi-gücü var, parası var, imkanı da yerinde olmasına rağmen hemen hemen hepsinin içinde bir ukde olarak kalmış okuyamamak. Hele bir de çocukluğundan beri çalışıp da işi rast gitmemiş, dolgun maaş alamayan, çalışırken gecesi gündüzü olmayan, iş garantisi olmayanlara gelince, onların pişmanlığı derinden bir ah çekmekle başlar, eşek kafam diyerek devam eder.

Kimi vardiya usulü çalışıyor, kimi mesai kavramı olmadan gece gündüz çalışıyor. Soğuk demiyorlar, sıcak demiyorlar. Kar tatilleri yok. Varsa yoksa bir pazarları var. Yıllık izinleri ise patronun izin verdiği kadardır. Kamuda çalışanlar 9 gün bayram tatili yaparken onlar 3-4 gün tatili yaptıktan sonra işe koyulurlar. Rapordur, izindir nedir bilmezler. Ölümden başka hiçbir şey, onları işlerinden geri koymaz. Hepsinin ortak noktası, çekmiş oldukları çilenin suçlusu olarak kendilerini görmeleri ve okumadıklarına/okuyamadıklarına bağlamalarıdır. Hayat onları öyle pişirmiş, öyle cendereden geçirmiş olmalı ki kendi kendilerine öz eleştiri yapıp pişmanlık duyuyorlar.

Her zaman okumayanlar pişman olacak değiller ya, şimdi sıra okumuşlarda. Sayıları şu anda az olsa da okuyup okuduğuna pişman olacakların sayısı her geçen yıl artacaktır. Çünkü okumuş işsizler ordusu geliyor hem de kartopu gibi.  Çoğu da fakülte mezunudur bunların. 23-24 yaşına kadar dirsek çürütmüş, mürekkep yalamış kişiler. Çünkü bitirdiği fakültenin istihdam alanı yok. Bir kısmı, alanı dışında çalışmaya yöneliyor, ekseriyeti ise her yıl daha yüksek puan alayım diye kamuda bir görev alabilmek için KPSS sınavına hazırlanıyorlar. Her yıl yapılan merkezi sınavlara giriyorlar, bir umut. Belki bu sene şansım yaver gider, bahtım açılır diye. Zira başka seçenekleri yok. Çünkü bu yaştan sonra ne çiftçilik yapabilir ne de gider sanayide çalışabilir. Çalışmak istese de zaten kimse iş vermez. Böyleleri ne pense tutabilir ne de tornavida.

Her geçen yıl umutları tükenmeye başlar, içine kapanır, bazen de isyanlara oynar. Patlamaya hazır bir bomba. Ne yediğinden zevk alır ne de içtiğinden. Bir müddet sonra ailesinin sırtında bir kambur olduklarını da hissetmeye başlarlar. Psikolojik yönden büyük çöküntü içerisine girerler. "İşe yaramıyorum, bir katma değer üretemiyorum, bu yaşımda hala harçlığımı ailemden alıyorum. ‘Oku! Baban gibi, eşek olma’  dediler. Okuduk. Nereden de okuduk, bilmem ki. Vara okumasaydım… Şimdiye kadar sanayide çalışsaydım, kendi iş yerimi açardım. Okumak için ailemin verdiği para da sermayem olurdu. Bu yaşıma geldim, ne işim var ne de aşım. Kim verir vasıfsız bir elemana iş. Kim verir, kızını bir işsize eş..." şeklinde kendi kendine söylenir dururlar. Evlerinde ne huzur olur ne de ağızlarının tadı.
Okumuşların, okuduklarına pişmanlığı, okumayanların pişmanlığına da benzemez. Devlete de küserler bir müddet sonra. Madem iş veremeyecek ve istihdam alanı açamayacaktı, bu bölümleri niye açıp bizi oyaladı diye. Büyük bir çoğunluğu suçu kendinde bulmaz, devleti suçlar.

İleride, sosyal patlamaların olmaması için yetkililerin mutlaka tedbirler almasında fayda vardır. Zira her geçen yıl üniversite bitirmiş, alanında çalışma imkânı bulamayanların sayısı artıyor. Her yıl, iki milyondan fazla öğrenci sınava giriyor. Bir zamanlar ilk iki yüz bine girenler, alanında iş bulabileceği bölümlere yerleşiyordu. Şimdi, ilk yirmi bine girebilenler iş bulabilir durumda. Geriye kalanlar ise gözde ve aranan bölümler yerine, istihdam imkânı olmayan bölümlere ya nasip diyerek gidiyor istemeyerek. Maalesef bu eğitim sistemimiz, işsizler ordusuna katılacak gençlerin işsizliğini, sadece iki ila beş  yıl daha öteliyor.
Hâsılı, eğitim sistemimize giren herkesi; elemeden, seri üretim yapan bir fabrikanın mamulü gibi mezun vermeye ve herkesi üniversite mezunu yapmaya devam edersek onulmaz toplumsal yaralara hazır olalım. 12.02.2017

*18/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.