Bir ilmihal kitabını açıp bakarsanız inanan insan topluluklarını 3'e, hatta 4'e ayırır: mümin, münafık, kafir ve müşrik diye. Bu inanan tiplerin içerisinde en tehlikelisi olarak münafık zikredilir.
İçi dışına benzemeyen bu kişi, içten inanmadığı halde dıştan inanmış gibi görünür. Medine'de Peygamberimize kök söktüren, kuyusunu kazmaya çalışan, boğmaya çalışan yine bu tiptir. Ömrü ikili oynamakla geçer, Müslüman dairesi içerisinde yer alır. Müslüman görünür, başkasıyla iş tutar. Pirincin içindeki pirince benzeyen beyaz taş gibidir. Dost görünümlü düşman dense yeridir. Asla sırtını dönmeye gelmez bu tiplere. Hadisi şerifte Peygamberimiz münafığın alametlerini üç olarak sayar:
* Konuştuğu zaman yalan konuşur,
* Söz verir, sözünde durmaz,
* Emanete ihanet eder.
Kur'an-ı Kerim'de cehennemin en alt tabakasının münafıklara ayrıldığı zikredilir.
İçimizde kim münafıktır, kim değildir bilmem. Herhangi bir kesimi, kişiyi "şudur" şeklinde bir tasnife tabi tutmam. Kişi, kendisini ne ifade ediyorsa öyle tanır, içime sinse de sinmese de öyle bilirim. Yaptıkları ve davranışlarıyla bir kanaat sahibi olsak da kimin neye inandığını Allah bilir. Üstelik bu konunun uzmanı değilim. Bu konuda işinin uzmanı Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI, Karar gazetesindeki köşe yazısında FETÖ ile ilgili aşağıdaki değerlendirmede bulunur:
"FETÖ’de bu üç alametin de bulunduğunu ayan beyan gördük.
1- Dünyalarını takiyye, yalan ve aldatma üzerine kurmuşlar.
2- Devlet ve millete verdikleri bütün sözleri, bütün ahitleri bozdular.
3-Kendilerine emanet edilen milletin çocuklarına ve onların ailelerine, sivil ve askeri kurumlara, bunların amirlerine, komutanlarına, milletin maddi ve manevi değerlerine, “hizmet” sloganlarına inanarak kendilerine yardım eden sermaye, siyaset, eğitim vs. kurumlarına, velhasıl millete ve devlete ihanet ettiler."
Bir kişide üç özellik de bulunursa katıksız münafık olur. Fakülteden hocamız: "Bu özelliklerden bir tanesi olursa o kimse % 35, ikisi olursa % 70 münafık olur" derdi... Ya olduğumuz gibi olacağız, ya da göründüğümüz gibi. Allah, içi-dışı bir, samimi kullarından eylesin. 25/11/2016
** 27/11/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.
25 Kasım 2016 Cuma
24 Kasım 2016 Perşembe
Çok da tın *
Kendisini medeni gören tek dişi kalmış canavar AP(Avrupa
Parlamentosu), Avrupa Birliğine girmek isteyen Türkiye ile müzakereleri geçici
olarak dondurma oylaması yapmış. Yapılan oylamada müzakereleri dondurma kararı
büyük bir oy oranıyla kabul edilmiş. Çok da tın ya!
1963 yılında başlamış bu birliğe girme serüvenimiz.
53 yıl olmuş. Benimle yaşıt yani. Bizden 30-40 yıl sonrasında buraya girmek
için müracaat edenlerin hepsi alındı. Nedense bir türlü sıra bize gelmedi.
Yarım asırdır kapısında bekletiyor, ne alıyor, ne de kovuyor. Ağza çalınan bir
parmak bal ile bizi oyaladı da oyaladı. Devlet politikası haline geldi bizde bu
AB aşkı. Her hükümet bu müzakereleri yürüttü, yürütmeye çalıştı, kör-topal da
olsa.
2016 yılında gerilen ortam dolayısıyla güya bize had
bildirmeye kalkıyorlar. Kendilerini ne sanıyorlarsa. Aslında asıl suç bizde. Ne
işimiz vardı onların kapısında bizim? 1963 yılından beri her ne dedilerse
"Tamam efendim, elbette efendim, nasıl isterseniz beyefendi..."
üslubumuza iyi alışmışlardı. Bizi istedikleri şekilde evirip çeviriyorlardı.
İstediği emri veriyorlar. Bu ülkeyi yönetenler de hazır ol vaziyetinde
emredersiniz efendim derdi hep. Sanırım böyle davranan yöneticilerimizin
çoğunda aşağılık kompleksi olmalı ki efendilerinin karşısında saygıda kusur etmiyorlardı.
Biz kim idik ki efendimize: "Efendim yanlış yapıyorsunuz, terörü siz
destekliyorsunuz..." şeklinde söyleyecek. Boynumuza takmışlardı bir tasma.
İstedikleri şekilde şekil veriyorlardı bize. Mutlak itaat idi bizden istenen.
Son yıllarda alışılmışın dışında bir politika izleyen
Türkiye'nin mücadele şekli adamların zoruna gitti. Etliye-sütlüye karışmayan,
bir şey diyeceği zaman efendilerinin yolunu takip eden bir politik tavırdan,
köre kör diyen bir siyaset dili izlenmeye başlandı. Bir oyun kurulacaksa masada
ben de varım, bensiz olmaz diyen bir politika, canavar batıyı kendine getirdi:
"Ne oluyor?" demeye başladı. Bu, kölenin efendisine isyanıydı.
Efendiler, kölelerinin isyanlarına tahammül edemezler. Tüm endişeleri de
bundan.
Türkiye'nin AB kapısında 53 yıldır bekletilmesi bu milletin
onuruyla oynama demektir. Çok bile kaldık o kapıda. "Biz ettik, siz
etmeyin, gelin ne isterseniz yapalım" deyip ayağımızın altına kırmızı halı
da döşeseler, bu milletin ruhuna, kültürüne, medeniyetine, örf ve adetine
aykırı böyle bir kulüpte zaten bizim işimiz olamaz. Bu millet ayakları üzerine
durmayı da bilir, ölmeyi de. Bir ülke haysiyeti ve değerleriyle yaşar. Hani bir
zamanlar: "AB kriterlerinin adını değiştirir, Ankara kriterleri yapar,
yolumuza devam ederiz" diyorduk ya. Demokratikleşme ve insan hakları
alanında doğuştan gelen hakları vermek için kendi özümüze dönelim. Bir başka
yabancı zihniyet bizim içişlerimize karışmasın. Bu ülkede herkesin insanca
yaşama isteğini pekala biz köklerimizden alacağımız güçle kendi kendimize
halledebiliriz. Yeter ki birlikte yaşama azmini kaybetmeyelim. Etrafımızın
düşmanla çevrildiği bu günümüzde bu ülkede bir ve beraber, huzur ve mutluluk
içerisinde yaşama iradesini ortaya koyalım. Zaten ilerlemenin yolu da bir
başkasını izlemekle olmaz. Kendi köklerimizden alacağımız güçle ilerleme
sağlanır. Çünkü taklit ettiğimizin hep bir adım gerisinden gideriz. Asla
birinci ve oyun kurucu olamayız.
Öyle müzakereleri geçici olarak durduruyoruz diye aba
altından sopa göstermenize gerek yok. Tamamen atmazsanız namertsiniz. Siz
uyuşuk, pısırık Türkiye'den değil, bundan sonra gözünü açan Türkiye'den korkun.
Elinizden geleni ardınıza koymayın. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
Bu millete 53 yıldır kapıda bekletilmek yaraşmaz.
Bayatlamış yanlışları çöpe atma zamanı geldi. Kendine gel Türkiye! Özüne dön!
Başkası değil, kendin ol!..Kendi göbeğini kendin kes! 24/11/2016
* 26/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 26/11/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Dil insanı vezir de yapar, rezil de
Bana hangi dil daha iyi dense iletişim dili derim. Zira Allah'ın insana bahşettiği en büyük nimettir. İnsanı vezir de yapar rezil de.
Günümüzde yanlış anlamaların, dargınlıkların, kavgaların temelinde iletişim sorunu var. İnsan, Allah'ın verdiği bu nimeti yerli yerinde, ön yargısız bir şekilde kullandığı takdirde inanın çözülemeyecek sorunumuz kalmaz. Hani bizde hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır denir ya. Benim de demek istediğim budur zaten.
İletişim dilinin önemini yanlış anlamalarda daha iyi anlarız. İnsan iyi niyetli bile olsa ifade ettiği yanlış anlaşılırsa yine sorun ortaya çıkar. Bu yüzden bin düşünüp bir konuşmada fayda var. Çıktı mı ağızdan bir söz, geriye dönüşü yoktur. Tıpkı bir ok gibidir.
Bazı insanlara ne kadar fasih, ne kadar açık, ne kadar anlaşılır konuşsan da pek fayda etmez. Çünkü bazılarının kulakları iletişim diline kapalıdır. Sanki duvara konuşursun, aynen sana geri gelir. Bu tiplere ağzınla kuş tutsan meramını anlatamazsın.
Bazıları da iyi niyetli olmasına rağmen iletişim dilini iyi kullanamadığı için her konuştuğunda çuvallar. Yaptığı da anlaşılmaz. Hazırında etrafındaki insanları soğutur. Çünkü halden anlamaz. Arslandan kaçar gibi kaçar insanlardan. Kaçak güreşmeyi sever.
Bazıları da iletişim dilini iyi bildiği halde belki de kibrinden insanlardan uzak durur, tepeden bakar onlara. Kendisini dev aynasında görür. Değer vermez insanlara. İnsanların da bir duygusu olduğunu hesaba katmaz. Tek doğrusu kafasındaki doğrudur. Kendisi mesafe koyduğundan dolayı uzak duranları kazanmak için çaba sarf etmez. Çünkü burnundan kıl aldırmaz. Bulunduğu makama sağlanır kalırlar. Makam sahibi olmayanlara karşı yan gözle bakar, acaba makamımda gözü var mı diye. İnsanları üzdüğünün farkına bile varamaz böyleleri. Çünkü duyguları anlayamayacak kadar yabancılaşmıştır kendi meslektaşlarına. Biraz değer verirsem benden bir şey isteyebilir, ya da şımarır vehmiyle kendisine rakip gördüklerinden uzaklaştıkça uzaklaşır. Özellikle yöneticilik yapanların vazgeçemeyeceği tek kural iletişim dilidir. Bu dili kullanamayanlar, kullanmak istemeyenler gün geçtikçe yalnızlaşırlar. Bir müddet sonra yalnızlara oynarlar. Etrafındaki yağdanlıklar dolayısıyla yalnızlaştığının pek farkına varamaz. Farkına vardığı zaman da iş işten geçmiş olur artık. Çünkü incittiği insanların yeniden gönlüne giremez, tamir edemez. İletişim dilini kullananlar aynı zamanda halden de anlamalıdır. Halden anlamayan insanların, iletişim dilinde de başarılı ve verimli olması mümkün değildir. Bunun için makam sahibi olmaktan ziyade arif olması gerek. Arif olunca ona zaten tarife gerek yoktur. Çünkü yol bilir, yordam bilir.
Makam sahibi olmaktan ziyade gönüllerin sahibi olmak, gönüllerin sultanı olabilmektir asıl olan. Çünkü makamlar gelip geçicidir. Makam sahipleri aynı zamanda aile babasıdır. Bir camiayı temsil eder. At, sahibine göre kişner. Meslektaşlarına tepeden bakan, selamı esirgeyen, görünce hal hatır sormadan uzaklaşan insanların kafasında kendince oluşturduğu korku ve vehimler olsa gerek. Sağlıklı bir iletişim için mutlaka bu hastalıktan kurtulması gerekir. 24/11/2016
23 Kasım 2016 Çarşamba
Yaşasın dalkavukluk!
Padişahın biri, patlıcanı çok severmiş. Ne zaman;
‘Şu patlıcan musakkaya bir türlü doyamıyorum’ dese, dalkavuğu da;
‘Aman padişahım, siz söyleyince ağzımın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek’ dermiş. Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa;
‘Padişahım, şu imambayıldıyı icat edenin mekanı cennet olsun, nefis bir yemek. İnsan yemeye doyamıyor’ dermiş.
Padişah; karnıyarıktan, patlıcan dolmasından, kızartmasından, kebabından, patlıcan salatasından, turşusundan ve reçelinden söz ettikçe, dalkavuk da göklere çıkarırmış...
Gel zaman git zaman, padişah patlıcandan nefret etmiş. Sofraya değil yemeği, salatası, turşusu, tatlısı, patlıcanın (P) harfinin gelmesini bile yasaklamış.
‘Şu patlıcan musakkanın neresini beğenirler de yerler, bir türlü anlamıyorum’ dediğinde, dalkavuk da padişahın sözünü tamamlamış;
‘Aman padişahım, bu musakkanın yenilmesini yasaklamak lazım...’
Padişah, bir başka gün;
‘Bu insanlara hayret ediyorum. O kadar güzel salata çeşidi varken akşam yemeğinde tutup patlıcan salatası yiyorlar... Anlamak mümkün değil!’ dediğinde, dalkavuk sözünü kesercesine atılarak eklemiş:
‘Padişahım, bu insanlarda damak zevki diye bir şey yok. En iyisi, patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamalı... Adını bile duymaktan nefret ediyorum...’
Bu konuşmaları duyan biri dayanamamış ve padişahın olmadığı ortamda, dalkavuğa sormuş;
‘- Yahu! Sen bir zamanlar patlıcanı metheder ve adeta göklere çıkartırdın. Şimdi ise patlıcanı ve yemeklerini kötülüyorsun. Nasıl olur da bu kadar değişebilirsin hayret!..’
Dalkavuk da hemen yanıtlamış;
‘- Bana bak arkadaş... Bana bak... Ben patlıcanın değil, padişahın dalkavuğuyum. Anladın mı?...’
DİĞER DALKAVUKLAR
Fıkrayı okudunuz. Şimdi etrafa şöyle bir bakın. ‘Patlıcanın dalkavuğu’ fıkrasındaki insanlar ne kadar çok değil mi?
Çalıştığınız ortamda, iş dünyasında, siyasette o kadar çok ki... Özellikle, mali ve ekonomik konularda, çok var. İçlerinde ‘Zangoç ve Papaz’ fıkrasındaki gibi olanlar da var.
Bir mesleki kuruluşun temsilcisi ya da ticaret odası, sanayi odasının başkanı, bir milletvekili veya bakan ile konuşuyorsunuz. Bazı uygulamaları şiddetle eleştiriyor. Cari açık, işsizlik, kayıtdışı ekonomi, istihdam üzerindeki yükler, ithalattaki artış, ücretlinin, emeklinin, esnafın, işadamının sorunları, dolaylı vergiler, yüksek vergi oranları, yatırım indiriminin kaldırılmasındaki yanlışlık vs. vs... Konuştuğunda, mangalda kül bırakmıyor. Sonra... eleştirdiği konunun muhatabı ile biraraya geliyor. O da ne? Tam tersine konuşmaya başlıyor. Methiyeler düzüyor, eleştirdiği kişinin etrafında, adeta pervane oluyor. Nedeni belli... Kişisel hesapları var.
Boşuna yorulup da bu davranışlarının nedenini sormayın. Onlar, patlıcanın dalkavuğu değiller ki!
Not: Kamil BİLGİÇ'in paylaşımından alınmıştır.
‘Şu patlıcan musakkaya bir türlü doyamıyorum’ dese, dalkavuğu da;
‘Aman padişahım, siz söyleyince ağzımın suyu akıyor. Akşam olsa da yesek’ dermiş. Padişah imambayıldıdan söz edecek olsa;
‘Padişahım, şu imambayıldıyı icat edenin mekanı cennet olsun, nefis bir yemek. İnsan yemeye doyamıyor’ dermiş.
Padişah; karnıyarıktan, patlıcan dolmasından, kızartmasından, kebabından, patlıcan salatasından, turşusundan ve reçelinden söz ettikçe, dalkavuk da göklere çıkarırmış...
Gel zaman git zaman, padişah patlıcandan nefret etmiş. Sofraya değil yemeği, salatası, turşusu, tatlısı, patlıcanın (P) harfinin gelmesini bile yasaklamış.
‘Şu patlıcan musakkanın neresini beğenirler de yerler, bir türlü anlamıyorum’ dediğinde, dalkavuk da padişahın sözünü tamamlamış;
‘Aman padişahım, bu musakkanın yenilmesini yasaklamak lazım...’
Padişah, bir başka gün;
‘Bu insanlara hayret ediyorum. O kadar güzel salata çeşidi varken akşam yemeğinde tutup patlıcan salatası yiyorlar... Anlamak mümkün değil!’ dediğinde, dalkavuk sözünü kesercesine atılarak eklemiş:
‘Padişahım, bu insanlarda damak zevki diye bir şey yok. En iyisi, patlıcanın yetiştirilmesini yasaklamalı... Adını bile duymaktan nefret ediyorum...’
Bu konuşmaları duyan biri dayanamamış ve padişahın olmadığı ortamda, dalkavuğa sormuş;
‘- Yahu! Sen bir zamanlar patlıcanı metheder ve adeta göklere çıkartırdın. Şimdi ise patlıcanı ve yemeklerini kötülüyorsun. Nasıl olur da bu kadar değişebilirsin hayret!..’
Dalkavuk da hemen yanıtlamış;
‘- Bana bak arkadaş... Bana bak... Ben patlıcanın değil, padişahın dalkavuğuyum. Anladın mı?...’
DİĞER DALKAVUKLAR
Fıkrayı okudunuz. Şimdi etrafa şöyle bir bakın. ‘Patlıcanın dalkavuğu’ fıkrasındaki insanlar ne kadar çok değil mi?
Çalıştığınız ortamda, iş dünyasında, siyasette o kadar çok ki... Özellikle, mali ve ekonomik konularda, çok var. İçlerinde ‘Zangoç ve Papaz’ fıkrasındaki gibi olanlar da var.
Bir mesleki kuruluşun temsilcisi ya da ticaret odası, sanayi odasının başkanı, bir milletvekili veya bakan ile konuşuyorsunuz. Bazı uygulamaları şiddetle eleştiriyor. Cari açık, işsizlik, kayıtdışı ekonomi, istihdam üzerindeki yükler, ithalattaki artış, ücretlinin, emeklinin, esnafın, işadamının sorunları, dolaylı vergiler, yüksek vergi oranları, yatırım indiriminin kaldırılmasındaki yanlışlık vs. vs... Konuştuğunda, mangalda kül bırakmıyor. Sonra... eleştirdiği konunun muhatabı ile biraraya geliyor. O da ne? Tam tersine konuşmaya başlıyor. Methiyeler düzüyor, eleştirdiği kişinin etrafında, adeta pervane oluyor. Nedeni belli... Kişisel hesapları var.
Boşuna yorulup da bu davranışlarının nedenini sormayın. Onlar, patlıcanın dalkavuğu değiller ki!
Not: Kamil BİLGİÇ'in paylaşımından alınmıştır.
Her boş geçen ders boş değildir...
Devlet kurumlarında çalışan bir görevli işine
gelmediği zaman ne yapılır? Hiç düşündünüz mü?
Düşünmeye gerek yok. Onun görevini yanındaki bir başka eleman yapar.
Yapacak eleman yoksa gelen kimseye: “O işe bakan arkadaşımız
raporlu/izinli/sevkli, falan gün gelecek. O gün gelin size yardımcı olsun”
denir. O kurumla işi olan mecburen belirtilen gün gelip işini yaptırması
gerekir. İşi olacak vatandaş mağdur olur. O kadar.
Peki işine gelmeyen/gelemeyen öğretmen ise bu
durumda ne yapılır? O gün kaç saat dersi varsa dersi/dersleri boş geçer.
Normali nöbetçi öğretmenin doldurmasıdır. Ya gelmeyen o gün nöbetçi ise, ya da
nöbetçi olan öğretmenin boş dersi yoksa bu durumda ne yapılır? Okulun müdür
veya yardımcısı dersi doldurur. Müdür ya da yardımcının dersleri doldurma
imkanı yoksa öğrenci ya sınıfta bekletilir, ya bahçeye çıkarılır, ya da
inisiyatif alınarak evine gönderilir. Boş geçen dersler nöbetçi öğretmen ya da
idare tarafından doldurulsa da öğrenciye sınıfta sadece bekçilik yapılır. Boş
olan öğrenciyi tutmak, zapt etmek mümkün değildir. Öğrenci ya arkadaşıyla kavga
eder, ya biri hakkında şikayete gelir.
Nöbetçi öğretmen dersi doldurma yoluna gitse de ders işlenmediği için serbest çalışma yapan öğrencileri normal bir seviyede tutmak zor gerçekten. Dersi dolduran öğretmen için de bir eziyettir bu durum. Burada en mutlu kişi, dersi boş geçen öğrencilerdir. keyiflerine diyecek yoktur boş derste. Ne yapacaklarını şaşırırlar. Çünkü ardı arkasına işlenen derslerden sıkılmıştır iyice. Gelen fırsatı tepmez, içini döker.
Salı günü nöbetim esnasında 3.saati ders doldurma olarak vermişler. Sınıfıma gittim. Niyetim çarşamba günü bu sınıfa olan dersim TEOG sınavı dolayısıyla kaynayacak, dersimi işleyeyim şeklindeydi. Fakat bu mümkün olmadı. Çünkü mazereti dolayısıyla dersine gelemeyen öğretmen öğrencileri ödevlendirmiş. Öğrenciler benden izin istedi, tahtada alıştırma yapabilir miyiz diye. Olur dedim. Matematiği iyi olan bir öğrenci sıra ile öğrencileri tahtaya çağırdı. Gelen öğrenci sıradaki alıştırmayı yaptı. Yapana ve yapamayana artı koydu, çözemeyene yardımcı oldu. Ben bir taraftan ara ara meydana gelen uğultu dolayısıyla sınıfa müdahale ederken bir taraftan da tahtada soru çözen öğrencileri ve onlara rehberlik yapan öğrenciyi izledim.
Gıpta ettim öğrencilerin bu durumuna. Helal olsun dedim. Bir helal olsun da dersin öğretmenine. Çünkü gelemediği halde öğrencilerin dersi ne şekilde geçirmeleri gerektiği konusunda vazifelendirmiş. Hayatımda ilk defa böyle verimli geçen bir boş derse şahit oldum.
Tebrikler öğrenciler, tebrikler öğretmenim! Sorumlu öğrenci ve duyarlı öğretmen böyle olur. Allah sayılarınızı çoğaltsın!.. 23/11/2016
Nöbetçi öğretmen dersi doldurma yoluna gitse de ders işlenmediği için serbest çalışma yapan öğrencileri normal bir seviyede tutmak zor gerçekten. Dersi dolduran öğretmen için de bir eziyettir bu durum. Burada en mutlu kişi, dersi boş geçen öğrencilerdir. keyiflerine diyecek yoktur boş derste. Ne yapacaklarını şaşırırlar. Çünkü ardı arkasına işlenen derslerden sıkılmıştır iyice. Gelen fırsatı tepmez, içini döker.
Salı günü nöbetim esnasında 3.saati ders doldurma olarak vermişler. Sınıfıma gittim. Niyetim çarşamba günü bu sınıfa olan dersim TEOG sınavı dolayısıyla kaynayacak, dersimi işleyeyim şeklindeydi. Fakat bu mümkün olmadı. Çünkü mazereti dolayısıyla dersine gelemeyen öğretmen öğrencileri ödevlendirmiş. Öğrenciler benden izin istedi, tahtada alıştırma yapabilir miyiz diye. Olur dedim. Matematiği iyi olan bir öğrenci sıra ile öğrencileri tahtaya çağırdı. Gelen öğrenci sıradaki alıştırmayı yaptı. Yapana ve yapamayana artı koydu, çözemeyene yardımcı oldu. Ben bir taraftan ara ara meydana gelen uğultu dolayısıyla sınıfa müdahale ederken bir taraftan da tahtada soru çözen öğrencileri ve onlara rehberlik yapan öğrenciyi izledim.
Gıpta ettim öğrencilerin bu durumuna. Helal olsun dedim. Bir helal olsun da dersin öğretmenine. Çünkü gelemediği halde öğrencilerin dersi ne şekilde geçirmeleri gerektiği konusunda vazifelendirmiş. Hayatımda ilk defa böyle verimli geçen bir boş derse şahit oldum.
Tebrikler öğrenciler, tebrikler öğretmenim! Sorumlu öğrenci ve duyarlı öğretmen böyle olur. Allah sayılarınızı çoğaltsın!.. 23/11/2016
Akıl ve vahiy
Adana'da görev yaparken ders esnasında "Akıl ile vahiy çatışmaz, hatta örtüşür" şeklinde bir söz söylemiştim. Öğrencilerin garibine gitmiş olmalı ki, bu okulun Felsefe öğretmenine aktarmışlar sözümü. Felsefe öğretmenimiz yanıma geldi: "Hocam nasıl böyle bir şey söylersin, Allah bir şey söyler, insanlarsa farklı farklı şeyler söyler, akıl ile vahiy çelişir, görüşüne katılmıyorum" dedi. Kendisine, "insanlar hiçbir şeyden etkilenmeden salt akıllarıyla konuşsa vahiy ile aynı çizgide yürür, fakat birbirini destekler. Aklımızla konuştuğumuzu sandığımız bugün çoğumuz bazen midemizin, bazen nefsimizin, bazen menfaatlerimizin esiri olur, karnımızdan konuşuruz. Bu durumda akıl ve mantığa uygun hareket etmeyiz. Sadece işimize öyle geldiği için o şekilde konuşur ve davranırız" içerikli bir açıklama yapınca "Şimdi oldu" dedi, anlaştık.
"Aklın yolu birdir" atasözümüzü yabana atmamak lazım. Allah yüce kitabımızda sürekli aklı kullanmamızı vurgular, hatta "Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır" buyurmaktadır Yunus süresinde. Bir çok ayetin sonunda "hala aklınızı kullanmayacak mısınız?" şeklinde uyarılar yine Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir. İtikatta mezhep imamımız Maturidi, 'husn ve kubuh' konusunda "Bir şey iyi ve güzel olduğu için Allah onu yapmamızı, bir şey çirkin olduğu için onu terk etmemizi emreder" demektedir. Ünlü hukukçu ve siyaset bilimci İmam Mâverdî’nin bin yıl önce “Akılların bir araya gelip de çözemeyeceği hiçbir mesele yok” şeklinde ifade etmiştir aklın önemine işaret etmek için. Aslında insanlar, diğer canlılardan bizi ayırt eden aklı düzgün bir şekilde kullansınlar, çözemeyecekleri bir şey yoktur. Yeter ki başka bir hesapları olmasın. Amaç doğruyu, iyiyi, güzeli, adaleti ...tesis etmek olsun. Hiçbir hesap kitap yapmadan yanlışı çözmek için insanlar bir araya gelse bu dünyada kötülük namına bir şey kalmaz.
Yeryüzünde akan kan ve gözyaşları aklımızı; kötü yolda, kötü emellerimize alet etmemizdendir. Rabbim, aklımıza mukayyet olsun, aklımızı başımıza getirsin. Hiçbir canlıda olmayan, insana özel bu nimeti yerinde, zamanında doğru bir şekilde kullanmayı nasip etsin. 23/11/2016
"Aklın yolu birdir" atasözümüzü yabana atmamak lazım. Allah yüce kitabımızda sürekli aklı kullanmamızı vurgular, hatta "Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır" buyurmaktadır Yunus süresinde. Bir çok ayetin sonunda "hala aklınızı kullanmayacak mısınız?" şeklinde uyarılar yine Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir. İtikatta mezhep imamımız Maturidi, 'husn ve kubuh' konusunda "Bir şey iyi ve güzel olduğu için Allah onu yapmamızı, bir şey çirkin olduğu için onu terk etmemizi emreder" demektedir. Ünlü hukukçu ve siyaset bilimci İmam Mâverdî’nin bin yıl önce “Akılların bir araya gelip de çözemeyeceği hiçbir mesele yok” şeklinde ifade etmiştir aklın önemine işaret etmek için. Aslında insanlar, diğer canlılardan bizi ayırt eden aklı düzgün bir şekilde kullansınlar, çözemeyecekleri bir şey yoktur. Yeter ki başka bir hesapları olmasın. Amaç doğruyu, iyiyi, güzeli, adaleti ...tesis etmek olsun. Hiçbir hesap kitap yapmadan yanlışı çözmek için insanlar bir araya gelse bu dünyada kötülük namına bir şey kalmaz.
Yeryüzünde akan kan ve gözyaşları aklımızı; kötü yolda, kötü emellerimize alet etmemizdendir. Rabbim, aklımıza mukayyet olsun, aklımızı başımıza getirsin. Hiçbir canlıda olmayan, insana özel bu nimeti yerinde, zamanında doğru bir şekilde kullanmayı nasip etsin. 23/11/2016
Kışta kıyamette taşınma
1991 yılında fakülteyi bitirince öğretmen olarak
atanabilmek için girdiğim sınavdan yedeklerden bir sıra bulabildim kendime. Atanacaktım
ama. Ne zaman? Beklemeye tahammülüm yoktu. Zira fakülte
2.sınıfta iken evlenmiş, okul bittiği zaman hane sayım 5 olmuş ve çoluk çocuk
ekmek beklerdi evde.
Vekil öğretmenliğe müracaat ettim. Konya'ya 70 km
uzaklıktaki Kemerli Kolça'da göreve başladım. Asaleten atanamamıştım ama uzun
bir unvanım vardı: Müdür yetkili vekil öğretmen. Tek odalı birleştirilmiş bir
okulda; okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni, hem de müdürü oldum. Yaz
boyunca kırılan camların ölçüsünü alıp hafta sonu gittiğim Konya'dan ölçüye
göre cam kestirip kendim taktım. Teknisyenliğim de fena değilmiş hani. Kendi
kendime gıpta ettim. Sobayı yakmak ve külünü almak da zor değilmiş meğer. Yeter
ki iş başa düşsün. Kırık camdan giren kuşların tünediği soba borularındaki
kurumuş doğal gübreyi temizlemek ve geçen yıldan beri temizlenmeyen boruların
isini temizleme konusundaki maharetim de görülmeye değerdi bu arada.
İşin zor kısmı bitti, derse başlayalım derken turpun
büyüğünün heybede olduğunu anlamam uzun sürmedi. En zoru öğretmenlikmiş meğer.
Çünkü önümdeki öğrenciler ilkokul çocuğu. . . Seviyelerine inebilmek,
branşımın olmadığı bir alanda ders verebilmek. Üstelik her sınıf
seviyesinden öğrenciye aynı sınıfta ders vermek...
Dört ay müdür yetkili vekil öğretmenlik yaptıktan sonra Şubat
ayında Gaziantep Nizip İHL'de İHL Meslek Dersleri Öğretmeni olarak
asaleten göreve başladım. Sıra geldi eşya taşımaya. Güneysınır'dan bir kamyon
buldum. O da ne! İkizlerimden biri hastalandığı için hastaneye
yatırıldı. Eşim başında refakatçi idi. Eşya taşımak için 7 aylık çocuğun
başına refakatçi olarak kayın valideyi koyarak eşimi hastaneden aldım. 30-40
santim yağan kardan sonra meydana gelen dona aldırmadan toparlanmayan eşyamızı
kamyona yüklemeye gittik. Kimimiz kamyonla kimimiz de Aksaray otobüsüyle okulun
lojmanında buluştuk. Şoför, amca oğlum, kayın peder ve eşimin eline
ne geçtiyse kamyona doldurduk. Gaziantep'e gitmek için yola çıktık. Eşim ve kayınpeder
Konya'ya geri dönmek için Aksaray istikametine gitmekte olan otobüse bindiler,
akşamın ayazında yolda beklerken donmamak için.
Aksaray'a yaklaşırken yolda bekleyen sıra sıra araçları
görünce kaptana sordum, bu araçlar niye duruyor diye. "Yakıtları
donmuştur. Deponun altında piknik tüpü yakmışlar" deyince mazot
donar mı diyerek hayretimi ifade ettim. Yavaş yavaş Aksaray'a girdik.
"Hocam, bizim yakıtta donmak üzere, bir otel bulup burada
kalalım" dedi. Geceyi 'Özeller' tesislerinde geçirdikten sonra
sabahın köründe yola koyulduk. Kağnıdan biraz hızlıcaydı gidişimiz. Kışta, kıyamette
buna da şükür. Akşam ezanları okunduğu zaman Nurdağı'ndaydık. Şoföre,
akşam namazını kılmak için biraz mola verelim dedim. "Namaz
kılmam ama namaz kılanları severim, az sonra" dedi.
"Az sonra, az sonra" derken "Ağabey! Namaz
geçecek" der demez gördüğü ilk petrol istasyonuna kırdı arabayı.
"Çukur. . . " dememle beraber frene bastı şoför. Sendelemeyle
birlikte alnımı da vurmuşum arabaya. Arabanın sağ ön tekeri daha önce
açılmış bir çukura girmişti. Şoför mahallinden indik. Arabaya bir baktık.
Arabanın ne ön ön, ne de arka arka çıkması mümkündü. Yolda denetleme
yapan trafik polisinin yanına vardım, arabayı bir çektirelim diye. "En
yakın çekici Maraş'tan gelir. Buraya 50 km. Üstelik geç gelir,
aynı zamanda size pahalıya patlar. Buradan bir araç bulup gerisin geriye
çektir. Yalnız bulacağın araç ağır olsun. Çünkü çekmede zorlanırsa arabanız
çukura yuvarlanır" dedi. Yol işlek. Araba bulsak da akan trafikten
çektiremeyiz dedim. "Siz arabayı ayarlayın, ben şeridin birini
kapatırım" dedi. Biz ağır bir vasıta ararken bir kaç kişi traktörünü
getirdi, çekelim diye. Gelen amatör çekiciler hem hafif hem de yüksek
ücret istiyorlardı. Ne yapalım diye beklerken kereste yüklü bir kamyon geldi.
Arka arka çekiverdi, üstelik meccanen yapıverdi bu işi.
Uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştuk. Bu arada yatsı ezanı
çoktan okunmuştu. Yol boyunca ben namaz kılarken bekleyen partnerlerim de
abdest almak için kollarını sıvadı. Birlikte akşam ve yatsıyı cemettik.
Namazdan sonra tesisin lokantasında karnımızı doyurduk. Yemek parasını vermek
için yarıştık. Hepimiz cömertleştik. Zira büyük bir kaza atlatmıştık. Belki de
önceden yaptığımız az sadaka büyük bir kazayı def'etmişti. Üstelik daha yolumuz
bitmemişti.
Yola koyulduk tekrar. 23.00 sularında Nizip'e vardık.
Gecenin bir yarısına kadar eşyaların bir kısmını çektik yukarı. Geri kalan
kısmını sabah gündüz gözüyle çekelim diyerek arabanın üzerinde bıraktık.
Güç bela sobayı kurduk, ateşledik. Üzerine yorgan, battaniye alan aynı odanın
içinde boş bulduğu bir yere kıvrıldı. Bir gün öncesi kar ve ayaz ortamında eşya
taşıma, bir gün boyunca da kamyonla yolculuk, yolda kaza geçirme ve eşyanın bir
kısmını çektikten sonra yorgunluktan mışıl mışıl uyumuşuz. Arka arkasına
çalan bir sese uyandık. Çalan zil sesiydi. Kim çalabilirdi ki? Kimseyi biz,
kimse de bizi tanımıyordu. Birbirimize baktık. Kalkmaya da takatimiz yoktu.
Yabancısı olduğum evin ev sahibi olarak bana "Zil çalıyor, baksana"
dediler. Pencereden baktım. Kapının önünde kimse yoktu. İn-s- midir, cin midir
dedim. Zil çaldıkça çalıyordu, hem de kafamızı zonglatırcasına. Aşağıya kadar
indim korka korka. Yine kimse yoktu. Zil hala çalıyordu. Üstelik orta yerde
zilin düğmesi de yoktu. Yukarı çıktım, tekrar indim. Nihayet zili buldum.
Sıvanın içinde birbirine değen zilin telleri sanki bize 'Hoş geldin' şarkısı
söylüyordu. Teli ayırınca dünya varmış dedim. Hele şükür derken yerlerin ve
arabamızın üstünün beyaza büründüğünü gördüm. 20 yıldır yağmayan kar yağmıştı
Nizip'e. Bereket dedikleri bu olsa gerek. Konya'da pişen Nizip'e de düşmüştü.
Kalan eşyalarımızı da evin içine attık üstün körü.
Şoför ve yanımda bana refakat eden amca oğlumu Konya'ya
uğurladıktan sonra ertesi gün okula başlayacağım. Fakat varınca aramayayım diye
ayırdığım elbiselerim eşimin elindeki valizde Konya'da geri gitmişti. Nizip
kapalı çarşısında Haydar Amca ile tanıştım. Ondan istediğim gibi olmasa da dar
kesim siyah bir pantolon aldım. Ertesi günü onu giyerek okulun yolunu tuttum.
İlk dersime girdim. Tir tir titriyorum. Hayatım boyunca hiç öyle heyecan
yaşamamıştım.
Çocuğumun birinin hastanede olması, mevsimin kış olması
nedeniyle eşim Konya'da, bense görev yerimde öğretmenlik yapmaya başladım. Bir
gün, iki gün, üç gün derken okula ve öğretmenliğe ısınmaya başladım. Fakat evi
otel gibi kullanıyorum. Yemek yok. Peynir, zeytin benim değişmez ana menüm oldu
her gün. Sabahleyin kalkma sorunum da var. Çünkü avrat yok, akıl yok
misali. Bir gün kalktım, okula gecikmişim. Hızlı bir şekilde eldeki mevcut ve
tek pantolonumu giydim, koşar adım okula vardım ilk derse girdim. Tahtada ders
işlemeye başladım. Öğrencinin biri yanıma geldi kulağıma bir şey fısıldadı.
Anlamadım. Bir daha tekrarlamasını söyledim. Tekrarladı ama nafile. Yine
anlayamadım. Nihayet üçüncü söyleyişinde anlayabildim. Meğersem öğrenci
"Fermuarın açık hocam" diyormuş. Yönümü tahtaya dönerek hızlıca
fermuarımı kapattım. Başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki. Çiçeği burnundaki
öğretmenliğimin ilk günlerinde yaşadığım heyecana, mahcubiyet ve utanma da
eklendi böylece. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Dilim lal oldu. Ne diyeceğimi
de şaşırdım. O dersten sonra o öğrenciyi gördükçe, o sınıfa derse gittikçe
o mahcubiyeti hissettim. Yine o sınıfa derse girmeden önce kapalı
fermuarımı tekrar tekrar kontrol ettim hep.
Öğretmenliğimin 25.yılını çalışıyorum. Unutmak için içime
gömmüştüm. Unutmuştum da. Ne zaman ki "Öğretmenlikte unutamadıkları
anıları paylaşma" konusu gündeme gelince öğretmenliğimin ilk günlerindeki
yaşadığım, bir daha hatırlamamak için içime attığım bu anım depreşti. 06/11/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)