23 Kasım 2016 Çarşamba

Her boş geçen ders boş değildir...


Devlet kurumlarında çalışan bir görevli işine gelmediği zaman ne yapılır? Hiç düşündünüz mü?  Düşünmeye gerek yok. Onun görevini yanındaki bir başka eleman yapar. Yapacak eleman yoksa gelen kimseye: “O işe bakan arkadaşımız raporlu/izinli/sevkli, falan gün gelecek. O gün gelin size yardımcı olsun” denir. O kurumla işi olan mecburen belirtilen gün gelip işini yaptırması gerekir. İşi olacak vatandaş mağdur olur. O kadar.

Peki işine gelmeyen/gelemeyen öğretmen ise bu durumda ne yapılır? O gün kaç saat dersi varsa dersi/dersleri boş geçer. Normali nöbetçi öğretmenin doldurmasıdır. Ya gelmeyen o gün nöbetçi ise, ya da nöbetçi olan öğretmenin boş dersi yoksa bu durumda ne yapılır? Okulun müdür veya yardımcısı dersi doldurur. Müdür ya da yardımcının dersleri doldurma imkanı yoksa öğrenci ya sınıfta bekletilir, ya bahçeye çıkarılır, ya da inisiyatif alınarak evine gönderilir. Boş geçen dersler nöbetçi öğretmen ya da idare tarafından doldurulsa da öğrenciye sınıfta sadece bekçilik yapılır. Boş olan öğrenciyi tutmak, zapt etmek mümkün değildir. Öğrenci ya arkadaşıyla kavga eder, ya biri hakkında şikayete gelir.

Nöbetçi öğretmen dersi doldurma yoluna gitse de ders işlenmediği için serbest çalışma yapan öğrencileri normal bir seviyede tutmak zor gerçekten. Dersi dolduran öğretmen için de bir eziyettir bu durum. Burada en mutlu kişi, dersi boş geçen öğrencilerdir. keyiflerine diyecek yoktur boş derste. Ne yapacaklarını şaşırırlar. Çünkü ardı arkasına işlenen derslerden sıkılmıştır iyice. Gelen fırsatı tepmez, içini döker.

Salı günü nöbetim esnasında 3.saati ders doldurma olarak vermişler. Sınıfıma gittim. Niyetim çarşamba günü bu sınıfa olan dersim TEOG sınavı dolayısıyla kaynayacak, dersimi işleyeyim şeklindeydi. Fakat bu mümkün olmadı. Çünkü mazereti dolayısıyla dersine gelemeyen öğretmen öğrencileri ödevlendirmiş. Öğrenciler benden izin istedi, tahtada alıştırma yapabilir miyiz diye. Olur dedim.  Matematiği iyi olan bir öğrenci sıra ile öğrencileri tahtaya çağırdı. Gelen öğrenci sıradaki alıştırmayı yaptı. Yapana ve yapamayana artı koydu, çözemeyene yardımcı oldu. Ben bir taraftan ara ara meydana gelen uğultu dolayısıyla sınıfa müdahale ederken bir taraftan da tahtada soru çözen öğrencileri ve onlara rehberlik yapan öğrenciyi izledim. 

Gıpta ettim öğrencilerin bu durumuna. Helal olsun dedim. Bir helal olsun da dersin öğretmenine. Çünkü gelemediği halde öğrencilerin dersi ne şekilde geçirmeleri gerektiği konusunda vazifelendirmiş. Hayatımda ilk defa böyle verimli geçen bir boş derse şahit oldum. 

Tebrikler öğrenciler, tebrikler öğretmenim! Sorumlu öğrenci ve duyarlı öğretmen böyle olur. Allah sayılarınızı çoğaltsın!.. 23/11/2016

Akıl ve vahiy

Adana'da görev yaparken ders esnasında "Akıl ile vahiy çatışmaz, hatta örtüşür" şeklinde bir söz söylemiştim. Öğrencilerin garibine gitmiş olmalı ki, bu okulun Felsefe öğretmenine aktarmışlar sözümü. Felsefe öğretmenimiz yanıma geldi: "Hocam nasıl böyle bir şey söylersin, Allah bir şey söyler, insanlarsa farklı farklı şeyler söyler, akıl ile vahiy çelişir, görüşüne katılmıyorum" dedi. Kendisine, "insanlar hiçbir şeyden etkilenmeden salt akıllarıyla konuşsa vahiy ile aynı çizgide yürür, fakat birbirini destekler. Aklımızla konuştuğumuzu sandığımız bugün çoğumuz bazen midemizin, bazen nefsimizin, bazen menfaatlerimizin esiri olur, karnımızdan konuşuruz. Bu durumda akıl ve mantığa uygun hareket etmeyiz. Sadece işimize öyle geldiği için o şekilde konuşur ve davranırız" içerikli bir açıklama yapınca "Şimdi oldu" dedi, anlaştık. 

"Aklın yolu birdir" atasözümüzü yabana atmamak lazım. Allah yüce kitabımızda sürekli aklı kullanmamızı vurgular, hatta "Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır" buyurmaktadır Yunus süresinde. Bir çok ayetin sonunda "hala aklınızı kullanmayacak mısınız?" şeklinde uyarılar yine Kur'an-ı Kerim'de ifade edilmektedir. İtikatta mezhep imamımız Maturidi, 'husn ve kubuh' konusunda "Bir şey iyi ve güzel olduğu için Allah onu yapmamızı, bir şey çirkin olduğu için onu terk etmemizi emreder" demektedir. Ünlü hukukçu ve siyaset bilimci İmam Mâverdî’nin bin yıl önce “Akılların bir araya gelip de çözemeyeceği hiçbir mesele yok” şeklinde ifade etmiştir aklın önemine işaret etmek için. Aslında insanlar, diğer canlılardan bizi ayırt eden aklı düzgün bir şekilde kullansınlar, çözemeyecekleri bir şey yoktur. Yeter ki başka bir hesapları olmasın. Amaç doğruyu, iyiyi, güzeli, adaleti ...tesis etmek olsun. Hiçbir hesap kitap yapmadan yanlışı çözmek için insanlar bir araya gelse bu dünyada kötülük namına bir şey kalmaz. 

Yeryüzünde akan kan ve gözyaşları aklımızı; kötü yolda, kötü emellerimize alet etmemizdendir. Rabbim, aklımıza mukayyet olsun, aklımızı başımıza getirsin. Hiçbir canlıda olmayan, insana özel bu nimeti yerinde, zamanında doğru bir şekilde kullanmayı nasip etsin. 23/11/2016 

Kışta kıyamette taşınma

1991 yılında fakülteyi bitirince öğretmen olarak atanabilmek için girdiğim sınavdan yedeklerden bir sıra bulabildim kendime. Atanacaktım  ama.  Ne zaman?  Beklemeye tahammülüm yoktu. Zira fakülte 2.sınıfta iken evlenmiş, okul bittiği zaman hane sayım 5 olmuş ve çoluk çocuk ekmek beklerdi evde.

Vekil öğretmenliğe müracaat ettim. Konya'ya 70 km uzaklıktaki Kemerli Kolça'da göreve başladım. Asaleten atanamamıştım ama uzun bir unvanım vardı: Müdür yetkili vekil öğretmen. Tek odalı birleştirilmiş bir okulda; okulun hem hizmetlisi, hem öğretmeni,  hem de müdürü oldum. Yaz boyunca kırılan camların ölçüsünü alıp hafta sonu gittiğim Konya'dan ölçüye göre cam kestirip kendim taktım. Teknisyenliğim de fena değilmiş hani. Kendi kendime gıpta ettim. Sobayı yakmak ve külünü almak da zor değilmiş meğer. Yeter ki iş başa düşsün. Kırık camdan giren kuşların tünediği soba borularındaki kurumuş doğal gübreyi temizlemek ve geçen yıldan beri temizlenmeyen boruların isini temizleme konusundaki maharetim de görülmeye değerdi bu arada.

İşin zor kısmı bitti,  derse başlayalım derken turpun büyüğünün heybede olduğunu anlamam uzun sürmedi. En zoru öğretmenlikmiş meğer. Çünkü önümdeki öğrenciler ilkokul çocuğu. . . Seviyelerine inebilmek,  branşımın olmadığı bir alanda ders verebilmek. Üstelik her sınıf seviyesinden öğrenciye aynı sınıfta ders vermek...

Dört ay müdür yetkili vekil öğretmenlik yaptıktan sonra Şubat ayında Gaziantep Nizip İHL'de İHL Meslek  Dersleri Öğretmeni olarak asaleten göreve başladım. Sıra geldi eşya taşımaya. Güneysınır'dan bir kamyon buldum.  O da ne!  İkizlerimden biri hastalandığı için hastaneye yatırıldı. Eşim başında refakatçi idi. Eşya taşımak için  7 aylık çocuğun başına refakatçi olarak kayın valideyi koyarak eşimi hastaneden aldım. 30-40 santim yağan kardan sonra meydana gelen dona aldırmadan toparlanmayan eşyamızı kamyona yüklemeye gittik. Kimimiz kamyonla kimimiz de Aksaray otobüsüyle okulun lojmanında buluştuk. Şoför,  amca oğlum,  kayın peder ve eşimin eline ne geçtiyse kamyona doldurduk. Gaziantep'e gitmek için yola çıktık. Eşim ve kayınpeder Konya'ya geri dönmek için Aksaray istikametine gitmekte olan otobüse bindiler, akşamın ayazında yolda beklerken donmamak için.

Aksaray'a yaklaşırken yolda bekleyen sıra sıra araçları görünce kaptana sordum, bu araçlar niye duruyor diye. "Yakıtları donmuştur.  Deponun altında piknik tüpü yakmışlar" deyince mazot donar mı diyerek hayretimi ifade ettim. Yavaş yavaş Aksaray'a girdik. "Hocam,  bizim yakıtta donmak üzere, bir otel bulup burada kalalım" dedi. Geceyi 'Özeller'  tesislerinde geçirdikten sonra sabahın köründe yola koyulduk. Kağnıdan biraz hızlıcaydı gidişimiz. Kışta, kıyamette buna da şükür. Akşam ezanları okunduğu zaman Nurdağı'ndaydık. Şoföre,  akşam namazını kılmak için biraz  mola verelim dedim. "Namaz kılmam  ama namaz kılanları severim,  az sonra"  dedi. "Az sonra,  az sonra"  derken "Ağabey! Namaz geçecek" der demez gördüğü ilk petrol istasyonuna kırdı arabayı. "Çukur. . . " dememle beraber frene bastı şoför. Sendelemeyle birlikte alnımı da vurmuşum arabaya.  Arabanın sağ ön tekeri daha önce açılmış bir çukura girmişti. Şoför mahallinden  indik. Arabaya bir baktık.  Arabanın ne ön ön, ne de arka arka çıkması mümkündü. Yolda denetleme yapan trafik polisinin yanına vardım, arabayı bir çektirelim diye. "En yakın çekici  Maraş'tan gelir.  Buraya 50 km. Üstelik geç gelir,  aynı zamanda size pahalıya patlar. Buradan bir araç bulup gerisin geriye çektir. Yalnız bulacağın araç ağır olsun. Çünkü çekmede zorlanırsa arabanız çukura yuvarlanır" dedi.  Yol işlek. Araba bulsak da akan trafikten çektiremeyiz dedim. "Siz arabayı ayarlayın,  ben şeridin birini kapatırım" dedi. Biz ağır  bir vasıta ararken bir kaç kişi traktörünü getirdi,  çekelim diye. Gelen amatör çekiciler hem hafif hem de yüksek ücret istiyorlardı. Ne yapalım diye beklerken kereste yüklü bir kamyon geldi. Arka arka çekiverdi, üstelik meccanen yapıverdi bu işi.

Uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştuk. Bu arada yatsı ezanı çoktan okunmuştu. Yol boyunca ben namaz kılarken bekleyen partnerlerim de abdest almak için kollarını sıvadı. Birlikte akşam ve yatsıyı cemettik. Namazdan sonra tesisin lokantasında karnımızı doyurduk. Yemek parasını vermek için yarıştık. Hepimiz cömertleştik. Zira büyük bir kaza atlatmıştık. Belki de önceden yaptığımız az sadaka büyük bir kazayı def'etmişti. Üstelik daha yolumuz bitmemişti.

Yola koyulduk tekrar. 23.00 sularında Nizip'e vardık. Gecenin bir yarısına kadar eşyaların bir kısmını çektik yukarı. Geri kalan kısmını sabah gündüz gözüyle çekelim diyerek  arabanın üzerinde bıraktık. Güç bela sobayı kurduk, ateşledik. Üzerine yorgan, battaniye alan aynı odanın içinde boş bulduğu bir yere kıvrıldı. Bir gün öncesi kar ve ayaz ortamında eşya taşıma, bir gün boyunca da kamyonla yolculuk, yolda kaza geçirme ve eşyanın bir kısmını çektikten sonra yorgunluktan mışıl mışıl uyumuşuz.  Arka arkasına çalan bir sese uyandık. Çalan zil sesiydi. Kim çalabilirdi ki? Kimseyi biz, kimse de bizi tanımıyordu. Birbirimize baktık. Kalkmaya da takatimiz yoktu. Yabancısı olduğum evin ev sahibi olarak bana "Zil çalıyor, baksana" dediler. Pencereden baktım. Kapının önünde kimse yoktu. İn-s- midir, cin midir dedim. Zil çaldıkça çalıyordu, hem de kafamızı zonglatırcasına. Aşağıya kadar indim korka korka. Yine kimse yoktu. Zil hala çalıyordu. Üstelik orta yerde zilin düğmesi de yoktu. Yukarı çıktım, tekrar indim. Nihayet zili buldum. Sıvanın içinde birbirine değen zilin telleri sanki bize 'Hoş geldin' şarkısı söylüyordu. Teli ayırınca dünya varmış dedim. Hele şükür derken yerlerin ve arabamızın üstünün beyaza büründüğünü gördüm. 20 yıldır yağmayan kar yağmıştı Nizip'e. Bereket dedikleri bu olsa gerek. Konya'da pişen Nizip'e de düşmüştü. Kalan eşyalarımızı da evin içine attık üstün körü.

Şoför ve yanımda bana refakat eden amca oğlumu Konya'ya uğurladıktan sonra ertesi gün okula başlayacağım. Fakat varınca aramayayım diye ayırdığım elbiselerim eşimin elindeki valizde Konya'da geri gitmişti. Nizip kapalı çarşısında Haydar Amca ile tanıştım. Ondan istediğim gibi olmasa da dar kesim siyah bir pantolon aldım. Ertesi günü onu giyerek okulun yolunu tuttum. İlk dersime girdim. Tir tir titriyorum. Hayatım boyunca hiç öyle heyecan yaşamamıştım.

Çocuğumun birinin hastanede olması, mevsimin kış olması nedeniyle eşim Konya'da, bense görev yerimde öğretmenlik yapmaya başladım. Bir gün, iki gün, üç gün derken okula ve öğretmenliğe ısınmaya başladım. Fakat evi otel gibi kullanıyorum. Yemek yok. Peynir, zeytin benim değişmez ana menüm oldu her gün.  Sabahleyin kalkma sorunum da var. Çünkü avrat yok, akıl yok misali. Bir gün kalktım, okula gecikmişim. Hızlı bir şekilde eldeki mevcut ve tek pantolonumu giydim, koşar adım okula vardım ilk derse girdim. Tahtada ders işlemeye başladım. Öğrencinin biri yanıma geldi kulağıma bir şey fısıldadı. Anlamadım. Bir daha tekrarlamasını söyledim. Tekrarladı ama nafile. Yine anlayamadım. Nihayet üçüncü söyleyişinde  anlayabildim. Meğersem öğrenci "Fermuarın açık hocam" diyormuş. Yönümü tahtaya dönerek hızlıca fermuarımı kapattım. Başımdan kaynar sular dökülmüştü sanki. Çiçeği burnundaki öğretmenliğimin ilk günlerinde yaşadığım heyecana, mahcubiyet ve utanma da eklendi böylece. Kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu. Dilim lal oldu. Ne diyeceğimi de şaşırdım. O dersten sonra o öğrenciyi gördükçe, o sınıfa derse gittikçe  o mahcubiyeti hissettim. Yine o sınıfa derse girmeden önce  kapalı fermuarımı tekrar tekrar kontrol ettim hep.

Öğretmenliğimin 25.yılını çalışıyorum. Unutmak için içime gömmüştüm. Unutmuştum da. Ne zaman ki  "Öğretmenlikte unutamadıkları anıları paylaşma" konusu gündeme gelince öğretmenliğimin ilk günlerindeki yaşadığım, bir daha hatırlamamak için içime attığım bu anım depreşti.  06/11/2016


Eften püften bahanelerle ayrılma isteği

Aile kavramımız yok oluyor, boşanan boşanana. Bin bir umutlarla yapılan evlilikler eften püften bahanelerle yıkılıyor. Bu hızla giderse orta yerde sağlam bir aile de kalmayacağı gibi aile kavramı da kalmayacak.

Son yıllarda boşanmalarda hızla bir artış var. Yeni evlenip ayrılanların yanında eski evlilikler de çatırdıyor. Toplum olarak sadece seyrediyoruz.  Birileri aileyi korumak amacıyla sorumluluk alıp araya girmeye kalksa bile kimse aracıyı dinlemiyor. Sen ne karışıyorsun der gibi yüzüne bakıyor. Tarafların anne ve babası araya girip evliliği kurtarma yoluna gideceği yerde "Ne zaman boşanma davası açacaksın kızıma" bile diyebiliyor artık. Nereye varacak bu gidişin sonu?

Ayrılmalarda olan da yarının anne ve babası olacak olan orta yerde kalan çocuklara oluyor. Kimi annenin velayetinde kalıyor, baba görmek isterse misafir gibi haftalık veya iki haftada bir çocuğunu görmek istiyor. Kimi babaanne, kimi anne annenin yanında kalıyor. Kimse kabul etmezse devletin korumasına veriliyor. Çocuk nerede kalırsa kalsın, ne kadar imkanları yerinde olursa olsun, bir dediği iki edilmese bile; çocuk bir eksiklik hissediyor. Hem de doldurulmayacak bir eksiklik: Sevgi, şefkat eksikliği...

Bugün tüm Türkiye'de TEOG sınavları dolayısıyla sınav görevi verilmediğinden erkenden okula gidip eve geldim. TV'yi bir açtım. Bir sunucu canlı yayında, sahnesine aldığı iki uzman konuğuyla birlikte gelen telefonlara cevap veriyorlar. Canlı bağlanan bir izleyici, "Eşinden ayrılmak istediğini" ifade etmeye çalışıyordu. Uzman ayrılmak isteme gerekçesini sorunca: "Eşim bana ve aldıklarıma yardımcı olmuyor, benim aldığım mamayı, bezi beğenmiyor, sürekli başka marka bez ve mamaları önerip bana baskı yapıyor, falan markayı niye almadın diyerek ucuz fiyatlı bezleri almamı istiyor" dedi. İkinci telefonu açan: "Eşimle ayrılmak istiyorum, çünkü iletişimimiz yok, benimle yeterince ilgilenip konuşmuyor, çocuklarına yarım saat vakit ayırmıyor, başkalarıyla konuştuğu gibi benimle konuşmuyor..." diyor. Uzmanların açıklamasını dinledim. Bereket uzmanlar yangına körükle gitmiyor: "Şöyle şöyle yolları deneyin" şeklinde cevaplar veriyorlar. Üçüncü bir arayan: "35 yaşına geldiği halde evlenemeyen görümcesi olduğunu, ilk görüşmeden sonra ikinci defa taliplileri ile görüşmek istemediğini, bunun için ne yapılabilir" şeklinde bir talepte bulunuyordu. Fesüphanallah! Ne günlere kaldık dedim, kapattım TV'yi.

Program evde kalıp TV izleyen bayanlara yol gösteriyor anlaşılan. İçerik de ayrılmak isteyenlere yol göstermek. Bu programı izleyen, böyle basit gerekçelerle ayrılma isteklerini görünce herhalde: "Senin derdin dert midir, benim derdin yanında" diyerek soluğu adliye koridorlarına alması kadar doğal bir şey yok. Çünkü bu tür programlar hazırında "Eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmek" demektir. Programı yapan yapıyor, çıkan uzman çıkıyor, programa canlı olarak telefonla bağlanan bağlanıyor dedim kendi kendime. 80'lerdeki televizyonların yayına başlaması daha iyiymiş. Saat 18.00'den itibaren yayına başlar, tüm aileye hitap ederdi. 24 saat yayın yapacağız diyen kanallar ne tür programlar yapacağız diye şaşırıyorlar. Hiç iyi niyet göremedim bu tür programlarda. Öğleden önce boşanma programları, akşama doğru da -bir zamanlar vardı, sanırım yine devam ediyordur- evlilik programları. Zehir saçıyor bunlar. beyinleri yıkıyor, kişilerde ve toplumda algılar oluşturuyor. Evliliklerin ne zorluklarla kurulduğunu, ne masraflar edildiği, doğan çocukların gelecekte ne olacağı, ne tür zarar ve sakıncaları olacağı üzerinde durulmuyor.

Birçoğumuzun ebeveyni belki okumamıştı ama taraflar her zorluğa göğüs gererek evliliklerini devam ettirmişlerdi.  En ufak bir sorunda çat kapı terk edilse idi, soluğu mahkemelerde alsalardı evli insan kalmazdı. Helal olsun onlara.

Evlilik bir defa çocuk oyuncağı değil, verilen bir ahittir. İyi günde ve kötü günde zorlukları beraber aşmadır. Sabır işidir bir defa. TV'ye bağlanarak problem çözülmez. Herkesin aklını başına alması, birbirine tahammül etmesiyle yürür bu tür evlilikler. Sadece tek taraflı fedakarlıkla yürümez. Taraflar karar vermeden önce bin düşünüp bir konuşma yolunu seçmelidir. Yoksa problemi çözdüm derken hayatları boyunca ne annenin ne babanın ne de çocukların yüzü güler. Kendilerine hayatlarını zindan etmiş olurlar. Herkesin aklını başına alması gerekir.

Boşanma, her yol denendikten sonra en son çare olmalıdır. Bu da, "Allah'ın hoş karşılamadığı bir helaldir," bir yoldur. Herkese huzur ve mutluluk versin. Allah, evliliklerini devam ettirenlerden eylesin. 23/11/2016

22 Kasım 2016 Salı

Yazık oldu bu ülkenin okumuşlarına!

Yıl 1915.  Çanakkale Muharebesinde bu ülkenin okumuşları olmak ya da olmamak savaşında şehit oldu. Bir çok lise mezun veremedi. Çünkü daha 18'ini bile doldurmamış liselilerimiz savaşa gitti ya da götürüldü.

Okur-yazar oranının düşük olduğu Osmanlı'da savaşta ölen okumuşların oranı yüksektir. "Oy 15'liler"  türküsü savaşa katılanların yaşını da vermektedir. Bu savaş baba, oğul ve torunun omuz omuza savaştığı bir hayat-memat savaşıydı. Sonunda okumuşlarımız mevta oldu. Bu ülke için canını verenlerden Allah gani gani rahmet eylesin.

Yıl 2016. Dış güçlerin kuklası bu terör örgütü,  40 yıl boyunca kendini dindar-mütedeyyin bir yapıda gösterip kendi ellerimizle teslim ettiğimiz gençleri okuturum bahanesiyle ilmek ilmek işleyerek kendisine kul-köle yetiştirmiş. Dindar ve mütedeyyin insanlar yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu 15 Temmuz'da anladı. Sonuçta ülkeyi uzun yıllar belini doğrultamayacak ve yaralarını saramayacak şekle getirdi. Sağ gösterip sol vuran maşa bir örgüt bu milletin içinden devşirdiği bu toprağın okumuş süper beyinlerini yem olarak kullandı. Hepsini kendi emellerine alet etti, suça bulaştırdı. Binlerce okumuş fakat aklını kullanmayıp, kiraya vermiş süper çocuklarımız da bu uğurda heba edildi. Yani öldü ya da öldürüldü.

2015'de de okumuşları yok ettik, 2016'da da. 100 yıl öncesi ölenler "Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli" diye seve seve öldüler. 100 yıl sonra ölenler ise ihanet şebekesinin direktifiyle bu ülkenin  mahremine saldırdılar. Hem kendilerine, hem de bu ülkeye kıydılar. 1915'de ölenler şehadetleriyle övünecekler, hep bunun şerefini taşıyacaklar. 2016'da ihanet eden okumuşlar ise hep ihanetlerinin ayıbını yaşayacaklar, utanacaklar.

2016 yılındaki ihanet teşebbüsünde okumuşlar ölmekle kalmadı. Aynı zamanda bu ülkede kimsenin kimseye güvenmediği, birbirine şüpheyle baktığı bir ortamı miras bıraktı. Yazık oldu bu ülkeye! Yazık oldu bu ülkenin milli servetine! Yazık oldu bu ülkenin yetişmiş insanına! Yazık oldu bu ülkenin  adalet ve güven anlayışına!

Başkasının maymunu olan ihanet şebekesine niye böyle yaptın deme durumumuz yok. Çünkü hain haindir. İhanetiyle müsemmadır. Besledik bu kargayı, o da bizim gözümüzü oydu, hatta kalbimize sapladı. Burada esas öz eleştiri yapması gereken tüm birimleriyle teyakkuzda olmayan hantal devlet yapımızdır. Hem hantal devlet anlayışımızdan kurtulacak bir mekanizmayı kurmak lazım. Hem de devleti yönetenler, bir ihanet şebekesine göz yumanlar, ayakta uyuyanlar, görmezden gelenler şapkalarını öne koyup nedamet duymalıdırlar. Geçmişten günümüze ucundan, kıyısından bu devleti yönetmede ihmali olan devlet yetkilileri çuvaldızı bir başkasına batırırken iğneyi de kendilerine batırmalıdırlar. 22/11/2016


İyi hafızalar

Unutmak insani bir olgudur. Çünkü hafızayı beşer  nisyan ile malüldür. Bilgiler unutulacak ki yeni bilgiler alabilsin zihnimiz. Buraya kadar her şey normal.

Anormal olan günübirlik yaşayan, aklında hiçbir şeyi tutmayanlardadır. Bu tipler her şeyi unuturlar. Bazılarının görevi  hep bunlara hatırlatma ile geçer. Sanki bunun için yaratılmışlardır. İşte anormallik burada başlıyor.

Unutkanlığın mutlaka değişik nedenleri ve bilimsel bir açıklaması vardır. Bilimsel mi değil mi bilmem ama bazıları, tuvalet ve banyoda konuşmayı ve avret mahalline bakmayı unutkanlığın sebebi olarak sayarlar. Bunlar sebep olabilir ya da başka nedenleri de olabilir.

Acizane tecrübeme dayanarak unutkanlığın önüne geçmek için aşağıdaki sayacaklarım belki ufuk açabilir:
* Ezberleme yoluna gidilebilir, çünkü ezberledikçe zihin zorlanacak, hazmede hazmede bilgi insanın belleğinde kalıcı hale gelebilir.
* Bulmaca çözme denenebilir. Bu yöntemle zihin kelimeyi bulmak için zorlanacaktır.
* Sudoku çözme yoluna gidilmelidir. Bu yöntemle de yine zihnimiz rakam bulmak için çaba sarf edecektir.
* Not alma ve yazma usulü prensip haline getirilmelidir. Unutunca notuna bakıp yeniden hatırlayabilir.
* Hatırlanması gereken bilginin kodlanması yolu da denenebilir.
* Yapmamız gerekeni unutmamak için telefon alarmına hatırlatıcı not yazılabilir.
* Sürekli bulunduğumuz yerin uygun yerlerine gözümüze çarpacak şekilde kağıda yazıp yapıştırılabilir.
* Günlük okuma itiyat haline getirilmelidir.
* Bir günde yapılanı akşam veya günün uygun bir vaktinde günlük yazma yoluna gitmelidir.
* Okuduğu bir yazıyı veya parçayı okuduktan sonra kafasını yazıdan kaldırarak zihninde özet çıkarma yoluna gidebilir.
* Uyku saatlerimiz düzenli olmalıdır.

Bu tip örnekleri çoğaltabiliriz. Demem odur ki zihin, beyin jimnastiği yapılmalı sürekli, bol tekrar etmeli. Yani beyin, zihin sürekli zorlanarak işleyen demir ışıldar misali beyin işletilmelidir. Beyin, "Saldım çayıra, bekir Mevlam kayıra" misali kendi haline bırakılmamalıdır. 22.11.2016

21 Kasım 2016 Pazartesi

Davranış ve tasarruflarımız kişileri dinden soğutmasın

Bir yerde suç varsa suç bireyseldir. Suçu işleyen suçludur. Bunu hepimiz biliriz bilmesine de, yine de toptancı davranırız. Suç işleyeni cezalandırmaktan ziyade suçlunun akrabalarını veya ait olduğu kesimi de katarız işin içine. Nedense kafamızda oluşturduğumuz algı ve şablonun dışına çıkamayız çoğu zaman.

Bir kaç Kürt suç işlese tüm Kürtleri kötülemeye başlarız: "Kürt mü? Olsa da evliya/Alma avluya" şeklinde kafiyeli bir söz bile söyleriz. Büyük bir camia olan öğretmenler içerisinde her tip insan çıkabileceği gibi tacizci de çıkabilir. Sanki tüm öğretmenler sapıktır gibi bir algı oluşuyor belleklerimizde. 

İlahiyatçı veya imam-hatip,  bulunduğu mevki itibariyle bir tasarrufta bulunur, hemen tüm din adına kamu görevi yürütenler damgalanmaya başlar, suçun bireyselliğini unuturuz. Tüm camiayı kötülemeye başladığımız gibi temsil ettiği düşünceden de nefret etmeye başlıyoruz.

Bu şekilde toptancı davranmanın yanlış olduğunu bile bile bir değerlendirmede bulunuyoruz. Huyumuzu değiştirme gibi bir niyetimiz de yok. O zaman geriye bu camiayı temsil eden insanların kendisine çeki düzen vermesinde fayda vardır. Çünkü dini temsil görevini ifa edenlerin sarığı beyazdır. Sarığı kirletmeden hakkını tastamam vermeleri için çoğu zaman yoğurdu üfleyerek yemelerinde fayda vardır. Camiasına leke getirecek davranış ve tasarruflardan kaçınmalıdır. İşini düzgün yapmalıdır. Yaptığı davranış yanlış anlamaya müsait ise o zaman niçin böyle davrandığını izah edip insanları ikna etme yoluna gitmelidir. Tıpkı Mimar Sinan gibi. Hani "Minare yamuk ve eğri" diyen çocuklara Sinan, bir halat getirir, "Haydi çocuklar hep beraber asılıp eğri minareyi düzeltelim" der. Biraz asıldıktan sonra "Düzeldi mi çocuklar" sorusuna "evet" cevabını alır. Aslında minare yine aynı minare. Sinan burada bu yaptığıyla çocukların kafasındaki algıyı yok eder. Hz Muhammed bir akşam karanlığında eşiyle konuşurken kendisine selam verip geçen birine, selamını aldıktan sonra "Ey falan, yanımdaki eşim falandır" diye açıklama yaparak adamın kafasında oluşması muhtemel müphemi giderir.

Bu açıklamaları niçin yapıyorum? Son bir kaç yıldır yönetici kademesinde görev alan aynı meslek grubundan bir çok idareci, yaptıkları tasarruflarıyla kamuoyu nezdinde adalet duygusunu zedeler görüntüsü verdiler. Böyle bir yönetici bir gün toplantıda Fatiha süresini okuyunca mağdur olduğunu düşünen biri: "Yaptığınıza ayeti bari karıştırmayın" dedi, benim duyacağım şekilde. Anlaşılan amirinin kendisi hakkında yaptığı tasarrufun mantığını ve doğruluğunu kavrayamamıştı. O zaman amir, bu durumu izah edip mağduru ikna etmeliydi. Amir, yaptığında şeffaf ve adil olmalıydı. Referansı ayet ve hadis olan yöneticiler adalet duygusunun zedelenmemesi, insanların kendisine ve temsil ettiği camiaya karşı soğuk bakmasının önüne geçmek için elinden gelen gayreti göstermelidirler. 21/11/2016