18 Kasım 2016 Cuma

Okullarda şiddet niçin kesilmez?

Gün geçmiyor ki yazılı ve görsel medyada öğrencisine şiddet uygulayan bir öğretmenin haberi veya videosu yayımlanmamış olsun. Çıkan haberden sonra insanımız var gücüyle başta o öğretmen olmak üzere öğretmenlerin genelini eleştirmeye başlıyor. "Bu eğitimcilerin kendisinin eğitime ihtiyacı var. Çocuk dövülür mü..vb" serzenişler, eleştiren yorumlar duyar ve okuruz. Toplum olarak biz olayları, sonuçları itibariyle değerlendirir ve yargılarız. Öğretmenlerin şiddet uyguladığına  dair çıkan haberler dolayısıyla eğitimciler hep eleştirilmesine, bir kısım eğitimcilerin hapis cezası almasına rağmen okullardaki bu şiddet eylemlerinin kesilmemesinin sebep ya da psikolojisi nedir? Bence bu konuya kafa yormak lazım.

Birçok okulda öğretmenler ders anlatmakta zorlanıyor. Çünkü öğrenciler ders dinlemek istemezler. Dersi kaynatma yoluna giderler. Öğretmen nasihat etse, uyarsa, kızsa, bağırsa da sınıfın sessiz olması, ders dinleyecek pozisyona gelmesi çoğu zaman mümkün olmuyor. Notla korkutsa, eksi verse, öğrenciyi disipline verse, ailesini çağırsa da verimli bir ders ortamı sağlanamıyor. Öğretmen her yolu denedikten sonra hakaret etse, kazara vursa bundan sonra öğretmen geri kalan ömrünü idari yönden inceleme ve soruşturma, ceza yönünden de mahkeme koridorlarında geçirmek zorunda. Eğer mahkemeye kadar çocuğun ailesi öğretmeni haklamamışsa tabii.

Siz öğretmen olsanız sınıfın altını üstüne getiren, dersin ahengini bozan, bir derste 8 defa sus-dur denilen, fakat dur-durak bilmeyen öğrenciye ne yaparsınız? Diğer öğrencilerin dersi dinlemesine de engel oluyor. Zayıf verseniz, çocuk hiç tınmıyor. Çünkü okula zorla geliyor. Disipline verseniz verilen disiplin cezasının hiç caydırıcı yönü yok. Elinizde hiçbir yaptırımınız yok. Kendinizi bir an öğretmen yerine koyun.  40 dakikalık bir dersi kaza-bela olmadan nasıl bitirirsiniz?

Okullarda sınıf ortamında sağlıklı ders işlenmemesinin sebeplerinden iki tanesi öğretmenlikteki gizemliliğin kaldırılması ve her öğrencinin okumak zorunda olmasıdır. Eskiden az sayıda gönüllü okuyan vardı. Veli çocuğunu okula ve öğretmene teslim ederken eti senin, kemiği benim diye teslim ederdi. Öğretmen öğrenciyi döverse çocuk gelip ailesine söyleyemezdi. Çünkü bilir ki, ailesine söylese çocuk bir dayak da evde yerdi. Öğrenci okuyamazsa veli alır çocuğunu okuldan. Çırak olarak sanayiye verirdi. Okutacağım diye çaba sarf etmezdi. Şimdi lise bitinceye kadar çocuk okumak zorunda. Milli Eğitim yetkilileri bas bas durmadan açıklama yapıyor: Öğrenciyi dövemezsiniz, kim döverse Alo 147'ye şikayet edin, Bilgi Edinmeye başvurun, yetkili mercilere şikayette bulunun" diye. Veli çocuğuna: "Eğer öğretmen sana bir fiske vurursa haber ver, ben onun canını okuyayım" diye sıkı sıkıya tembih ediyor. Zaten en ufak bir durumda veli arkasına sülalesini alıp okulu basıyor. Çocuk biliyor ki, öğretmenin kendi üzerinde hiçbir yaptırımı, cezayı müeyyidesi yoktur. Zaten sınıfta da kalma yok. Her halükarda diplomasını alacak. Zaten okula da gönülsüz geliyor. O zaman dersler çocuğa eziyet gibi geliyor. Derste sıkılıyor. Derste sıkılan, hiçbir hedefi olmayan öğrenci sınıfta ne yapacak? Varsa yoksa yaramazlık yapacak. Çocuğun sınıftan geçme garantisi var, diplomayı her halükarda alacak. Yaptığı yaramazlıktan dolayı öğretmenin kendisine hiçbir şey yapamayacağını biliyor. Pekiyi bu çocuk niye yaramazlık yapmasın, söyleyin Allah'ın aşkına! Allah bana Cennet garantisi verse ben bu ülkenin en azılı kötüsü olurum. Nasılsa öbür dünyada ceza olmayacağı gibi üstelik Cennet'e de girebileceğim. Hiç olmazsa bu dünyada günümü gün etmeye çalışırım. Çalıştığım işimde patronun bana hiçbir şey yapamayacağını bilsem, doğru dürüst işime gitmem. Gitsem de işi aksatır, durmadan arazi olurum. Zira patron beni nasılsa işten atamaz ve çıkaramaz.

Öğretmen gürültüye rağmen çocuğa hiçbir şey yapmadan dersini işlemeye devam etti diyelim. Bu sefer çocuğu sorumlu olan veliler gelip "Hocam falan falan çocuk sınıfı kaynatıyormuş bizim çocuk ders dinleyemiyormuş, o çocuklara niye bir şey yapmıyorsunuz" diye okula geliyor. Veya diğer çocuklar durmadan yaramazları şikayet ediyor. Bu durumda öğretmen durmayan çocukları okul idaresine şikayet ediyor. Okulun müdürü: "Arkadaşlar sınıfın ahengini bozan çocukları bana getirmeyin, bizim de yapabileceğimiz bir şey yok" diyor. Bu sefer öğretmen her ders sürekli bu tip öğrencilerle karşı karşıya geliyor. Nedense şiddet uygulayan öğretmen basının gündemine geliyor da, öğretmene şiddet uygulayan öğrenci ve veli pek gündeme gelmez.

Durumun vahameti anlaşılsın diye yakın zamanda okullarımızda meydana gelen bir olayı aktarmak istiyorum: Okulumuzun birinde 8.sınıf bir öğrenci öğretmene saldırır.  Öğretmen şikayetçi olmak istemese de okul müdürü, diğer öğrencilere emsal olmasın diye çocuğu disipline sevk eder. Çocuk için bir dosya tutulur. Öğrencinin bu yaptığı suç, okul değiştirilmesini gerektiren bir disiplin suçudur. Milli Eğitim Müdürlüğünde ilçe disiplin kurul başkanı okul müdürünü telefonla arar: "Müdür Bey! Çocuk için hazırladığın dosyayı bize gönderme, işlem yapmayacağız. Çünkü çocuk 8.sınıf bir öğrenci. Bu sene TEOG'a girecek. Çocuk ve veli okul değişsin istemiyor. Çocuk okulda kalacak" diyor. Müdür dinlemez bu talimatı. Dosyayı ilçe disiplin kuruluna gönderir. İlçeden gelen cevap "ilçe disiplin kurulunun 2'ye 1 oy ile çocuğun okul değişikliği teklifi reddedilmiştir" şeklinde. Bu gelen yazıdan sonra öğretmen "Bir başka okula görevlendirilmemin yapılması" şeklinde dilekçe verir. Yer değişikliği öğretmene uygulanır. Ben öğrenci olsam "Keşke iki tane daha vursaydım derim, bu ödül sonucunda.

Bizde, "Bekara avrat boşamak kolay" diye bir sözümüz var. İşin mutfağında olmayan, olaylara dışarıdan bakan, eğitimci olmayan kişiler 'Vurun abalıya' türünden her şiddet olayında eğitimcilere çullanıyor. Basın zaten tahrik görevini yapıyor, haber değerinden ziyade. Yazımdan bu adam dayağa taraftar anlamı çıkmasın.  Çocuğun dövülmesini tasvip eden biri değilim. Bırakın şiddeti, öğrenciye hakaret edilmesine bile taraftar değilim. Niyetim şiddet yasak olmasına rağmen niçin hız kesmiyor? Sahi siz olsanız ne yaparsınız?

Durmadan öğretmenleri eleştirip mangalda kül bırakmayan kişiler biraz empati yapın lütfen! Öğretmeni de anlamaya çalışın. Şiddet uygulayan öğretmen ceza almasın demiyorum. Mutlaka yaptığı muamelenin karşılığında okulun iç disiplini öğretmen için de çalışsın. gereken cezayı alsın. Olay mahkeme boyutuna taşınırsa yine ceza alsın. Ama bu durumlar, alınan cezalar basın yoluyla herkesin ağzında pelesenk olmasın. Öğretmen toplum nezdinde tu kaka yapılmasın. Öğrenciye de mutlaka caydırıcı bir yaptırım uygulansın.

Okumamak için direnen çocuk sanayinin yolunu tutabilsin, sınıfta kalma olsun, bugün sanayideki insanlar çırak bulamıyor. Sanayiye giden çocuk çıraklık eğitim vasıtasıyla haftada bir iki gün bazı temel dersleri almaya devam etsin. Diplomayı oradan alsın.

Öğretmenin önüne okumak isteyen sorumlu öğrenci gelsin. Çocukta sorumluluk yoksa veli okutmak istiyorsa çocuğunun yaptığı hatalardan dolayı veli çocuğunun arkasında olmasın. veli çocuğunun dövülmesini tasvip etmesin. İlk önce çocuğunu sıkı sıkıya  tembih ettikten sonra olayın aslını astarını veli, bir de öğretmenden dinlesin. Veli öğretmeni suçlu görürse kapalı kapılar arasında gerekirse öğretmene gerekeni yapsın. Ama bu yaptığını öğrenci bilmesin.

Veliler ve devletimiz çocukları korumak amaçlı bunu yapıyor, kötü niyetli değiller. Dayak yiyen çocuk ezik yetişir. Elbette dövülmesin. Fakat bu şekil aşırı koruma bize zarar verir, haberimiz olsun. Öğrenciyi koruyacağız diye öğretmenin itibar ve onurunu ayaklar altına almayalım. beğenseniz de beğenmeseniz de elimizdeki malzeme budur. Hiç kimse bugün şu kadar çocuk döveyim diye okula gelmez. Öğretmen camiasındaki şiddet yanlısı, hasta ruhlu olanlar var ise -ki vardır- bunlar için geri hizmete alma dahil değişik yaptırımlar uygulanmalıdır.

Çocuğa şiddet olmayacak da büyüklere olacak mı? Hiç bir şiddet asla tasvip edilemez. Büyüklerin birbirine şiddet uyguladığı bu ülkede okullarda şiddetin olmaması mümkün değildir. Toplum olarak biz her meselemizi şiddetle çözeriz. Şiddet yanlısıyız aslında. Bakmayın siz uzaktan, bol keseden konuştuğumuza. 18/11/2016

"Gönül rahatlılığı ile giy cübbeyi..."

Şehrin kadısı içki müptelasıdır ama mesleğine halel gelmesin diye halka açık yerde içki içmez. İçmek için şehir dışını mesken edinir.

Yine bir gün içmek için kadı, şehrin dışına çıkar. O kadar içer ki sarığını bir tarafa, cübbesini diğer tarafa atarak sızıp kalır. Oradan geçmekte olan Nasrettin Hoca, cübbeyi sırtına geçirdiği gibi şehrin yolunu tutar ve cübbeyi giymeye devam eder.

Nice sonra ayıkan kadı, cübbesini bulamaz, evinin yolunu tutar. Adamlarına da cübbesini çalanı yakalayıp getirmelerini ister. Sırtında cübbesi ile hoca yakalanarak kadının huzuruna çıkarılır.
Yargılama başlar. Kadı hocaya sorar:
—Be adam! Sırtındaki cübbe kimin?
—Efendim! Bu cübbe benim değil.
— Yaşından başından utan! Utanmıyor musun başkasının cübbesini alıp giymekten?
—Şehrin dışında dolaşırken sizin gibi piri fani birisi içkiyi fazla kaçırmış gördüm. Sarığını ve cübbesini sağa sola fırlatarak sızıp kalmış. Çalınmaması için cübbesini aldım ve giydim. Şu anda vermek için sahibini arıyorum. Şayet sahibi ortaya çıkar, bu benim derse cübbesini kendisine vereceğim.
Bu cevap karşısında kadı, hafifçe öksürür ve:
—Hoca, hoca! Bu gidişle  bu cübbenin sahibi çıkmayacak. Sen en iyisi bu cübbeyi, bir güzel giymeye devam et, diyerek davayı sonlandırır ve sesini keser.”

Güzelim cübbesini kaybeden kadının içi gider ama bu benim diyemez. Nasıl desin? Cübbe benim dese içki içtiği ortaya çıkacak ve şehirdeki itibarını kaybedecek. Belki de makamından olacak. Şehirdeki itibarını ve makamını kaybedeceğine cübbesini kaybetmeye razı olur. Hoca da başkasına ait cübbeyi bu şekil zimmetine geçirerek giyinmeye devam eder. Hasılı kadı razı bu durumdan, hoca razı bu durumdan. Adalet yerini bulmamış, adalet yanıltılmış, kime ne? Sonra adalet dediğin nedir senin? Ayrıca adalet ilk defa mı yanıltılıyor? 18.11.2016

17 Kasım 2016 Perşembe

Hangi sistem daha iyi?

Bu ülkenin tartışmasız günü geçmez. Sürekli bir gündem buluruz. Allah nazardan saklasın konu sıkıntımız yok. Son zamanlardaki tartışmamız da  sistem tartışması.

Başkanlık sistemine geçebilecek miyiz? Geçersek ne olur? Geçmez isek ne olur? Parlamenter sistem değişmemeli, zira ülke için en iyi sistem budur. Başkanlık sistemine geçilirse ülke bölünür. Yok eğer geçmez isek asıl  o zaman bölünür. Başkanlık sistemi ülkeyi tek adamlığa, diktatörlüğe götürür. parlamenter sistem ağır işliyor, hızlanmamız lazım. başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı olmaz, halbuki parlamenter sistemde var olan kuvvetler ayrılığı birbirini denetler. Başkanlık sistemine  sırf Cumhurbaşkanı istiyor diye geçilmek isteniyor. Sistem değişikliği olacaksa meclise gelecek anayasa taslağı 330 kabul oyunu bulabilecek mi?.. gibi sorulara cevap aramaya çalışıyoruz. Artı ve eksileri konuşulmaya çalışılıyor.

Ülke başkanlık sistemine geçebilir mi geçemez mi, geçerse iyi mi olur, kötü mü bilmem. Bildiğim bir şey var. Ülkeyi yönetmede kim ne kadar samimi? Değişmesini isteyenlerle, değişime direnenler gerçekten ülkenin selameti için mi pozisyon alıyorlar? Bunu da bilme imkanım yok. Çünkü elimde samimiyet testi yok. Yine bildiğim bir şey var. Bu ülkenin sorunu sistem sorunundan ziyade insan ve insani değerler sorunu var. Başkanlık sistemi veya dünyanın en güzel sistemini getirseniz de bizdeki sorunlar bitmez. Daha da büyür. Zira bizim kavgamız doğruyu, iyiyi, güzeli bulma kavgası değildir. Kayıkçı kavgası bizimkisi.

Bir defa biz kendimizi düzeltmez isek, hiçbir sistem bize fayda sağlamaz. Merkezine adaleti, güven ve doğruluğu, hakkaniyeti almadığımız müddetçe hiçbir sistem bizim derdimize derman olmaz. İnsan ve insani değerler, bizim olmazsa olmaz kırmızı çizgimiz olmalıdır. Dünyanın en kötü sisteminde bile biz adaleti tesis edebiliriz. En iyi sisteminde de biz insanlara zulmedebiliriz. Tüm mesele insanda bitiyor. Çünkü insan faktörü önemlidir. Zira hangi sistem olursa olsun ülkeyi yine insan yönetecektir. Kafa yapımızı ve mantalitemizi değiştirmeden bir menzile varamayız. Sorun insanda. İnsanın adam olmasındadır. Biz adam olduk mu sistem çok önemli olmaz o zaman. Baba ile oğlun bir sinema hikayesi vardır: "Bir baba hafta sonu çocuğuna onu  sinemaya götürmek için söz verir. Hafta sonu gelince çocuğu, babasına  sözü hatırlatır. Uzanıp yatmakta olan babası gitmek istemez. Çocuğun ısrarı sonucu babası, masadaki gazeteyi kendisine vermesini çocuğundan ister. Gazeteyi paramparça yapan adam parçalanan gazeteyi çocuğuna uzatır ve şöyle der:
 -Yavrum! Şu gazetedeki dünya haritasını düzeltirsen seni sinemaya götüreceğim.
Biraz sonra dünya haritasını düzelterek getiren çocuğa babası hayret eder ve
-Çocuğum! Nasıl yaptın, deyince çocuk:
-Babacığım! Dünya haritasının arkasında bir adam resmi varmış. Adamı düzeltince dünya da düzeldi, der."

Bu ülkenin selamet ve huzurunu isteyenler! Gelin hep beraber ilk önce adam olalım, kısır çekişmelerden uzaklaşalım. Önce kendimizi düzeltelim. Zira düzeltmeye kendimizden başlarsak, yani adam olmaya karar verirsek zaten dünya kendiliğinden düzelmiş olur. 17/11/2016

Okulumdaki ŞÖK toplantısı

15/11/2016 günü derste iken kapı çaldı. Gelen okulun nöbetçi öğrencisi idi. Önüme imzalamam gereken bir evrak uzattı. Okuyup imzaladım. "17/11/2016 günü saat 13.00'da okulun çok amaçlı salonunda ŞÖK toplantısı yapılacağı" yazıyordu içeriğinde.

Bilir misiniz, ya da duydunuz mu ŞÖK nedir? Bilip duyduysanız ne işe yarar bu ŞÖK? Açılımı: Şube öğretmenler kurulu. Aynı şubede giren öğretmenlerin ilgili müdür yardımcısının başkanlığında yaptığı bir toplantı. Bir eğitim ve öğretim yılında üç defa yapılması mevzuatta yer alan bir toplantı çeşidi yani.

Belirtilen gün ve saatte toplantı yerine gittim. Yolda giderken işleyişi bildiğimden bir formalite daha yerine getirilecek dedim kendi kendime. Çünkü birçok okulda kağıt üzerinde hazırlanır ve ilgili öğretmenlere imzalatılır, denetim veya herhangi bir durumda açıp bakmak için klasör içine arşivlenir dedim yine kendi kendime.

Toplantı yerine gittiğimde kapısının kilitli olduğunu gördüm. Tamam, demek ki formalite gereği sirkü hazırlanmış dedim. Yine de bir araştırayım diye okulun altını üstüne getirdim, acaba bu toplantı nerede diye. Bulamadım. Sonunda bir öğretmene sordum. "Toplantının kütüphanede yapılmakta olduğunu öğrendim.10 dakikalık gecikmeyle toplantıya iştirak ettim. 7. sınıfların tümüne girdiğimden toplantının başından sonuna kadar buranın abonesiyim diyerek bir kenara oturdum.

ŞÖK başkanının kısa bir açıklamasından sonra sınıf sınıf şubeler görüşülmeye başlandı. Hangi şubeye sıra gelmişse sınıfın sınıf rehber öğretmeni elinde daha önce hazırladığı dökümanlarıyla birlikte en öne geçiyor. Sınıfı hakkında kısa genel bir bilgi verdikten sonra her bir öğrenci hakkında paydaşlarını bilgilendiriyor. Elinde dökümanları var ama dökümana gerek kalmadan sınıfındaki her bir öğrenci hakkında detaylarına varıncaya kadar açıklama yapıyor sınıf öğretmeni: Öğrencinin anne- babası ne iş yapıyor, anne-baba ayrı mı birlikte mi yaşıyor? Çocuğun velayeti kimde, çocuk nerede oturuyor, dersteki başarısı nedir, ne tür rahatsızlığı var, kazanım değerlendirme sınavlarındaki net sayısı, ailevi durumu, maddi durumu, ders dinleyip dinlemediği, sınıfını rahatsız edip etmediği, dikkat dağınıklığı olup olmadığı, öğrencinin çift ismi varsa hangisi söylenirse hoşlanıp hoşlanmadığı, öğrencinin devam ve devamsızlığı, derse geç gelip gelmediği, ödevini yapıp yapmadığı, başarısının nasıl artırılıp artırılamayacağı...vb  çocuğun tüm fotoğrafını çekiyor. Toplantıya katılan öğretmenleri bilgilendiriyor. Diğer öğretmenler, rehber öğretmeni ve müdür yardımcısı kısa kısa notlar alıyor öğrenciler hakkında. Özellikle özel durumu olan öğrencilerin bilgilerini ajandasına kaydediyorlar.

Yeni geldiğim ve birçok öğrenciyi tanımadığım bir ortamda öğretmenlerin sınıfları ve öğrencileri hakkında verdikleri detaya gıpta ettim. Hepsini takdir ettim. Bir formalite daha yerine getirilecek ön yargısıyla katıldığım toplantıdan memnuniyetle ayrıldım. Bırakın formaliteyi, öğrencileri tek tek ameliyat masasına yatırdılar. 13.00'da başlayan toplantı hiç ara vermeden 16.00'ya kadar sürdü. Meslektaşlarım derslerine iyi çalışmışlar, önemsemişler dedim kendi kendime. Öğretmenler öğrencilerinin huyunu, suyunu, damarını, mizacını öyle etüt etmişler ki, hayret ettim. Ailelerinin tanıdığından daha fazla bir bilgiye sahip olduklarını gördüm, birlikte çalıştığım meslektaşlarımın. Helal olsun size dedim tabii yine içimden, şımarmasınlar(!) diye.

Beni üç saat tuttunuz ama inanın değdi. Müstefit bir oldum. Verdiğiniz emeğe, samimiyetinize binlerce teşekkürler. Aldığınız para ananızın ak sütü gibi helal olsun size. Varsın değeriniz pek bilinmesin. İşe yaramaz belki ama ben takdir ettim sizi. Allah yolunuzu açık etsin, sayılarınızı artırsın. 17/11/2016

Karz-ı hasen sahibi birisidir o

Bazı insanlar vardır, insanların içerisinde müstesna bir yere sahiptir. Sanki kendisi için değil de başkası için yaratılmışlar. Ömrünü iyilik yapmaya adamış, insanlara iyilik yapmak ve hizmet etmek için kendini feda eder. Eli açık, eli bol, cömert, sahavet ehli ve gönü zengin biridir bunlar. Hep vereyim, hep yedireyim modunda yaşarlar hep.

Kimin bir ihtiyacı varsa giderir, kimin bir derdi varsa gelir onu bulur. İster tanısın, ister tanımasın. kendinde varsa verir, yoksa gider bir başkasından borç alır, ihtiyaç sahibine verir. Verdiği parayı bilmez, çünkü yazıp not etmez. Verdiğini de istemez. Borç sahibi verirse verir, vermezse asla peşine koşmaz. Başkası adına birinden aldığı borcu kendi borcu bilir, en kısa zamanda gider öder. Pek huyu değildir bir başkasından borç istemek. Eğer istemek durumunda kalmışsa onu yazar ve en kısa zamanda da öder.

Başkasına verdiği hesabını bilmediği paralar öyle çay parası türünden değildir. İstenen para yüksek bir para ise elindekini verir, geriye kalanı ayda ben sana borcunu ödemek için şu kadar vereyim, der ve verir de. Çoğu kimseye kefil olmuştur, kefil olduğu kimse kredi borcunu öderken ona aylık belirlediği miktar yardım da yapar, kredi sahibi ödemezse gider geriye kalanı da öder. Biri ev mi alacak. O hemen yanındadır. Biri araba mı alacak, o yine yanındadır.

Çok mu zengin bu arkadaş? Maalesef değil. Bordro mahkumu biri. Ne arabası var, ne de evi. Kirada oturur. Onun bineği altındaki bisikletidir. Yaz-kış, soğuk-sıcak demeden hep ona biner. Ne evim yok diye dert edinir ne de arabam. Bir çok bordro mahkumu ayın sonunu zor getirirken onun cebinde hep parası olur. Çoluk çocuğun ihtiyacını karşıladıktan sonra geri kalan hep milletin hizmetindedir. Üç-beş kuruş biriktireyim de altıma bir araba alayım, ben de biraz rahat edeyim diye bir derdi yok.

Çevresi de çok geniştir. Bu kadar çevreyi nasıl edindi diye düşünürsen onu tanıyanın ekseriyeti ondan karşılıklı ya da karşılıksız yardım almıştır. Hatta bazen kendisinden borç alan biri borcunu getirirse "Bana para verme, ne zaman cebime bir para girse nereden bilirler bilmem, az sonra gelirler, senin verdiğin de ona gider" diye şaka yapar. Kime ne verdiğini de başkasına söylemez. Anlatmaz da. Ender de olsa zaman zaman söylettiğim de olur tabii. İsim vermeden anlatır.
***
Kapu Camii civarında tanışıp muhabbet ettiği bir esnafı ziyarete gider. İçeri girdiğinde bir alacaklı,  esnafa ağzına geldiğini söyler, ağır hakaretleri ardı arkasına sıralar. Bizimki araya gider: "Bu arkadaşın sana borcu ne kadar" diye sorar. Söylediği miktarı çıkarır cebinden verir. Esnaf rahat bir nefes alır. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen zor durumdan kurtulan esnaf bizimkini arayıp: "Arkadaş! Falan tarihte beni zor bir durumdan kurtardın, sana teşekkür ederim, iyi şu da emanetin" demez.
***
Bir gün okuluna bir toptancı gelir: "Şu kadar paraya ihtiyacım var, yoktur falan tarihte ödeyeceğim, istersen arabamı bırakıp gideyim" der. Bizimki çıkarır cebinden, istediği parayı verir. Yıllar geçer, alınan para maalesef gelmez.
***
Yanına biri gelir: "Hocam ev alacağım, kredi çekmem lazım, bana bir finans kurumu önerir misin" der. Beraber finans kurumuna giderler, müdürle tanıştırır. Çıkarken müdür: "Hocam şurayı bir imzalar mısın formalite icabı bu yaptığımız" deyince gösterilen yeri imzalar. Kredi çekene de kredi öderken ben sana aylık bin lira yardım edeyim" deyip ayrılır. Uzun süre aylık yardımda bulunur. Nice sonra kefili olduğu adamın kredisini ödemediği ortaya çıkar. Kredinin geri kalan kısmını da öder. Kredi çekenin telefonuna bir daha ulaşamaz. Çünkü çalan telefona cevap vermez.
***
Esnaf iken mali sıkıntıya düşen biri bulur kendisini. Bir kaç ay içerisinde vereceğim diye para ister kendisinden. Gider bir başkasından üç bin euro bulur. 5-6 ay geçtikten sonra borçlu, bayram alışverişi yapacağım diyerek yine para ister. Verecek param yok  ama bayram alışverişini benim karta çekelim, der. Kendisine, daha öncekini ödememiş, istersen verme dedimse de ihtiyacı olmasa istemez diyerek çarşıda buluşmak için bekledi durdu. Hele şükür ki gelmedi. Gelseydi öyle zannediyorum harcamada limit koymazdı. Para mı? Maalesef para gelmedi. Sonunda izini kaybettirdi. Bizimki aldığı borcu ödedi, geçti gitti.
***
Gelene gidene borç olarak verdiği paraların ekseriyeti dönmemesine rağmen ağzından bundan sonra kimseye vermeyeceğim dediğini duymadım. Bu durumu bilen bir arkadaşı kendisini 'batakçı' olarak adlandırır çoğu zaman. Batakçı mı bilmem ama bu dünyada elinden tutup kaldırdığı birçok insandan geri dönüş olmadı. Öyle zannediyorum ahiret azığını tıka basa doldurdu. Buna müflis tüccar değil, bir verip on kazanan tüccar denir.
***
Nadir de olsa elinden tuttuğu bazı insanlardan takdir görmüş biridir. Üniversite öğrencisi iken maddi durumu iyi olmayan birini sürekli harçlık olarak destekler. ne zaman bilse, duysa yardımlarına koşmuştur.
***
Üniversitede öğrenci iken zaman zaman maddi destek sağladığı bir kişi, mali açıdan şehrin sayılı kişilerinden olunca: "Zamanında çok iyiliğini gördüm" diye içinden gelerek ona bir araba almak ister. Mizacına ve raconuna ters bir durumdur almak. Çünkü hiç almadan hep vermiştir bugüne kadar. Sıfır araba teklifini reddeder. Bir akşam evine geldiğinde eşi bir anahtar uzatır. "Bu seninmiş" diye. Bakar ki bir araba anahtarı. Kim bıraktı der. Eşi biri zile bastı, bıraktı gitti deyince kendi kendine: "Kimdir, necidir, kimin nesidir" diye düşünür. Sonunda kimin bıraktığını anlar. Apartmandan aşağı iner. Apartmanın parkında arabayı arar. Bulmak için de aracın uzaktan kumandalı anahtarından faydalanır. Nihayet arabayı bulur, gider kendisine hediye eden vefalı dostuna arabayı teslim eder. Adam kabul etmek istemese de: "Araba lazım olursa kullanmak için alırım" diyerek oradan ayrılır.
***
Evi olmayan birisine ev almak için aracılık yapar, tanıdığı eşinden-dostundan borç ister. Kendisi de bir 3 bin lira ilave eder. Ev almak isteyene verir. Her ay borç öderken "Senin denklediğin kadar yardım edeceğim, borcu bitirelim" der. Diğer alınan borçlar kira öder gibi ödenir. Bizimkinin desteğiyle. Diğerlerine borç bitmiştir. Sıra geldi ev almaya aracı olan ve borcu ödemede destek olanın borcunu ödemeye. Bizimki: "Ben bunu karşılık olsun" diye vermedim, borcun yok" der. Alırsın-almazsın muhabbetinden sonra: "Yarın ben sıkıntıya girsem sen de bana yardım etmez misin" deyince sayesinde ev sahibi olan kişi: "Hayır yapmam, sen önce şu paranı bir al" diye ısrar eder. Birikmiş 13200 liralık borcu her ay çay parası öder gibi öder.
***
Atandığı kurumda okuyan öğrencilerin hepsi engelli. Kısa zamanda o öğrencilerin dilini de anlar. Önce binayı fiziki yönüyle adam eder. Devletten gelen ödenek varsa onunla. Yoksa şu esnaf, bu esnaf dolaşarak kafasına koyup gidermek istediği eksikliği giderir. Çocukların işitmesinde kolaylık sağlayan, kulak içine yerleştirilen bir cihazın olduğunu duyar. Devletle yazışır, destek bulamaz. İl, ilçe MEM'ler destek vermez, vali ipe un serer. Sonunda çalmadık kapı bırakmaz, tüm öğrencileri cihazla donatır. Yanına vardığın zaman çocukların kah annesi, kah babası. hatta ailenin kaçar gibi bırakıp gittiği çocuklarına kol kanat gerer. Saçı uzayanların tıraşına varıncaya kadar hizmetlerini görür. Mesai kavramı yoktur, devlet memuru mantığından ötedir ondaki hizmet anlayışı. Hafta içi, hafta sonu, gece nedir bilmez. Kurumundaki işleri bitirmeden de ayrılmaz.
***
Yarım asra yaklaşan yaşına sayısız hizmetler sığdırmış, çalıştığı her yerde farkındalık oluşturmuş, reklamını yapmayan, kendi halinde çalışan, kendisini başkalarına adamış Allah'ın kulu işte benim anlattığım. Yaptıklarından görüp anlayabildiğim bu kadarla sınırlı değil. Allah bundan ve bunu gibilerinden razı olsun. Ne derdi varsa derdine derman versin. Ahirette makamı en üstlerde olsun. Sayılarını artırsın. Amel defteri sağından verileceklerden olduğuna şehadet ederim ben bunun. 17/11/2016


Sanayilerimiz çocuksuz kalmasın...

Dün arabanın kışlık bakımını yaptırmak için sanayiye gittim. Soğuk ve sağlıksız ortamlarda çalışanlar gördüm. Kimi arabanın altında, kimi kaputunu açmakla meşgul, kiminin elinde tamir alet ve edevatı, kimi misafirlere çay getirmek için uğraşıyor. Arabasının tamir ve bakım işini bekleyenlerden başka boşta bir insan görmedim. Hiçbiri de soğuğa aldırmadan; elim, kir-pas olacak demeden kendisine verilen işi yapmaya çalışıyor. Pek konuşan yok. Herkesin eli ve beyni çalışıyor.

Ara ara ustam diyen olsa da genelde baba hitabını duyuyorsun çalışanlardan. Tek-tük de olsa bir ustanın yanında birinci derece akraba olmayan, ustalık öğrenmek isteyen yabancı çalışanlar var. Ama geneli baba-oğul şeklinde. Bu demektir ki baba, şimdilik usta olarak yetiştirmek için yanında oğlunu bulabilmiş. Mevcut usta yaşlanıp işten el-etek çekince oğula kalacak dükkan. O da oğlunu ikna edebilirse yanında yetiştirecek, ikna edemezse kalfa ve çıraksız, kimseye el vermeden kazanabildiği kadar rızkının peşinde koşacak. En son ya dükkanı devredecek, ya da kapatacak. Çünkü dükkanı işletecek usta yetişmeyecek gibi görünüyor.

Az sayıda çalışanla konuşma fırsatı buldum. Onlar da okuyamadıklarından şikayetçi. "Babam çok ısrar etti, benim için çabaladı, ama ben okumadım/okuyamadım." şeklinde. İyi ki okumamışsın be evlat dedim birine. Sen de okusaydın burada kim çalışacaktı, bu işleri kim yapacaktı. Elin yağlanmış, kir-pas içinde kalmış ama elinin emeğiyle evine aş götürebiliyorsun. Yoruluyorsun, para kazanmanın ne olduğunu bilirsin, çünkü terliyorsun. Hem milletin işini yapıyor, az veya çok emeğinin karşılığını alıyorsun hem de hayır dualarını alıyorsun. Zira sen de olmasaydın, biz arızalanınca bu arabayı hurdaya bırakacaktık. Daha şimdi bizim iyi günlerimiz, yakında bozulan aracı bırakıp yenisine yöneleceğimiz günler yakındır. Çünkü sizden sonra belki de bu sanayiye kalfa ve çırak olmak, bu mesleği öğrenmek için kimse gelmeyecek. Çünkü şimdi kapasitesi var veya yok, herkes okuma yolunu seçiyor. Okumada nasılsa eleme de yok. Okula kaydını yaptıran mezun oluyor. Eskiden baba, bir-iki sene okuyup okumayacağını test ederdi çocuğunun. Okursa ne ala! Okumazsa çocuk soluğu sanayide alırdı. Bu şekilde kalfa-çırak olurdu. Bunlardan ustalar yetişirdi. Sen boş ver, iyi ki okumamışsın. Hayatta hiçbir kazanç elinin emeğini yiyenin kazancından daha zevkli ve helal olmaz, dedim. İşim bitince ücretini ödeyip teşekkür ederek ayrıldım.

Nasıl ki camiler çocuksuz kalmasın diye çaba sarf ediyorsak sanayilerin de çocuksuz kalmaması için mutlaka tedbirler almamız lazım. Ama bu sistemde nasıl? 16/11/2016

16 Kasım 2016 Çarşamba

Bu okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin görev yapması yasak

Bir zamanlar tu kaka yapılan, kapısına kilit vurmaktan beter yapılan,  katsayı garabetiyle önleri kesilip yok edilmeye çalışılan İHL'ler hem okul sayısı hem de okuyan öğrenci sayısı bakımından zirve günlerini yaşıyor. Vatandaştan, beklenilenin üzerinde bir rağbet var. Çocuğum İHL'de okumak istedi de okul yoktu mazereti yok artık.

Dinini merdiven altından öğrenmesin, doğru dini resmi kanaldan, doğru bir şekilde öğrensin çabası var halkımızda. Bu okullar yeniden ilgi odağı olmaya başladı. Öğrenci ve okul bakımından bir kemiyete ulaşan bu okullara bir de kalite gelirse sayı ve başarı bakımından zirveye oynar. Bakanlık kaliteyi yakalamak,  daha da ileriye götürmek için Fen-Sosyal Bilimleri ağırlıklı proje okullarını da yürürlüğe koydu. Öğrenci nakillerinde de sorun kalmadı. Başka tür okullarda okuyan öğrenciler de isterlerse belli bir sınıf seviyesine kadar nakil gelebiliyor.

Bu okullarda branşı lise branşı olan her bir öğretmen görev yapabiliyor. Tek bir branşa kapalı bu okullar. İlahiyat Fakültesini bitirmiş Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine. Alanına kaynaklık eden, maaş karşılığı okutabileceği ders mi yok. Olmaz olur mu?  Hem de ganimet gibi. Bu okullarda "İHL Meslek Dersleri Öğretmeni" olarak görev yapan öğretmenler nasıl ki K. Kerim, Arapça, Hadis, Tefsir,  Kelam vb derslere giriyorsa İlahiyat bitiren Dikab öğretmenleri de girebilir. Üstelik maaş karşılığı olarak. Çünkü İHL'de görev yapan meslekçilerle,  İHL dışında Dikab öğretmeni olarak görev yapanlar aynı okulun,  aynı sırasında beraber okumuş insanlar. İlk göreve atarken Bakanlık, diploma sahibine sormadan kendince kimine 'İHL Meslek Dersleri Öğretmeni' olarak atama branşı vermiş,  kimini de 'Dikab' öğretmeni olarak atamış. Bu branştakiler lisede,  ortaokulda görev yapıyorsa öğrencinin gözünde 'dinci', İHL'de görev yapıyorsa 'meslekçi'  olarak adlandırılırdı. Ne zaman ki, eğitim fakültelerinin bünyesinde Dikab öğretmenliği bölümü açıldı. Yasaklar başladı.  İHL'de ki orta ve liseye,  orta ve lisedeki de İHL'lere tayin isteyemez oldu. Bakanlık zaman zaman alan değişikliği açtı, geçen geçti,  geçmeyen ise bakanlığın atama branşında kaldı. Bir kaç yıldır bakanlık alan değişikliği de yapmaz oldu artık...

Aynı okulda okuyan,  aynı sırada oturan, birbirinin aynısının tıpkısı dersleri gören ve aynı mesleği icra eden bu meslek erbabına şimdi aşılmaz duvarlar var. Her branşa açık olan bu okullar maalesef ilahiyat mezunlarına açık değil. Bu mesele yıllardır çözüldü,  çözülecek dendi. Şu ana kadar bir arpa boyu yol alınmadı.

Bakanlık yetkilileri!  Bu meslek erbabının çektiği yetmez mi artık. Bu;  anlaşılmaz, garip, komedi  tasarruftan ne zaman vazgeçilecek. Bu meseleyi çözmek için alan değişikliği bile açmaya gerek yok. Yönetmelikte yer alacak tek cümle yeterli: "İlahiyat  mezunu olanlar atama branşı ne olursa olsun,  İHL ve diğer orta ve liselerde görev yapar. Eğitim Fak. bünyesinde açılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği okuyanlar,  İho ve ortaokullarda görev yapar." 15.11.2016