22 Eylül 2016 Perşembe

Çocuğumu çocuğunuz bilin... *

Uzun bir aradan sonra çocuğum bu hafta okula başladı. Baştan söyleyeyim, ben yeterince okuyamadım. Pişmanlığını duyuyorum hep. Çünkü bana yeterince rehberlik yapılmadı. Çocuğumun; vatana, millete hayırlı hizmetler yapacak şekilde okumasıdır muradım.

Biliyorum, siz kutsal bir görev ifa ediyorsunuz. İşiniz zor. Çünkü biz evde 2-3 çocukla başa çıkamazken siz yüzlercesiyle muhatap oluyorsunuz. Elleri öpülesi insanlarsınız. Öğrettiğiniz her bir harf için gerekirse köleniz olurum. Bir veli olarak sizlerden bazı isteklerim olacaktır. Umarım anlayışla karşılarsınız beni. Öncelikle yeni eğitim ve öğretiminiz müdürüyle, yardımcısıyla, öğretmeni ve personeliyle hayırlı olsun. Baştan söyleyeyim: Çocuğum başarılı- başarısız olabilir, hatta kötü de olabilir. Ama ne yaparsınız ki benim çocuğum. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Çocuğum akranlarının yanında farklı bir hüviyete bürünebilir, onlara  uyup yaramazlık yapabilir, derslere ilgisiz olabilir, ders çalışmayabilir, hatta anlamayabilir. Bu, onun kapasitesinin olmadığı anlamına gelmez. Mutlaka onda da -tespit edilmeyi ve işlenmeyi bekleyen- bir cevher vardır. Niyetim onu topluma kazandırmak ve faydalı bir birey olmasını sağlamaktır. Eğer kazanılamaz, dışlanırsa onun sıkıntısı mutlaka topluma ve belki de senin çocuğuna sirayet edebilir. Unutmayın ki canlı bomba olan bir kişi ama öldürdüğü insanlar yüzler olabiliyor bazen.  Bu yüzden çocuğum size emanettir. Onu kendi çocuğunuz bilin. Her ne kadar eskilerin dediği "Eti senin kemiği benim" bakış açısı -aşırı korumacılıktan olsa gerek- şimdilerde kalmasa da,  çocuğuma kendi çocuğunuza yapılmasını istediğinizi yapın. Yapılmaması gerekeni de yapmayın. Şiddet ve hakaretin dışında davranışlarına olumlu katkıda bulunacak,  açıklanabilir her türlü makul yaptırım ve cezai müeyyidenizin yanındayım, karşısında değil. Yeter ki bir amaca hizmet etsin… Size akıl vermek gibi olmasın ama öncelikle çocuğumu tanıyın, ona ilgi ve alaka gösterin. Ona zaman zaman fırsatlar verin. Dersinizi sevdirmek istiyorsanız önce kendinizi sevmesini sağlayın. Sizi severse ölümüne ders çalışır. İlk dersten son derse kadar dersleriniz dolu dolu geçsin. Özel sektörde yapamayacağınız devamsızlığı devlet sektöründe yapmayın. Her ne sebeple olursa olsun çocuğumun dersleri boş geçmesin…

Bizden istediğiniz makul isteklere kapımız hep açık. Ben size, siz de bana ve çocuğuma güvenin. Birbirimize güvenelim ki okul dışında başka alternatif yollara tevessül etmeyeyim. Kafamdaki okullardan bir şey olmaz algısını kaldırayım. Siz de bu çocuktan bir cacık olmaz yargısından vazgeçin. Derslerine takviye olması için yardımcı kaynak tavsiyesinde bulunabilirsiniz. Ama ‘Şu yazarın kitabını, şu kitapçıdan alacaksınız. Çünkü ben dersleri bu kitaptan takip edeceğim’ şeklinde nokta atış yaparsanız -kalbinizde bir kötü niyet olmasa da- ben bunda bir Çapanoğlu ararım. Lütfen pazarlamacı ve yayınevlerinin tutsağı olmayın… Güya eğitim ücretsiz. İnanın ücretli olsa bundan daha iyi. Çünkü bir veli olarak yardımcı kaynaklara verdiğimi, etüt merkezi ve temel liseye ödediğimi, servise verdiğimi, cebine koyduğum harçlığı bir araya getirsem hayatı boyunca yaşayabileceği bir iş yeri açabilirim. Yine de  eğitim ve öğretime giden param helal olsun. Ben buna hazırım. Yeter ki sonuç alabilelim.

Bir veli olarak ben de sizi tanımak, evimde misafir etmek isterim. Veli toplantısına geldiğim zaman bana, e-okul ortamından görebileceğim notunu söyleyip “Çocuğunuz çalışmıyor” demeyin. Çocuğumun yeterince çalışmadığını ben de biliyorum. Çocuğumun benim bilmediğim yönlerini söylemenizi isterim. Kaç ay geçtiği halde “Sizin çocuğunuz hangisiydi, çıkartamadım derseniz bilin ki o zaman yıkılırım.

Okulunuzun imkanları yeterli olmayabilir. Mevcut imkanları iyi değerlendirelim. Okul ve sınıf ortamları temiz olsun. Çocuklarımıza sınıfı, sırayı, duvarları hor kullanmama bilincini aşılayalım. Gerekirse kirletenlere temizletelim. Yeterli elemanınız yoksa temizlik yapacak personelin ücretini veliler olarak biz ödeyelim. Her şeyi kabul ederim ama ders işlenen yerin kirli olmasını asla kabul edemem. Kaldığı yeri sorumsuzca kullanan: “Nasılsa temizleyen var” diyerek yarın kamusal alanları da fütursuzca kirletir.

Bir veli olarak çocuğumun okuyup başarılı olması, başarılı olamasa da en azından topluma yararlı bir birey olması için  gerekirse saçımı süpürge ederim. Eğitim ve öğretim konusunda benim ve çocuğumun üzerine düşecek maddi ve manevi sorumluluğu üstlenirim. Bildiklerimi yapar, bilmediklerimi de sizden öğrenmek isterim. Sizden de görev ve sorumluluk bilinci çerçevesinde ibadet aşkıyla çalışmanızı istirham ederim.

Öğrenci-veli, öğretmen, idare ve personel olarak birbirimizi suçlamadan –taşın altına elimizi koyarak- çalışmak bizden, tevfîk Allah’tan diyelim. Allah yar ve yardımcımız olsun. 21/09/2016

24/09/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde 26/09/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır.



20 Eylül 2016 Salı

Sevdim ben bu öğretmenliği


04.02.1992 yılında başlamıştım öğretmenliğe. 13 yıl boyunca Gaziantep-Nizip, Adıyaman-Kahta, Adana-Seyhan ilçelerinde liselerde öğretmen olarak görev yaptım. Ortalama 25-30 saat derse girdim haftada. Öğretmenliğimin en zevkli, en heyecanlı, en idealist yıllarıydı.

Öğretmenlik hayatım boyunca idarecilik yapmayacağım dememe rağmen branşıma memleketim kapalı olduğundan,  ikinci bir tayin hakkım olsun diye hiç aklımda yok iken müdürlük sınavına girdim. 24.01.2005 tarihinde müdür koltuğuna oturdum. 11 yıl boyunca   lise, ilköğretim  ve ortaokullarda yönetici olarak görev yaptım. Toplantılardan fırsat buldukça 2-6 saat arasında derse girdim, eğer buna ders denirse. Kafam meşgul ve iş yoğun iken girdiğim derslerdi. Zira yöneticilerin girdiği derslerden hayır gelmezdi. Bu yüzden bu aşamada girdiğim derslerden hiç haz almadım.

Koltuğa oturduğum andan itibaren yönetici olarak yaptığım görevden hiç hoşlanmadım. Çünkü yaptığımız idarecilikten ziyade evrak memurluğu idi. Yetkisi olmadan her türlü sorumluluğun verildiği bir makamdı zira. Öğretmenini, öğrencini, velini, servisçini, kantincini, personelini, muhitini, milli eğitimini aklına gelebilecek her kesimi memnun ve hoşnut edeceksin. Sen hep içine atıp dişini sıkacaksın. Sana kimse derdin nedir diye sormayacak, herkes hizmet bekleyecek, işinin olduğuna bakacak.  Sürekli değişen sisteme, mevzuata ayak uyduracaksın.  Fincancı katırlarını ürkütmeyeceksin. Sabahtan akşama okula kendini bağladığın gibi yeri geldiği zaman hafta sonu ve akşamları da okulda bulunacaksın. Okuldan ayrılsan da aklın orada kalacak... Sonu gelmeyen resmi yazılara süresi içerisinde cevap vereceksin... Gerekli gereksiz istekleri yaptıktan sonra fırsat bulabilirsen müdürlük yapacaksın...

Müdürlüğe geçtiğim andan itibaren sırtımdaki bu yumurta küfesinden bugün kurtulacağım, yarın kurtulacağım derken 2005'ten bugüne 11 yıl geçmiş. Dilimle söylediğimi 2016 yılında beynimde de bitirerek 22/07/2016 günü itibariyle öğretmenliğe döndüm. Yıllardır yapmadığım yaz tatilini de doya doya yaşadım.

01/09/2016 tarihi itibariyle mesleki çalışma için okulda bulundum. 19/09/2016 günü itibariyle bayramdan sonra öğretmenliğe yeniden adım attım. İlk günde 6 saat derse girdim. Okuldan ayrılırken öğretmenlik yıllarım gözümün önüne geldi. İçim huzurluydu, zevk de aldım girdiğim derslerden. Ben içten içe huzur duyarken biz sabahçı grubu savan idarecilerimiz öğlenci grubu almaya hazırlanıyorlardı. Acıdım hallerine gerçekten. Sabahtan beri odasında, koridorda gördüğüm yöneticilerin yüzü gülmüyordu. Kim onları nerede yakalamışsa bir şey istiyordu kendilerinden. Birinin işini yaparken diğeri sıra bekliyordu arkasında. Allah hepimizin yardımcısı olsun, hele de idarecilerin. Yanlarına gelenlerin kaçını memnun ettiler, kaçı kırgın ve kızgın ayrıldı kim bilir? Yaptıkları evrak memurluğu ve idarecilik dolayısıyla kaç dost edinebilecekler zaman gösterir. Çünkü idarecinin dostu olmaz. Bakmayın siz bir hevesle çoğu kimsenin yönetici olmak için çaba sarf ettiğine. Çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir hep.


İdareciliğe son noktayı koyarken,  kafamda taşıdığım bunca aradan sonra acaba yapabilir miyim endişesinin yersiz olduğunu anladım. İlerlemiş yaşıma rağmen ilk gün girdiğim dersten zevk aldım. Sınıflarda gözleri parıldayan öğrenciler gördüm, sorduğum sorulara cevap veren ve soru soran. Bundan önce 11 yıl boyunca iyi-kötü genelde büyüklerin işini yapmaya çalıştım. Şimdi sıra almaya meyilli küçük dimağlarda. Verimli olacağıma da inanıyorum. Daha ilk günden diyorum ki iyi ki dönmüşüm asıl mesleğime.  Darısı isteyenlere... 

Oh be! Dünya varmış... 19/09/2016

19 Eylül 2016 Pazartesi

Bugün okullu oldum*


Biliyorum; ailem, akrabalarım, öğretmenlerim, yöneticilerim, büyüklerim ve çevrem benden ve benim gibi okula başlayanlardan çok şey bekliyorlar. Bu da doğaldır. Bilin ki ben bunun farkındayım. Zaten bunun için buradayım. Uzun bir tatilin ardından başlangıçta biraz zorluk çekeceğim ama alışacağım. Çünkü okumaktan başka çarem yok. Ben gemileri yaktım da geldim buraya. Biliniz ki yaz boyunca kafam boşaldı. Doldurmaya geldim.  Fotokopi makinesi gibi her şeyi alırım. Ben bu okulun müşterisi ve iç paydaşı olarak yoğurulmaya hazırım. Dedim ya. Ben her şeyin farkındayım. Pekiyi büyüklerim siz ne istediğinizin ve ne yapmak istediğinizin farkında mısınız? Bana bir şeyler  vermeye hazır mısınız?

Dedim ya beynim boş. İyi-kötü her şeyi alırım. Bakmayın siz benim ilgisiz gibi göründüğüme. Siz belki farkındasınız ya da değilsiniz. Benim de sizden istek ve beklentilerim olacaktır. Hani siz,  ilk gün yapmamız gerekenleri sayarsınız ya. Teşekkür ederim ilgi ve alakanıza. Pekiyi ben sizden neler bekliyorum. Niçin hiç sormuyorsunuz? Kusura bakmayın. İşin başında benim de sizlerden isteklerim olacaktır. Dediklerime “Daha sen çocuksun, bilmezsin” diye kızacaksanız, sözümü ağzıma tıkayıp “Yaramaz bu çocuk” diye beni kara listeye alacak iseniz,  hiç konuşmayayım... Hazırsanız, söylüyorum:

Bana yasakladığınız hiç bir şeyi kendiniz de yapmayın, hem de gözümün önünde. Çünkü faydası olmaz. Yasaklara riayet ederim belki. Ama fırsatını bulduğum ilk anda yasakları çiğnerim… Siz büyükler serbest giyinirken bana bir numara küçük gelen,  tek tip, aynı renk formaları giymeye beni zorlamayın. Burası asker ocağı değil bir kere. Ben bir bireyim. Lütfen bu kıyafet düzenlemesini -artı ve eksileriyle birlikte- bir kere daha düşünün.

Toplumsal hayatta gücüme göre görev alayım. Bana sorumluluk verin, her şeyden önce bana güvenin. Takibi de elden bırakmayın. Beni hazır yiyici olarak yetiştirmeyin. Yarış atı gibi sadece sınavlara hazırlamayın. Hayata da hazırlayın. Çocukluğumu da yaşayayım biraz. Sadece bilgi yüklemeyin. Analiz yapmama, beynimi kullanmama ve analitik düşünmeme de fırsat verin. Seçenekleri verilmiş, test tekniğine dayalı, bol soru çözdürmekten ziyade açık uçlu sorularla zorlayın beni… Bana evde, okulda sadece nasihat etmeyin. Çünkü bir kulağımdan girer, öbüründen çıkar gider. Hepiniz bana yaşantınızla örnek olun. Benim aklımda kalacak olan sadece davranışlarınızdır. Öğretmenim not vermede ve öğrencilere davranışlarında adil olmazsa ben de adil olamam. Evimde kavga varsa benden uslu bir davranış beklemeyin. Yaptığım davranışı görünce “Nereden öğrendi bu çocuk bunu” demeyin. Ben aklınıza gelebilecek her türlü kötülüğü yaşadığım ortamdan yani annemden, babamdan, arkadaşlarımdan, öğretmenlerimden, çevremden, görsel ve yazılı medyadan… alıyorum bilesiniz. Çünkü ben iyi bir alıcıyım.

Derslerime düzenli, tertipli çalışmam isteniyorsa çalıştığım odanın yanında gecenin bir vaktine kadar dizi izlenmesini istemiyorum. Beşikten mezara ilim öğrenilecekse buyurun beraber öğrenelim. Takviye ders, özel ders ve yardımcı kaynaklarla boğmayın beni. Alacağım kadar yük yükleyin bana. Siz hafta sonu tatilinizi yaparken beni erkenden etüt merkezi gibi yerlere göndermeyin. Eğer bilgiyi dışarıdan alacaksam bu okullar niye var, bana söyler misiniz? Okulları, dışarıdan takviyeye ihtiyacım olmayacak şekilde donatın o zaman. Siz akademik ve din eğitimini olması gereken yerin dışına ihale ederseniz biz daha nice nice 15 Temmuzlara maruz kalırız, haberiniz olsun.

Okuluma sabah erkenden gitmek, akşamın geç vaktinde gelmek istemiyorum. Giderken üzerime Güneş doğmalı, gelirken de hava aydınlık olmalı. Şu ikili öğretimden bıktım usandım artık. Okul mu kiralarsınız… Ne yaparsınız?  Bilmem. Ama lütfen bir çözüm bulun.

Ben derslerime hazırlıklı geleyim. Yeter ki durmadan “Çalış, çalış” demeyin. Ama siz de hazırlıklı gelin. Derse gelince “Nerede kalmıştık çocuklar? Haydi sen oku” demeyin. Adımla hitap edin bana.  Zira geçen yıl öğretmenim bir sene boyunca adımı öğrenemedi  maalesef.

Haftalık ders toplamı biraz  fazla değil mi? Hiç azaltmayı düşünüyor musunuz? Hazmedilmeden öğrenilen çok bilgi, bilgi yığınından ibaret olsa gerek. El insaf Bakan Amca!

Servisçi amca! Aracı kurallarına göre sür, başkasıyla rekabet etme, fiyat belirlerken de biraz insaflı ol… Kantinci amca! Kantini yüksek kiraya tuttum diye hıncını benden çıkarma, fiyatların makul olsun, temiz olsun, kaliteli olsun. Kazancın  bol ve rızkın helal olsun.

Büyüklerim! Yazdıklarımdan dolayı kızmayın bana. Biliyorum siz benim iyiliğimi istiyorsunuz. İnanın ben de çok iyi niyetliyim. Bu kadar iyi niyetten doğru ve doğrular ortaya çıksın artık… Kazanan ülkem olsun. Hepinizin yeni eğitim ve öğretimi hayırlı olsun. 19/09/2016

* 21.09.2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.




18 Eylül 2016 Pazar

Tabiat boşluk kabul eder mi?



2001-2002 yıllarında Adana’da çalışırken bir vesileyle yolum Yehova Şahitleriyle kesişti. Temsilcisini davet ettim. Eşiyle beraber geldi evime. Tanıştık. Sigorta işleriyle uğraşan kendisinin  ve eşinin adı Müslüman ismiydi. Her ikisi de Türkçe konuşuyorlardı. Temsilcinin aksanından yabancı olduğunu anladım. Ama eşi Türk idi. Geçmişini sordum eşine. “Namaz kılar oruç tutardım sonradan Yehova oldum” dedi. Bana kendi inançlarını anlatan bir-kaç risale hediye ettiler. Biraz oturduktan sonra Kitabı Mukaddes’ten bazı bölümler okuyabilir miyim” dedi temsilci. Elbette dedim. Daha önceden fosforlu kalemle çizilmiş İncil’in bazı bölümlerinden cümleler okudu bana. Okuma işi bittikten sonra Kitabı Mukaddes’ten -daha önce okuyup notunu aldığım- bazı bölümlerle ilgili sorular sordum. Kitabınız peygamberlere hakaretlerle dolu soruma “İsa dışında tüm peygamberler günahkar” cevabını verdi. Sonra vedalaşıp ayrıldık.
***
Bir kaç ay sonra okulumun müdür yardımcısı: “Biriyle tanıştıracağım” diye odasına çağırdı. Misafir, Güney Koreli biri idi. Adana’da misyonerlik çalışması için bulunuyormuş, adını da değiştirmiş Musa ismini almış. Kendisine daha önce hangi inançta olduğunu sordum. Konfüçyüs olduğunu söyledi. Sonradan araştırarak Hristiyan olduğunu belirtti. İslam’ı da araştırdın mı dedim. “Araştırdım” dedi. Neyini beğenmedin İslam’ın deyince, “Çok evlilik içime sinmedi” dedi. O devirde birden fazla evlilik bir realiteydi. Batıda da vardı. Eğer İsa peygamber de yaşasaydı o da birden fazla evlenebilirdi” cevabıma “Belki” dedi. Adana’da kaç tane kilise eviniz var dedim. 50 tane dedi. Ayrıldık.
***
Adana’da bir başka okulda ders tamamlamaya gittim. Ramazan ayı idi. Okulda az sayıda oruç tutan öğrencilerden biri geldi yanıma. “Hocam ben Hristiyan olmaya karar verdim” dedi. Çok mu beğendin Hristiyanlığı, derdin ne? Çünkü sen orucunu bile tutuyorsun, dini bilgin de ileri derecede dedim. “Yok hocam Hristiyanlığı beğendiğimden değil. Ben Güneydoğuluyum. Ailem orada. Ben burada ağabeyimin yanında kalıyorum. Geçen gün bana ‘Başının çaresine bak, sana bundan sonra bakamayacağım, kendine yer bul’ dedi. Şimdi ne yapacağım bilemiyorum. Niyetim yurt dışına gitmek. Bunun için de Hristiyan olacağım. Çünkü dışarıya başka türlü gitmem mümkün değil. Geçen gün bir arkadaşım kiliseye gidip hristiyan olunca ona pasaport çıkarttılar. Dinimi değiştirirsem bana da yardımcı olacaklar” dedi. Dilimin döndüğünce yaptığının yanlış olduğunu izah etmeye çalıştım. Daha lise çağındaki  genç ne yaptı sonraları bilmiyorum.
***
2000’li yıllarda başımdan geçen üç tane üzücü anekdot. Güzel ve mükemmel dinimizi anlatamıyoruz, belki de yaşayamıyoruz. Ülkem yabancıların cirit attığı bir yer. Batılılar iyi bir saha çalışması yaparak ülkemde faaliyetlerde bulunuyor. Anlattığım anekdotlarda yabancıların bizim Müslüman insanımızı kendi inançlarına döndürme çalışması var hep. İlk iki olayda muhatap olduğum kişiler özel olarak yetiştirilip ülkeme gönderilmiş kişiler. Konuşması, giyimi, davranışları çok insancıl. Konuşacağı alanları biliyorlar, kitaplarından okuyacağı yerleri biliyorlar. İşini bırakıp ayağına kadar da geliyorlar. Üçüncü olayda; kalacak yeri olmayan genci ne şekilde kendilerine çekeceklerini de biliyorlar. Düşündüm de kendi ülkemin insanı sahipsiz. Tabiat boşluk kabul etmiyor. Adamlar boşluğu buldu mu affetmiyorlar. Biz kendi insanımıza sahip çıkmaktan aciziz. Biz hep aynı kulvar ve menzile giden  insanımızı kendimize çekmeye çalışıyoruz, yeni insanları kazanacağımız yerde. Tıpkı GSM operatörlerinin yaptığı gibi.

Farklı kulvardaki insanlara yaşantımızla örnek olarak ulaşmamız lazım. Belki de adam adama markaj yaparak... Güzel bir üslupla, güzel bir iletişim ve ikna edici bir yöntem  kullanarak yeni insanları İslam’la buluşturmamız lazım hem de ayağımıza beklemeden biz onlara giderek... 18/09/2016

Çözülmedik meselemiz kalır mı bizim?

Türkiye’de yaşayan insanları genelleme yaparken  -her ne kadar- % 99’u Müslüman dense de  bu ülke; her kesimden, her düşünceden, her inançtan toplulukların bulunduğu bir mozaikler ülkesi. Çoğu insan da düşüncesini söyleyemeden yaşar bu ülkede. Çünkü kimi baskıdan, kimi ayıplanmaktan, ya da dışlanmaktan endişe eder. Düşüncelerin rahatça söyleneceği ortamlar olmayınca her kesim birbirine karşı körler ve sağırlara oynar. Herkes yekdiğerini yüzeysel tanır ve birbirine karşı ön yargılıdır. Her kesim kendi inanç ve düşüncesinin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna kendini inandırarak kendi düşüncesindekileri korumaya çalışır. Diğer kesimin kendi düşüncesine gelmesini, kendi gibi düşünmesini ve yaşamasını ister. 

Farklı yapı ve dokuların birbirlerine karşı iletişim, üslup ve güven  sorunu vardır. Genelde ya saldırganızdır, ya da savunmadayız. Ortası yok bu ülkede.  İletişim ve üslup sorunumuzu halletmeden, birbirimize güven vermeden  bu ülkede birbirimize  ve inançlarımıza karşı saygılı bir şekilde yaşayamayız. Barış iklimi de asla gelmez. Bazı zamanlarda ortaya çıkan barış görüntüsü de yalancı bahar gibidir. Her kesim bu üç sorunu çözmeden kimseyi ikna edemez. Her şeyden önce farklı düşünceye sahip insanlara karşı empati yapabilmeyi bilmeliyiz. Fikirlerimizi medenice tartışamıyoruz. En ufak bir durumda en sakinimizin hemen sesi yükselir. Hemen belden aşağıya vurmaya başlarız. Birbirimizi de dinlemeyiz. Yüksek sesle hakaretlerimizi bir bir sıralarız. Araya girilmezse eğer gerekirse kavga bile ederiz. Maalesef birbirimize tahammülümüz yok.

“Benim oğlan bina okur, döner döner bir daha okur” misali farklı kesimler birbirinin hep niyetini okur bu ülkede. “Yok, sen böyle diyorsun ama aslında sizin niyetiniz bu” şekilde. Çünkü her kesim diğerlerine karşı şeffat değil, maalesef genelinin bir gizli ajandası var. Bu ikinci ajandadan vazgeçmeden ya da açığa çıkarmadan asla karşı tarafa güven veremeyiz. Gizli ajandamız yoksa da bu gizli ajanda algısından kurtulmamız lazım. Karşı tarafa yemin billah  etsen de mümkün değil inandıramıyorsun. Çünkü “Öküzün altında buzağı arıyoruz” hepimiz anlaşılan. İletişim, üslup, güven ve gizli ajanda konusunda birbirimizin eline su dökemeyiz. Aslında tencere-kapak gibiyiz farkında olmasak da.

Yaşayacak başka ülkemiz yoksa bu sorunu nasıl çözeceğiz? Sorunu tespit edip her kesim kendi öz eleştirisini yaparsa çözüm de kendiliğinden gelir aslında. Eğer birbirimize karşı:
·         İletişim ve diyalog yolunu hep açık bırakırsak,
·         Şeffaf olup, gizli ajanda taşımazsak,
·         Güzel bir üslupla medenice tartışabilirsek,
·         Güvenirsek,
·         Şiddet, baskı ve yıldırma olmadan, aba altından sopa göstermeden saygılı olabilirsek,
·         İyi günümüzde, kötü günümüzde empati yapabilirsek,
·         Fikir, düşünce ve inancımızı birbirimizi rahatsız etmeden ayıplamadan, dışlamadan özgürce savunup yaşayabilir ve birbirimize hayat hakkı tanırsak,
·         Bu ülkeyi birbirimizden kurtarmaya çalışmaz, içinde bulunduğumuz yapıdan beslenmezsek,
·         İşimizi düzgün yapıp ülkenin kalkınması için çabalarsak,
·         Konuşma ve davranışlarımızda birbirimizin hassasiyetlerine riayet edersek...

Bu ülkenin çözülmedik meselesi kalmaz inanın... 18/09/2016

17 Eylül 2016 Cumartesi

Ölenin Ardından Nasıl Konuşalım?

İster inansın, ister inanmasın, ister iyi ve güzel yaşasın, ister kötü, ister inançlara saygılı olsun, ister düşmanı olsun. Doğum kadar ölüm de haktır. Sırası gelen her fani ölecektir. Çünkü sünnetullah'ın gereğidir bu. 

Ne zaman karşı mahalleden biri ölse, inancı ve yaşantısı gündeme gelir: “Geberdi gitti, şöyle kötüydü, böyle kötüydü,  falan tarihte şu konuda şöyle demişti, şimdi artık görsün gününü…” diyerek mevtanın arkasından neredeyse zil takıp oynayanlarımız var.  Ölenin ardından yakınları ve sevenleri üzülürken karşı kesim de zafer kazanmış komutan edasıyla sevince boğuluyor.

Ölenin ardından sevenlerinin üzüntü duyması insani bir olaydır. Fakat daha cenaze  defnedilmemiş, sevenlerinin acısı taze iken mevtanın düşüncesi ne olursa olsun; hakkında ileri geri konuşmak, hakaret etmek tasvip edilecek bir davranış değildir. Eğer bir kişi hakkında değerlendirmede bulunulacaksa olay soğumaya yüz tuttuğu zaman -hakaret etmeden- davranışları itibariyle eleştirmek söz konusu olabilir. Çünkü ölüm sözün bittiği yerdir. Sessizliğin hakim olması gerekir. Çünkü yorganın gittiği andır bu an. Kavga varsa sonraya ertelenir. Sonra ölen kişi sizi duyamaz, kendisini savunamaz, size zarar veremez. Hoş, siz de zarar veremezsiniz ona. Eğer yaşantısını beğenmediğimiz biri vefat etmişse inancı gereği dua anlamında ona rahmet dilenmez kanaatinde isek susmak en güzelidir. Hz Muhammed'in yolundan giden bizlere ne oluyor ki bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaya çalışıyoruz? Hiç yakışmıyor bize. Hepimiz Ebu Cehil'in tavrını, amansız düşmanlığını, peygamberimize ve Müslümanlara neler çektirdiğini iyi biliyoruz. Bu İslam düşmanı öldüğü zaman Ebu Cehil'in ardından konuşmayı ve hakaret etmeyi Peygamberimizin yasakladığını bilmeyenimiz yok. Çünkü Ebu Cehil ne kadar kötü olursa olsun onun da sevenleri vardı ve Müslüman olan İkrime'nin babasıydı. idi. Ne kadar kötü olursa olsun babasıydı. Başkasının babası aleyhinde konuşmasını kaldıramayabilirdi.

Biz, karşı mahalleden ölen biri öldüğü zaman sevineceğimize üzülmemiz lazım. Biz onunla iletişim kuramadık, düşüncemizi anlatamadık, kendi inancımızın doğruluğunu gösteremedik, o arkadaşı kazanamadık diye dertlenmemiz lazım. Hani Celalettin Rumi, idam edilmiş birisini gördüğü zaman ayaklarına sarılıp ona: 'Kardeşim, bize hakkını helal et, biz görevimizi yapamadık, eğer biz sana daha önce ulaşabilseydik, belki idam edilmeyecektin' demişti ya. İşte biz de böyle üzülmeliyiz. Eğer kendi inanç ve düşüncemiz doğru ise -ki doğrudur- biz ona anlatamadık, görevimizi yapamadık, örnek olamadık, amma da beceriksiz imişiz diye üzülmemiz lazım. Madem görevimizi yapamadık, üzülüp dert edinmeyi de beceremiyoruz. Allah aşkına kendini savunamayacak olanın ardından konuşmanın bize ne faydası var. Bu hareket nasıl bir psikoloji? Gerçekten anlayamadım gitti. Ölen bizim inancımızdan değil ise -ki olmayabilir- yanına gidip kendimizi anlattık mı?

İnanmak da inanmamak da eğer bir tercih ise –ki tercihtir- bırakın adam inanmama hakkını kullansın. Biz böyle yaparak karşı mahallenin de kılıçları kuşanmasına zemin hazırlıyoruz. Yarın bizim kesimden de birileri vefat ettiği zaman benzer salvoları onlar da yapacak. Bunun, birlikte yaşadığımız bu ülkenin barış atmosferine hiç katkısı olmaz. Sadece aramıza nefret tohumlarını saçmış  oluruz. Ölen bizim için bir şey ifade etmiyorsa, yok kabul edelim olup bitsin. 17/09/2016

16 Eylül 2016 Cuma

Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor... Eden buluyor mu ne?

2013 yılında çıkan kanunla birlikte  yöneticilikte dört yılı dolduranlar belirlenen kriterlere göre yeniden puanlandı. Yanlış hatırlamıyorsam 75 puanın altında kalanlar yöneticilik görevinden öğretmenliğe döndüler. Bu süreçte şahsım da yöneticilikte dört yılını doldurduğu için yeniden puanlamaya tabi tutuldum.  Okuldan dört öğretmen, birlik başkanı ve yardımcısı, okul öğrenci meclis başkanı ve İlçe Milli Eğitim Müdürü ve iki yardımcısının verdiği puanlarla 75 barajının altında 66.25 puan alarak müdürlüğe veda etmiştim.

İki aylık birikmiş yıllık iznimi kullanırken mülakata dayalı müdürlük sınavına,  bir dostumun ısrarıyla yeniden başvurdum. Demek ki dinlenmek insana yarıyormuş. Mülakatta şahsıma 78 puan takdir etmişler.  Başka bir okulda yeniden müdür olarak görev aldım istemeyerek de olsa.

Bir yıllık çiçeği burnunda yeni müdür iken il dışında zorunlu bir seminere katıldım. Seminerde fakülteden sınıf ve sıra arkadaşımla karşılaştım.  Hal-hatırdan sonra:  “Ağabey sen müdürlükten niye elendin biliyor musun” dedi. Yeni göreve başladığım okulda akan suları kestiğim, tuvaletleri kapattığım, diyanetin yaz projesine karşı çıktığım, yazın dinlenmeye geldim dediğim, İHL’lerin sayısının çokluğundan şikayetçi olduğum…gibi bir kaç tane gerekçe saydı beni eleyen kişi deyince,  dostum: “Hayır, sen o yüzden elenmedin ki” dedi. Sen nereden biliyorsun dedim. Bana: “Elenenlerin içinde senin ismini görünce hemen telefona sarıldım. Şehirde bu konudaki en yetkili kişiyi aradım. İsmini vererek bu arkadaşı niye elediniz dedim.  Kendisi bir başka telefon konuşması yaptıktan sonra bana dönüp: O arkadaş, yanlış istihbarattan paralelci diye elendi ama telafi edeceğiz  cevabı verdi. Yani seni paralelci diye elemişler. Peki telafi ettiler mi dedi bana? Elbette telafi ettiler, göz önünde görünmesin diye şehre 25 km uzaklıkta bir yere verdiler.  Nerede çalıştığımı soran birine çalıştığım yeri söyleyince bana çok mu kaşındın oraya gitmek için dedi.

Dostumun verdiği bu bilgiye üzüldüm gerçekten.  Paralelci damgası yemişim. İşin garibi ‘p’ si bile yok bende bu özelliğin. Beni bir nebze teselli eden paralelci olmadığım idi. Zaten elenmemin ardından yanlışın farkına varmışlar. Beni esas üzen, beni eleyenlerin yanlarına çağırıp “Kardeş yanlış istihbarattan –pardon dedikodu ağzıyla- biz seni paralelci diye eledik” dememeleriydi. İftiranın böylesine de pes doğrusu.

Bildiğiniz gibi 15 Temmuz  2016 darbe teşebbüsü sonucunda ilan edilen OHAL ile birlikte çıkan kararnamelerle FETÖ üyesi olmaktan çok kişi ya açığa alındı ya da memuriyetten ihraç edildi. Sayısını takip edemediğim kadar  çoktu açığa alınanlar.. Kaderin bir tecellisi ki açığa alınanların içerisinde bana puan veren  iki milli eğitim yetkilisi de varmış. İsimlerini duyunca sevindim desem yalan olur.  Çünkü ben birilerinin mağduriyeti/mutsuzluğu üzerine mutluluk duyan biri değilim. Kendileri FETÖ’cü mü değil mi bilmem.  İhraç edildiler mi onu da bilmiyorum. Takibini de yapmıyorum. Çünkü alınanların içerisinde alakası olmayan insanların olduğunu duyuyorum çevremden ve basından. İnşallah hiç alakası olmayan kişilerin mağduriyeti giderilir.


Bana ilginç, anlamlı ve manidar gelen beni paralelcilik ithamıyla eleyen üç yetkili kişiden ikisinin FETÖ’cü damgası yemesi.  Paralelcilik sanırım FETÖ’cülüğe göre daha hafif ve masum kalır. Üstelik ben açığa alınma ve memuriyetten ihraç gibi bir durumla da karşılaşmadım. Bu iki arkadaşın maruz kaldığı durum daha vahim gibi gözüküyor. Bana, bende olmayan bir ithamda bulunanların ayağına daha büyüğü, daha beteri dolanmış gibi sanki. Allah iftiradan saklasın. Mağdur iseler inşallah en kısa zamanda temizlenerek gelirler. Böylesi durumlara  “Men dekka, dükka” mı denir, “Kazdığı kuyuya kendi düştü“ mü denir, tuzağı kendi boynuna dolandı mı denir, eden bulur mu denir bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Kimsenin yaptığı yanına kâr  kalmıyor. Allah tuzak kuranlardan eylemesin. 16/09/2016