Bugün 165 öğrenci ile birlikte Karaaslan Hadimi Parktaydık. 9 kamelya bize aitti. Kamelyanın bir tanesi çift kamelya. Bir tarafında bizim öğrenciler var. Diğer tarafı boş iken kalabalık bir aile koca parktaki o kadar kamelyayı bırakarak araya araya bizim o boşluğa yerleşti. 8 sınıfın arasına beklenmeyen bir yabancı grup girmiş oldu.
Ne var bunda. Oturamasalar mı, gelemezler mi, orası babanın tapulu malı mı diyebilirsiniz? Elbette gelebilirler. Ama benim bu tavrımı yadırgarsanız size bir teklifim var. Bir piknik düzenleyin, aranıza ben o aileyi getireyim, o ailenin bütün piknik masrafını ben çekeyim. Razı mısınız? Haydi razıyız diyeceksiniz, onları nereden bulacaksınız derseniz piknik partnerimiz esmer vatandaşlardandı.
Görevli memur arkadaşımız içeceğimiz ayranları getirirken peşlerinden gelmişlerdi. Verdikçe arttı sayıları. Alıp giden ardından başkasını getirdi. Vermeden de gitmedi. Vermeyi kestik, gitmemek için epey direndiler. Yağmur bir taraftan çiseliyor, bir taraftan da onların burunları akıyor. Yağmur durur gibi oldu onlarınki sanki yağmurdan boşanırcasına idi. Silip temizleme yok zaten. Akan su bulduğu yerden akar ve dağılır ya. Bunlarınki de öyle. Hele şükür gittiler derken bizim diğer kamelyalara yöneldiler. Eşyalar masalarda. Öğrencilerimiz oynamakta biraz ileride. Baktım çekirdek poşetini kaptığı gibi götürdü biri bir masadan. Alınan toplarımıza da tamam dedik.
İçecekleri öğrencilerimize dağıtmadan biraz zayiat verdik ama olsun. Gözüme görünmüyorlar artık derken öğrencilere etliekmek dağıtan öğretmenimiz geldi: Hocam peşimden ayrılmadılar birer tane verdim diye. Tek endişem personel ile birlikte 180 kişiyi bulan grubumuzu aç ve açık bırakmadan doyurmaktı. Biraz ayran takviyesi yaptık.
Bizim esmerlerin anası, babası mangal yakmaya çalışıyor hâlâ. Sayılarını tespit edemediğim çocuklarını zaten biz doyurduk. Aslında yakmalarına bile gerek yok. Kendileri de bize katılsalar olurdu hani. Teşekkür edecekleri yerde öğrencilerin sesinden rahatsız olduklarını söylemezler mi? Ölür müsün öldürür müsün? Sonunda o kamelyadaki öğrencilerimizi bir başka masaya aldık. Görüntü, giyim, kuşamlarından, kopartıncaya kadar yiyecek ve içecek isteklerinden biz de hiç haz almadık ama neyse. Bunların bu tavrı, şehirlerarası otobüs yolculuğunda araçta tek sigara içene: Arkadaş bir sen içiyorsun, bak çocuklar rahatsız oluyor, şu mereti burada içmeseniz olmaz mı" demiş diğer yolcular. İçtiği sigarayı daha da artıran adam: Rahatsız olan aşağı insin" diyor. Rahatsız olan biz olduk ama yerimizi değiştiren yine biz olduk. Böylece esmer vatandaşlar kerevetine ermiş oldu. İlin garibi çocuklar istediğini elde edinceye kadar direniyorlar. Hem de daha bu yaşta. Demekki irsi bunlardaki. Hayatta aç kalmazlar.
Dört tane de bizim içimizde kendi özel misafirlerimiz vardı. Onlara özel olarak peynirli börek yaptırdık. Onları diğer öğrencilerimizden ayıran özellikleri vejeteryan olmalarıydı.
Yağmur yapacağını bile bile, yağmur altında piknik yapmamız yadırganabilir. İki defa piknik erteledik hava raporlarına göre yağışlı göründüğünden. Maalesef her ikisinde de yağmur yağmadı. Öğrenciler odama geldiler, hani yağmur diye. Meteorolojiye göre bugün yine yağışlı idi. Tekrar erteleyip de yine yağmur yağmazsa çoban hikayesindeki çobanın durumuna düşecektim. Yağsa da yağmasa da gitmeliydik artık. Biz yemek yerden yağdı. Öğrencilerimiz yeterince oynadılar ve ıslanmadılar. Bazı öğretmenlerimizin öğrencilerle beraber oyun oynamaları da görülmeye değerdi. Bir an için pikniğe öğrencileri mi getirdik yoksa öğretmenleri mi diye düşünmedim değil.
Öğrenci, öğretmen, personel ile birlikte güzel bir gün geçirildi. Öğrenciler üzmedi. Mesai arkadaşlarımın göründükleri kadar kötü olmadıklarını tekrar anladım. Hepsi fedakârlardı. Hatta esmerlere verdiği etliekmekleri kendi payından düşülmesini bile teklif eden oldu. Piknik payını verirken üstü kalsın diyen de. Hummalı bir çalışmaydı öğretmenlerinki. Çay işlerimize bakan öğretmenimiz, piknik alışverişini yapan ve nevalemizi ayağımıza kadar getiren memurumuz fena değildi hani. Hepsi fedakârdı, sağ olsunlar. Yardımcımız dolaştı orta yerlerde asayiş için. Unutmuş olmalı ortaokul müdür yardımcılarının nöbet ücreti almayacağını.
Ben ne mi yaptım? Ben para toplama işlerine baktım. Bir de beytül malı esmerlerden korumaya çalıştım. Bir de meteorolojiye meydan okunmaması gerektiğini düşündüm.
Personel bana sabretti anlayacağınız...
Sahi siz ne zaman piknik yapacaksınız, haberim olsun. Ben de esmerlerime haber vereyim. 18.05.2016
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Bu Millet Size/Bize Rağmen İyi Müslüman Kalmış! *
Hiç kimseden çekmedi Müslümanlar kendi
kendilerinden çektikleri kadar. Sonuç hep mağduriyet, hep kandırılmak, hep
aldatılmak… Bu toprakların kaderi mi acaba kandırılmak?
Referansımız kitaptır, sünnettir.
Yaptıklarımıza ve yapacaklarımıza dayanak olarak ayet ve hadis okuruz.
Kitleleri ardımızdan sürükleriz. Çünkü bu millet dinini yaşasa da
yaşamasa da dine mesafeli olsa da nefsine uysa da ayet ve hadisi duydu mu
gerisi teferruattır deyip söyleyecek sözü olmaz, boynum kıldan ince der.
Ayet ve hadis okuyana, Allah ve peygamberi ağzından düşürmeyene hep
güvenir, itimat eder. Hayır ve hasenatını, zekat ve sadakasını dindar ve
mütedeyyin insanların bulunduğu vakıf, dernek, cemaat gibi hizmet eden ya da
ettiğine inandığı yerlere verir, çocuğunu bunlara teslim eder; malını, mülkünü
bunlara emanet eder, alışverişini bunlarla yapar, bunlarla oturur, bunlarla
kalkar. Hep bir keramet var sanır bizde. Hep iyi şeyler
yapacağımıza inanır bizim. Bir zamanlar yaptıklarıyla dine düşman
olduğunu gördüğümüz bir kısım askeri erkan bile askerde görev dağılımı yaparken
kasanın başına dindar-mütedeyyin insanları koyar. Düşünür ki bunlar çalmaz.
İçkici, ayyaştır belki ama müftünün yanında ayıp ve günah olur diye içki içmez.
(Bir anekdot için lütfen bakınız: http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/icki-kimin-yannda-icilir.html?m=1)
Biz ne mi yaptık? Neler yapmadık ki!
Vatandaşın ne kadar güveni varsa yok ettik. Vatandaş, iyi eğitim alsın diye
çocuğunu teslim etti. Biz ya ırzına geçtik, ya da beynini yıkadık. Kar-zarar
ortaklığı diye kurduğumuz çok ortaklı holdinglere tüm kazanımlarını getirip
yatırdı. Biz onları da iç ettik, har vurup harman savurduk. Toplayıp
hissedarları: "Arkadaşlar! Kusura bakmayın, biz battık" bile
diyemedik. Kurduğumuz vakıf ve derneklere bunlar hizmet edecekler diye hep
destek çıktı. Sonunda köşe başlarını tutanların rahatı için kullanıldı genelde.
Biz okul, dershane, üniversite açıyoruz, öğrencilere barınma yeri temin
edeceğiz diyenlere bu millet kesenin ağzını açtı, ne verirsen elinle o gider
seninle misali açılan yurtlara, okullara, dershanelere yardım üstüne
yardım yaptı. Açılan okul ve dershanelerde başarı gösterilip millet teveccüh
gösterince kibir üstüne kibir ortaya çıkmaya başladı, artık devleti yönetmeye
kalkıp bir başka gücün emrine girdiler. Sonunda bu milletin parasıyla olan tüm kazanımları
bir bir yok ettiler. Bir tüh bile demediler. Çünkü giden milletin parasıydı,
ceplerinden çıkmamıştı. Şimdilerde birçoğu yurt dışını mesken edindi. Dışarıda
bey gibi yaşıyorlar. Olan bu milletin parasına ve çocuklarına oldu. Devlet dine
karşı mesafeli, yarın derneğimizi kapatıp mal varlığına el koyarsa kazanımlar elden
gitmesin diye vakıf ve derneğe ait gayrimenkulleri yedi emin diye
bildikleri kişilere kendi tapulu mallarıymış gibi resmi olarak verdiler. Devlet
el koyduğunu geri verdi ama güvenilir diye tapusu üzerinde olanların çoğu,
milletin parasıyla yapılan binaları, alınan gayrimenkulleri gelip geri
vermediler. Kendi öz malları gibi zimmetlerine geçirdiler. Devletin şerrinden
kaçınıp şahısların üzerine tapulanan emval bu şekilde iyi diye bilinen kişilerin
malı oldu gitti. Millet nice sonra yağmurdan kaçarken doluya tutulduğunu anladı
ama iş işten geçmişti bir kere. Hani bizim Türk filmlerinde başroldeki kızı,
erkek oyuncu kötülerin elinden kurtarır. Kız, iyilik meleği olan bu oyuncuya
güvenir, sonunda namusunu ona teslim eder, hem de nikahsız bir şekilde. Teşbihte
hata olmasın, durum aynen bu şekil maalesef.
Vatandaşın güvendiği bütün dağlara
maalesef hep karlar yağdı. Millet nereye tutunmuşsa, nereye güvenmiş ise,
hep birileri onları yaya bıraktı. Yine her yazımda dediğim gibi tüm vakıf,
dernek, dindar, mütedeyyin insanları aynı kefeye koymuyorum. Mutlaka temiz bir
şekilde çalışanlar vardır. Ama bildiğim bir şey var: Biz, bize güvenenlerin
güvenlerine ihanet ettik. Aldattık onları. Yok aslında bizim de diğerlerinden
farkımız. Bizim diğerlerinden tek farkımız Allah ile aldatmaktır. Çünkü bizim
millet saftır. Gördüğü her sakallıyı amcası sanır. İnsanları değerlendirirken
konuşmasıyla değerlendirir; namaz kılışına, oruç tutuşuna bakar. Bizlerle komşuluk,
yolculuk ve ticaret yapmadan inanır ve güvenir.
Başlığım belki garibinize gitmiştir,
bana kızacaksınız biliyorum. Yanlış yapanlar kişiseldir. İslam’a ve
Müslümanların geneline mal edilemez ama biz bize güvenenlerin canını çok
yaktık. Diyorum ki bu millet, gerçekten bize bakarak iyi Müslüman kalmış… 18/05/2016
*03/09/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.
17 Mayıs 2016 Salı
Bu okulda üç yıl (I)
2010
yılında 5 yıllık bir yönetici iken zorunlu yer değişime tabi tutuldum. Ek-2 puanım fazla yüksek değildi. Atamanın
son günü gözüm kapalı tayin istedim. Birkaç gün sonra sonuçlar açıklandı. Yeni yerime okulun web sayfasından bir göz
attım. Şehir merkezine 17 km uzaklıkta, ikili öğretim yapan, ısınması sobalı,
kanalizasyon sistemi olmayan bir okul görünüyordu.
20
Ağustos 2010 günü göreve başladım. Okul birbirine mesafesi 150 metre olan iki
tek katlı binadan oluşuyordu. İki binanın arasında da sıvası bile yapılmamış,
elektriği olmayan kömürlük olarak kullanılan bir bina vardı. Kömürlüğün
arkasındaki briketler kırılmış, önü kilitli arkadan giriş çıkış yapılacak
şekilde mahallenin çocukları ya da
gençleri tarafından kapı açılmış, 24
saat mahalleliye hizmet veriyordu. Camları kırık dökük, bakımsız, küçük bir
lojmanı da vardı.
Okulun
dışı kahverengi içi ise kapı ve pencerelerine varıncaya kadar mor renge
boyanmıştı. Pencereler ahşaptı, dışarıdan gelen yağmur ve rüzgarı içeriye
misafir eden bir özelliğe sahipti, dokunduğun kapı elinde kalıyordu. Müdür
odasına girdim, yardımcıyla beraber ortak kullanılan bir oda. Aynı zamanda
okulun malzeme odası: demir dolaplar, eski bir TV, altında çekmeli bir dolap:
içerisinde çekiç, pense, tornavida, işe yaramayan kapı kolları var idi.
Fotokopi makinası çalışır görünümünde: düğmeleri basmaz, kağıt alan kasasını
içe doğru bastırarak bir elinle dayaman gerekiyor. 8-10 çıktı almak için bir o
kadar daha kağıt heba edilmeliydi. Çünkü kağıt sıkıştırıyordu. Öğretmenler
odasına girdim. Tavanının bir kısmı çatı görünecek şekilde açık, diğer kısmı
ise yukarıdan akıntı olduğu belli olan kontrplak ile kaplı idi.
Okul
sıraları yontulmuş, karalanmış bir şekilde. Öğretmenlerin oturacağı
sandalyelerden sağlamını bulmak için epey bir seçmece yapmak gerekiyor. Sınıf ve tuvaletler en son kullanıldığı
şekliyle kalmış, her yeri örümcek kaplamış. Aradığın ve aramadığın her şey
vardı orada. Bir ben eksiktim o da tamamlandı gelince.
Elimi
yıkayacağım musluğa davrandım okulun suyu yok, hizmetlisi yok, örümcekleri
alacağım süpürgesi yok, küreği yok. Yok oğlu yok yani. Hiçbir şeyi yok muydu
derseniz hakkını yemeyeyim bol pislik, toz, toprak, kömür ve soba isi. Bir de
bakkala borç, kırtasiyeciye borç. Okulun bir kuruş parası yok. Enkazın
enkazıydı bize düşen.
Koridordan
geçerken gözüm wc öğretmen tabelasına ilişti. Tuvalet kime aitti? Bayanlara mı
erkeklere mi? Başka da levha göremedim, çünkü tuvaleti bayan-erkek ortak
kullanıyormuş. Müdürün yardımcı ve öğretmenlerin aynı odayı paylaştığını
duymuştum da tuvaleti ortak kullandıklarına ilk defa şahit oluyordum.
Kömürlüğe
girdim. Benden gayri her şey vardı içeride. Her şey rastgele atılmış:“Arkadaş
bende ve bu okulda düzen ve intizam yok” dercesine. Ek binadaki asma kilit olan
bir odaya girdim, adı arşivmiş: Okulun açıldığı 1964 yılından beri her şey
kap-kacak, çuval, kağıt vb atılmış, her birinin üzerinde yeterince toz toprak.
Yıllarca hiç insan ayağı basmamış sanki. Aya ilk basan gibiydim.
Binanın
iç duvarlarına baktım, her yerde sinek izi vardı. Floresanlarında daha net
görünüyordu. Sinekler iyi iz bırakmış, bakalım ben de iz bırakabilecek miydim?
Görüntü
bu kısaca. Bakalım eğitim ve öğretim açılınca nelerle karşılaşacağım. Bırakıp
gidenler nur içinde yatsın. 17/05/2016
– Devam edecek-
Sanığa, seni yargılayalım mı oylaması
-Bu ülke bir kesime yol geçen hanı olmamalı-
-Neyin oylaması yapılıyor bugün mecliste?
-Dokunulmazların dokunulmazlığına dokunulsun mu dokunulmasın mı oylaması.
-Kim dokunulmaz?
-Vekiller.
-Bu, kendi elinle kendi ipini çek demektir.
-Yani?
-Çok komik bir uygulama.
-Ne demek istiyorsun?
-Suçluya seni yargılayalım mı yoksa yargılamayalım mı sorusunu sormak gibidir.
-Nasıl olmalı sence bu oylama?
-Vekile değil asıla sormalı bu soruyu.
-Bu şekilde olursa ne sakıncası olur?
-Sence normal ise bu uygulama, bundan sonra her suç işleyen zanlıları bir arada toplayalım. İşlediğiniz yanınızda kar mı kalsın, yoksa sizi yargılayalım mı ya da sizi hakim karşısına çıkarmamız konusunda bize izin verir misin diyelim?
-Olur mu öyle şey?
-İşte ben de olmaz diyorum.
-Haydi sadede gel artık.
-Dokunulmazlık kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılsın. Her türlü sözü kürsüde söylesin. Savunduğu fikrin kanun olarak çıkması için elinden geleni yapsın. Savunduğu yasalaşıncaya kadar mevcut hukuka uysun. Dışarıda asıl vatandaşa suç olan vekile de suç olsun. Vatandaş yargılanıyorsa vekil de suç işlediğinde yargılansın. Burası yol geçen hanı değildir. Bana suç olan ona da suç olmalıdır. Adalet de budur.
-El hak doğrudur.
-Meclis doğru yargılamanın yollarını belirlesin. Yanlı davranmasın. Mahkeme suçluyu beklerken "Şimdi elime geçti" diyerek ağzının suyu akmasın. Kestiği parmak acımasın. Kararlar maşeri vicdanda makes bulsun. Karşılarına çıkan zanlılar, hakim ve savcıları İtalyan Hakem Collina veya dışarıda maç yöneten Cüneyt Çakır gibi görsün. 17.05.2016
-Neyin oylaması yapılıyor bugün mecliste?
-Dokunulmazların dokunulmazlığına dokunulsun mu dokunulmasın mı oylaması.
-Kim dokunulmaz?
-Vekiller.
-Bu, kendi elinle kendi ipini çek demektir.
-Yani?
-Çok komik bir uygulama.
-Ne demek istiyorsun?
-Suçluya seni yargılayalım mı yoksa yargılamayalım mı sorusunu sormak gibidir.
-Nasıl olmalı sence bu oylama?
-Vekile değil asıla sormalı bu soruyu.
-Bu şekilde olursa ne sakıncası olur?
-Sence normal ise bu uygulama, bundan sonra her suç işleyen zanlıları bir arada toplayalım. İşlediğiniz yanınızda kar mı kalsın, yoksa sizi yargılayalım mı ya da sizi hakim karşısına çıkarmamız konusunda bize izin verir misin diyelim?
-Olur mu öyle şey?
-İşte ben de olmaz diyorum.
-Haydi sadede gel artık.
-Dokunulmazlık kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılsın. Her türlü sözü kürsüde söylesin. Savunduğu fikrin kanun olarak çıkması için elinden geleni yapsın. Savunduğu yasalaşıncaya kadar mevcut hukuka uysun. Dışarıda asıl vatandaşa suç olan vekile de suç olsun. Vatandaş yargılanıyorsa vekil de suç işlediğinde yargılansın. Burası yol geçen hanı değildir. Bana suç olan ona da suç olmalıdır. Adalet de budur.
-El hak doğrudur.
-Meclis doğru yargılamanın yollarını belirlesin. Yanlı davranmasın. Mahkeme suçluyu beklerken "Şimdi elime geçti" diyerek ağzının suyu akmasın. Kestiği parmak acımasın. Kararlar maşeri vicdanda makes bulsun. Karşılarına çıkan zanlılar, hakim ve savcıları İtalyan Hakem Collina veya dışarıda maç yöneten Cüneyt Çakır gibi görsün. 17.05.2016
İpe un seren cübbelilerimiz*
Bir
partinin olağanüstü kongresi yapılacak mı yapılmayacak mı? Toplanan imzalardan
sonra mahkemelerin verdiği kararlar birbirini nakzeder şekilde. Yargıtay, ilçe
mahkemeleri hepsi rollerini oynadılar. Kongre süreci 6 aydır sürüncemede. Son
çare Arap saçına dönen bu durumu çözsün diye top, en yüksek mahkemeye atıldı. Oradan
karar çıkar mı çıkmaz mı, çıkarsa ne zaman çıkar bilinmez. Oldu olacak karar
vermesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de götürün de tüm yargı süreci
tamamlanmış olsun. Onlar oyalana dursun.
Bir başka parti 2 hafta içerisinde kongresini yaparak Üsküdar’ı geçti… Karar
alınsa da, karar verilse de, kararın verilmesi bekletilse de olayın merkezinde
olaya alet olanlar maalesef adalet dağıtması gereken cübbeliler.
Kendimi
bildim bileli bizde adalet dağıtması gerekenler, kestikleri parmaklarla hep
gündemde olup birilerinin piyonu oldular.
Adına hareket ettikleri yamalı bohça hukukunu hep çiğnediler, hep
kullanıldılar. Bazen sırtlarını iktidara dayayıp başkasının haddini
bildirdiler, bazen iktidara kafa tutup siyasi parti gibi davrandılar. Hiçbir
zaman zamanında karar vermediler. Adalet
gecikirse geciksin. Çünkü bizim derdimiz adalet değildir dediler. Zamana,
zemine, mekana, makama, kişiye, fikre, güce karşı tavır değiştirdiler. Kıblesi adalet olanların
kıblesi hep güç oldu. Kâh cellat
oldular, kâh demokrasi ve hürriyet havarisi. Kâh kışladan brifing aldılar, kâh
görmezden geldiler. Hep rüzgâra göre yön değiştirdiler. Kâh ipe un serdiler,
kâh sumen altı. Emre göre demir kestiler. Rüzgarın önündeki yaprak misali bir o
tarafa bir bu tarafa savruldular da savruldular. Tuzu kokuttular yani.
“Sizi
buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek dönemin başbakan ve arkadaşlarını idam sehpasına gönderdiler.
İhtilal yapıp ülke anayasasını askıya alanlara karşı şapka çıkardılar, 367
garabetine imza attılar, kayıp trilyon davası adı altında bir ülkenin
başbakanını mahkum ettiler, şiir okuyana ceza, devlet malına zarar verip yakıp
yıkanlara özgürlük verdiler. Hiçbir siyasi, örgütsel davada parmağa işemediler,
hiçbir faili meçhulü çözmediler, zamana yaydılar, hep rüzgarın esmesini
beklediler. Hiç yapamıyorlarsa davaları müruruzamana uğrattılar. Hiç sadra şifa
olmadılar. Nihai çözümün merkezi olmaktan ziyade hep problemin odağı oldular.
Çünkü hiçbir kararda kamu vicdanı rahatlamadı, maşeri vicdan oluşmadı. Hep sap
ile saman birbirine karıştı. Yaptıklarıyla hep birilerine yaranmak, bir yerde
tutunmak, bir yere gelmek ya da itibar kazanmak istediler. Kararlarıyla belki
bir yerlere geldiler ama hiçbir zaman
itibar elbisesi giyemediler. Unuttukları bir şey var. Kimse birilerine
itibar elbisesi giydirmez. İnsanlar ve kurumlar kendi itibar elbiselerini
kendileri giyer. Kendimiz ve vicdanımız olmaktan ziyade bir gücün militanı
oldular maalesef. Vicdan ile cüzdan arasında sıkışıp kaldılar. Sonunda cüzdan vicdanlarına
galebe çaldı.
Adalet
istemeyenler ve itibar kaybedenler sadece cübbeliler mi? Hayır. Maalesef toplum
olarak hepimiz sınıfta kaldık. Çünkü hiçbirimiz adalet istemiyoruz. Kendi
menfaatimize uygun karar bekliyoruz, onlara baskı yapıyoruz. İstediğimiz
şekilde karar vermişlerse alkışlıyoruz. İstemediğimiz karara imza atmışlarsa
aba altından sopa gösteriyoruz onlara. Çünkü adalet denilen şey bizim
istediğimizin olmasından ibaretti bize göre.
Her
biri en az milletin fertleri kadar değerli olan cübbelilerin kimseyi
ürkütmeyeyim, ne şiş yansın ne de kebap sadedindeki kararları kendi
değerleriyle aynı orantıda değildir. Hasılı biz cübbelilerle birbirimize
bakarak iyice karardık. Birimiz tencere, diğerimiz kapak olduk. Adalet diye bir
derdimiz olmadı hiç...
Cübbe
dediğimiz bir kumaş parçası değil, sizin itibar elbisenizdir. Bulunduğunuz
yerde tutunmak, daha yükseklere yükselmek ya da sürgünden kurtulmak gibi
nedenlerle kendinizi sıfırlamayın. Zira sıfırladığınız sizin onurunuzdur, bu ülkenin
onurudur. Onurunu kaybedenler asla itibar kazanamazlar. Eğer cübbenizin hakkını
veremiyorsanız onurluca görevinizden ayrılın. Korkmayın. Rızkı veren Allah’tır.
Gerekirse pazarcılık yapın, inşaatlarda vasıfsız işçi olarak çalışın ama bu
ülkede adalet bekleyen insanların ümitlerini yok etmeyin...
Kimseye aldırmadan kararını vicdanına göre veren cübbelilerimize selam olsun. 17/05/2016
*25.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
Kimseye aldırmadan kararını vicdanına göre veren cübbelilerimize selam olsun. 17/05/2016
*25.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
16 Mayıs 2016 Pazartesi
Hastanelerdeki randevu sistemi
Bir zamanlar kamuya ait hastanelere gidip muayene olmak,
film, röntgen, tomografi vb.çektirmek, kan ve idrar tahlili vermek, sonuçları
doktora göstermek bir ölümdü. Hatta ölümlerden ölüm beğenmekti.
Hastaneden muayene sırası almak için sabahın erken
saatlerinde gidip sıra almak gerekiyordu. Hele bir de çalışan isen önce
kurumuna gidip sevk alman, ardından gideceğin hastane için 1.basamak sağlık
ocağından sevk yaptırman gerekiyordu. Muayeneler 10.00-12.00, 14.00-15.30 arası
yapılırdı. Muayene sırası almakla iş bitmiyordu. Doktorun istediği tetkikler
için ayrıca sıra alman gerekiyordu. Hastanedeki işlem kesinlikle bir günde
bitmezdi. Çoğu zaman soluğu özel muayenelerde alırdı bir çoğumuz. Özel muayeneden
sonra tahlil ve tetkiklerin yapılması için tekrar hastaneye geri gelinirdi.
Çoluk-çocuk hasta oldu mu büyükler kara kara düşünmeye
başlardı. Dert muayeneye gitmeden başlardı. Hastanelerdeki iş yükünü azaltmak
ve hastalara daha iyi bir imkanlar sunmak için vardiya sistemi getirildi. Bu
yöntem de fazla sürmedi.
Doktorlara tam gün çalışma getirildi. Özel muayeneler bir
bir kapandı. Hastanelerde randevu sistemi başladı. Randevu almak kolaylaştı.
İster internetten, ister telefonla, ister sıramatikten alma imkanı getirildi.
Hekim seçme hakkı verildi. Hasta evinden çıkarken tatile, gezmeye gider gibi
muayeneye gitti. Kendisine ne kadar sıra var, sistemden takip etmeye başladı.
Doktor tahlil, tetkik istemişse röntgene varmadan sistem otomatik olarak hastaya
sıra verir oldu. Tetkikini yaptıran eline bir sonuç almadan muayene olduğu
doktoruna geri dönüyor. Çünkü tahlil ve tetkiklerin sonucu doktor tarafından
sistemden görülebiliyor. Toplum olarak hastaneler eziyet yeri olmaktan
çıktı. Bu sistemi kuranların hizmette sınır yok mantığıyla hareket ederek
işleyişi hızlandırmaya, daha da kolaylaştırmak için çalıştıklarını
yapılanlardan görmekteyim. Bu sistemi kim akıl etmiş, kim yürürlüğe
koymuşsa, kim hala arkasında duruyorsa, kim mücadele ediyorsa çok hastaneye yolu
düşmeyen biri olarak minnetlerimi ifade etmek isterim. İşleyişe ayak uyduran
hal ve hareketleriyle sisteme uyum sağlayan doktorundan, hemşiresine ve tüm
çalışananlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Hastalığıma çözüm olsa da olmasa
da tüm çalışanlardan gördüğüm insani davranış beni fazlasıyla mesrur
etmektedir. İnsan yerine konmak ayrı bir duygu gerçekten. Hastanelere gittikçe
kendimi daha değerli hissediyorum artık.
Cuma günden randevu alıp bugün annemi kontrole götürmüştüm Fizik Tedavi Polikliniğine. Tam randevu saatinde hastaneye vardım. Ama doktor yoktu. Yıllardır karşılaşmadığım bir durumdu. Eskileri unutmuştuk artık. Biz beklerken hastane görevlisi geldi: ".....doktor beyi bekleyenler! Doktorunuz hastalandığından bir gün rapor almıştır. Sizleri diğer doktorlara muayene olmanız için yönlendireceğiz, lütfen sekreterliğe müracaat edelim" dedi. İşimizi yönlendirildiğimiz doktor halledemedi ama olsun. Doktorumuzun olmadığına üzülmekle beraber çalışanların tavrı, problem çözmeye yönelikti.
Hizmette sınır yoktur mantığıyla çalışan bir çok hastanemiz var. Biz iyi ve güzel şeyleri görmekle beraber yeni şeyler istiyoruz: Doktorunu seçerek randevu saatinde hastaneye gelenler doktorunu görmek ister. Doktor da insandır, hastalanabilir. Hastane yönetiminden randevulu hastalara "Doktorunuz bugün/yarın muayenesinde olamayacağından randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz, lütfen hastanemizi arayın" şeklinde bir mesaj gönderilebilir. Hangi birine gönderilecek diye düşünülebilir. İnanın zor bir şey değil bu. 2004 yılında Adana Balcalı hastanesinde bir randevumuz vardı. İki gün öncesinden okul ve birinci basamak... sevk işlemi için uğraşacaktım ki hastaneden bir telefon geldi. "Efendim 2 gün sonra şu saatte falan doktorla olan randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz. Çünkü sizin randevunuzun olduğu gün doktorumuz Konya'da bir seminerde olacağından size muayene hizmeti veremeyecektir. Şu gün, şu saat uygun mu" diye. Hastanenin veya ilgili biriminin bu düşünceli davranışı çok hoştu gerçekten. Bizim gördüğümüz hastaneye gidip "Doktorunuz yok, sonra gelin" cevabı alıp geri dönmekti halbuki.
Doktor yoksa, makine bozulmuş ise randevulu hastalara e-posta, mesaj gibi yollarla hastalar bilgilendirilebilir. Yetkililerden bu konuda da duyarlılık bekliyoruz. Çünkü bir çoğumuz işinden izin alıp hastaneye gelmektedir. 16/05/2016
***
Cuma günden randevu alıp bugün annemi kontrole götürmüştüm Fizik Tedavi Polikliniğine. Tam randevu saatinde hastaneye vardım. Ama doktor yoktu. Yıllardır karşılaşmadığım bir durumdu. Eskileri unutmuştuk artık. Biz beklerken hastane görevlisi geldi: ".....doktor beyi bekleyenler! Doktorunuz hastalandığından bir gün rapor almıştır. Sizleri diğer doktorlara muayene olmanız için yönlendireceğiz, lütfen sekreterliğe müracaat edelim" dedi. İşimizi yönlendirildiğimiz doktor halledemedi ama olsun. Doktorumuzun olmadığına üzülmekle beraber çalışanların tavrı, problem çözmeye yönelikti.
Hizmette sınır yoktur mantığıyla çalışan bir çok hastanemiz var. Biz iyi ve güzel şeyleri görmekle beraber yeni şeyler istiyoruz: Doktorunu seçerek randevu saatinde hastaneye gelenler doktorunu görmek ister. Doktor da insandır, hastalanabilir. Hastane yönetiminden randevulu hastalara "Doktorunuz bugün/yarın muayenesinde olamayacağından randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz, lütfen hastanemizi arayın" şeklinde bir mesaj gönderilebilir. Hangi birine gönderilecek diye düşünülebilir. İnanın zor bir şey değil bu. 2004 yılında Adana Balcalı hastanesinde bir randevumuz vardı. İki gün öncesinden okul ve birinci basamak... sevk işlemi için uğraşacaktım ki hastaneden bir telefon geldi. "Efendim 2 gün sonra şu saatte falan doktorla olan randevunuzu bir başka güne almak istiyoruz. Çünkü sizin randevunuzun olduğu gün doktorumuz Konya'da bir seminerde olacağından size muayene hizmeti veremeyecektir. Şu gün, şu saat uygun mu" diye. Hastanenin veya ilgili biriminin bu düşünceli davranışı çok hoştu gerçekten. Bizim gördüğümüz hastaneye gidip "Doktorunuz yok, sonra gelin" cevabı alıp geri dönmekti halbuki.
Doktor yoksa, makine bozulmuş ise randevulu hastalara e-posta, mesaj gibi yollarla hastalar bilgilendirilebilir. Yetkililerden bu konuda da duyarlılık bekliyoruz. Çünkü bir çoğumuz işinden izin alıp hastaneye gelmektedir. 16/05/2016
Görgüsüzün görgüsüzü
-Kardeş hayırdır, yaralanmışsın?
-Hayır, hayır.
-Postu deldirmişsin.
-Öyle oldu.
-Kim yaptı?
-65-70 yaşlarında efendiliği kalmamış bir azman.
-Ne yaptın, adamla kavga mı ettin de dudağının üstünü kanattı?
-Kavga etmedim. Ben adama iyilik yaptım.
-Ne iyiliği?
-Kayalıparkta otobüse binmek için yanaştım. O esnada sol elinde poşeti, diğer elinin üstünde de bir paketi dengede tutmaya çalışan bir amca otobüse binmek için yanaştı. Tam otobüse binmek için davranırken elindeki paketi düşüre yazdı. Benim sayemde dengeledi.
-Nasıl dengeledi?
-Ben bir metre solundaydım. Paket tam düşecekken ani bir refleksle benim dudağımın üstüne vurarak dengeledi. Paket düşmedi.
-Sonra ne oldu?
-Sonra hiçbir şey olmamışcasına otobüse bindi. Elindeki eşyaları arka tarafta uygun bir yere koydu. Sonra öne gelerek bedava kartını tuttu. Geçti arkaya oturdu.
-Sen ne yaptın?
-Bir metre mesafeden bana anamdan emdiğim sütü burnumdan getiren ve gönül alma özelliği olmayan bu adamdan uzak durmalıyım dedim. Yanına oturmadım, ön taraflara oturdum. Göz ucuyla takip etmeye başladım uzaktan. Çünkü ne olur ne olmazdı. Elimi bıyıklarıma götürdüm. Elime kan bulaşmıştı. Kendimi bir yokladım ben de beni temizleyecek, kanı durduracak bir şeyler var mı diye. Nerde? Hemen yönümü otobüse yeni binen bayanlara çevirdim. Kızım kağıt mendil var mı dedim. Bir elimle kanayan yerimi kapattım. Sağ olsun kızımız bir mendil verdi. Sildikçe kanadı. Kansız değilmişim meğer. Akacak kan damarda durmadı yani. Sonra nerem patladı, durum nedir, aynayı nasıl aramazsın şimdi derken cep telefonu aklıma geldi. Aynaya bakmanın yolu selfie yapmak dedim, durumumu görmek için. Kanı sildikten sonraki pozisyonumu gördüğün gibi ölümsüzleştirmiş oldum.
-Adam paketi sana vurduğundan belki haberi yoktur.
-Haberi olmaz mı mübarek. Döndü döndü bana baktı. Hiçbir şey demedi.
-Ne demesini beklerdin?
-En azından kardeş! Kusura bakma, dengemi kaybettim, istemeyerek oldu derdi insan.
-Sen de çok nazlıymışsın. Biraz abartmıyor musun? Görünen bir çizik.
-Çizik olmaya çizik. Benim zoruma giden istemeyerek yaptığı bir hatadan dolayı gönül almaması.
-Kaba, görgüsüz, hödüğün biri desene. Yabani yani. Bir hayvan da vurur kırar, hiçbir şey olmamışcasına yoluna devam eder.
-Tam öylesi işte.
Bizim medeniyet yoksunu amcamız bir durak sonra indi. Adamdan kurtulmuştum hele şükür. Ben de iki durak sonra indim Lalebahçe otobüsüne bindim. Sol tarafa oturdum. Bir de ne göreyim. Dikkat! Amca sağda. Beni akşamın önünde gazi yapan amca. Bana baktı sonra önüne döndü. Adam ne yapmıştı ki. Sadece paketini bana vurarak dengesini sağlamıştı. Benim dudağı netsin. Paketi düşmedi, ona şükrediyor. Gönül alma, özür dileme, arkadaş kusura bakma, dengeyi kaybettim demek erkek adama yakışır mıydı. Ben de ne de çok şey bekliyorum değil mi?
Göz ucuyla bana gözümün yaşarmasından yıldızları sayamadığım pakete yani katilime baktım. 40x60 ebatında bir paket. İçinde ne var bilmem ama dışında ....tatlıcısı yazıyordu. Bir tatlı paketi idi görünen. İçinde ne var bilmem. Bildiğim bir şey var. Amca görgüsüzün görgüsüzü. Geçmiş olsun deyip gönlümü alsaydı, kafamı kırsa aramazdım gerçekten.
En çok neye üzülüyor ve merak ediyorum biliyor musun? Ben Havzan köprüsünden önce indim. Amca yoluna devam ediyordu. Otobüsten inerken o paket kimin başında patlayacak. başında patlayan benim gibi dengeleyecek mi? Bir onu merak ediyorum. İkincisi de o tatlı eve kadar sağlam gidecek mi? Birilerine yemek nasip olacak mı?
Ben nasibimi aldım, paketi yedim biliyorsunuz. Biraz acı oldu ama olsun. Tatlı, tatlıdır. Tatlı her zaman tat vermez ya...16/05/2016
-Hayır, hayır.
-Postu deldirmişsin.
-Öyle oldu.
-Kim yaptı?
-65-70 yaşlarında efendiliği kalmamış bir azman.
-Ne yaptın, adamla kavga mı ettin de dudağının üstünü kanattı?
-Kavga etmedim. Ben adama iyilik yaptım.
-Ne iyiliği?
-Kayalıparkta otobüse binmek için yanaştım. O esnada sol elinde poşeti, diğer elinin üstünde de bir paketi dengede tutmaya çalışan bir amca otobüse binmek için yanaştı. Tam otobüse binmek için davranırken elindeki paketi düşüre yazdı. Benim sayemde dengeledi.
-Nasıl dengeledi?
-Ben bir metre solundaydım. Paket tam düşecekken ani bir refleksle benim dudağımın üstüne vurarak dengeledi. Paket düşmedi.
-Sonra ne oldu?
-Sonra hiçbir şey olmamışcasına otobüse bindi. Elindeki eşyaları arka tarafta uygun bir yere koydu. Sonra öne gelerek bedava kartını tuttu. Geçti arkaya oturdu.
-Sen ne yaptın?
-Bir metre mesafeden bana anamdan emdiğim sütü burnumdan getiren ve gönül alma özelliği olmayan bu adamdan uzak durmalıyım dedim. Yanına oturmadım, ön taraflara oturdum. Göz ucuyla takip etmeye başladım uzaktan. Çünkü ne olur ne olmazdı. Elimi bıyıklarıma götürdüm. Elime kan bulaşmıştı. Kendimi bir yokladım ben de beni temizleyecek, kanı durduracak bir şeyler var mı diye. Nerde? Hemen yönümü otobüse yeni binen bayanlara çevirdim. Kızım kağıt mendil var mı dedim. Bir elimle kanayan yerimi kapattım. Sağ olsun kızımız bir mendil verdi. Sildikçe kanadı. Kansız değilmişim meğer. Akacak kan damarda durmadı yani. Sonra nerem patladı, durum nedir, aynayı nasıl aramazsın şimdi derken cep telefonu aklıma geldi. Aynaya bakmanın yolu selfie yapmak dedim, durumumu görmek için. Kanı sildikten sonraki pozisyonumu gördüğün gibi ölümsüzleştirmiş oldum.
-Adam paketi sana vurduğundan belki haberi yoktur.
-Haberi olmaz mı mübarek. Döndü döndü bana baktı. Hiçbir şey demedi.
-Ne demesini beklerdin?
-En azından kardeş! Kusura bakma, dengemi kaybettim, istemeyerek oldu derdi insan.
-Sen de çok nazlıymışsın. Biraz abartmıyor musun? Görünen bir çizik.
-Çizik olmaya çizik. Benim zoruma giden istemeyerek yaptığı bir hatadan dolayı gönül almaması.
-Kaba, görgüsüz, hödüğün biri desene. Yabani yani. Bir hayvan da vurur kırar, hiçbir şey olmamışcasına yoluna devam eder.
-Tam öylesi işte.
***
Bizim medeniyet yoksunu amcamız bir durak sonra indi. Adamdan kurtulmuştum hele şükür. Ben de iki durak sonra indim Lalebahçe otobüsüne bindim. Sol tarafa oturdum. Bir de ne göreyim. Dikkat! Amca sağda. Beni akşamın önünde gazi yapan amca. Bana baktı sonra önüne döndü. Adam ne yapmıştı ki. Sadece paketini bana vurarak dengesini sağlamıştı. Benim dudağı netsin. Paketi düşmedi, ona şükrediyor. Gönül alma, özür dileme, arkadaş kusura bakma, dengeyi kaybettim demek erkek adama yakışır mıydı. Ben de ne de çok şey bekliyorum değil mi?
Göz ucuyla bana gözümün yaşarmasından yıldızları sayamadığım pakete yani katilime baktım. 40x60 ebatında bir paket. İçinde ne var bilmem ama dışında ....tatlıcısı yazıyordu. Bir tatlı paketi idi görünen. İçinde ne var bilmem. Bildiğim bir şey var. Amca görgüsüzün görgüsüzü. Geçmiş olsun deyip gönlümü alsaydı, kafamı kırsa aramazdım gerçekten.
***
En çok neye üzülüyor ve merak ediyorum biliyor musun? Ben Havzan köprüsünden önce indim. Amca yoluna devam ediyordu. Otobüsten inerken o paket kimin başında patlayacak. başında patlayan benim gibi dengeleyecek mi? Bir onu merak ediyorum. İkincisi de o tatlı eve kadar sağlam gidecek mi? Birilerine yemek nasip olacak mı?
Ben nasibimi aldım, paketi yedim biliyorsunuz. Biraz acı oldu ama olsun. Tatlı, tatlıdır. Tatlı her zaman tat vermez ya...16/05/2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)