Ana içeriğe atla

İpe un seren cübbelilerimiz*



Bir partinin olağanüstü kongresi yapılacak mı yapılmayacak mı? Toplanan imzalardan sonra mahkemelerin verdiği kararlar birbirini nakzeder şekilde. Yargıtay, ilçe mahkemeleri hepsi rollerini oynadılar. Kongre süreci 6 aydır sürüncemede. Son çare Arap saçına dönen bu durumu çözsün diye top, en yüksek mahkemeye atıldı. Oradan karar çıkar mı çıkmaz mı, çıkarsa ne zaman çıkar bilinmez. Oldu olacak karar vermesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de götürün de tüm yargı süreci tamamlanmış olsun.  Onlar oyalana dursun. Bir başka parti 2 hafta içerisinde kongresini yaparak Üsküdar’ı geçti… Karar alınsa da, karar verilse de, kararın verilmesi bekletilse de olayın merkezinde olaya alet olanlar maalesef adalet dağıtması gereken cübbeliler.

Kendimi bildim bileli bizde adalet dağıtması gerekenler, kestikleri parmaklarla hep gündemde olup birilerinin piyonu oldular.  Adına hareket ettikleri yamalı bohça hukukunu hep çiğnediler, hep kullanıldılar. Bazen sırtlarını iktidara dayayıp başkasının haddini bildirdiler, bazen iktidara kafa tutup siyasi parti gibi davrandılar. Hiçbir zaman  zamanında karar vermediler. Adalet gecikirse geciksin. Çünkü bizim derdimiz adalet değildir dediler. Zamana, zemine, mekana, makama, kişiye, fikre, güce karşı tavır  değiştirdiler. Kıblesi adalet olanların kıblesi hep güç oldu.  Kâh cellat oldular, kâh demokrasi ve hürriyet havarisi. Kâh kışladan brifing aldılar, kâh görmezden geldiler. Hep rüzgâra göre yön değiştirdiler. Kâh ipe un serdiler, kâh sumen altı. Emre göre demir kestiler. Rüzgarın önündeki yaprak misali bir o tarafa bir bu tarafa savruldular da savruldular. Tuzu kokuttular yani.

“Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek dönemin başbakan  ve arkadaşlarını idam sehpasına gönderdiler. İhtilal yapıp ülke anayasasını askıya alanlara karşı şapka çıkardılar, 367 garabetine imza attılar, kayıp trilyon davası adı altında bir ülkenin başbakanını mahkum ettiler, şiir okuyana ceza, devlet malına zarar verip yakıp yıkanlara özgürlük verdiler. Hiçbir siyasi, örgütsel davada parmağa işemediler, hiçbir faili meçhulü çözmediler, zamana yaydılar, hep rüzgarın esmesini beklediler. Hiç yapamıyorlarsa davaları müruruzamana uğrattılar. Hiç sadra şifa olmadılar. Nihai çözümün merkezi olmaktan ziyade hep problemin odağı oldular. Çünkü hiçbir kararda kamu vicdanı rahatlamadı, maşeri vicdan oluşmadı. Hep sap ile saman birbirine karıştı. Yaptıklarıyla hep birilerine yaranmak, bir yerde tutunmak, bir yere gelmek ya da itibar kazanmak istediler. Kararlarıyla belki bir yerlere geldiler ama hiçbir zaman  itibar elbisesi giyemediler. Unuttukları bir şey var. Kimse birilerine itibar elbisesi giydirmez. İnsanlar ve kurumlar kendi itibar elbiselerini kendileri giyer. Kendimiz ve vicdanımız olmaktan ziyade bir gücün militanı oldular maalesef. Vicdan ile cüzdan arasında sıkışıp kaldılar. Sonunda cüzdan vicdanlarına galebe çaldı.

Adalet istemeyenler ve itibar kaybedenler sadece cübbeliler mi? Hayır. Maalesef toplum olarak hepimiz sınıfta kaldık. Çünkü hiçbirimiz adalet istemiyoruz. Kendi menfaatimize uygun karar bekliyoruz, onlara baskı yapıyoruz. İstediğimiz şekilde karar vermişlerse alkışlıyoruz. İstemediğimiz karara imza atmışlarsa aba altından sopa gösteriyoruz onlara. Çünkü adalet denilen şey bizim istediğimizin olmasından ibaretti bize göre.

Her biri en az milletin fertleri kadar değerli olan cübbelilerin kimseyi ürkütmeyeyim, ne şiş yansın ne de kebap sadedindeki kararları kendi değerleriyle aynı orantıda değildir. Hasılı biz cübbelilerle birbirimize bakarak iyice karardık. Birimiz tencere, diğerimiz kapak olduk. Adalet diye bir derdimiz olmadı hiç...

Cübbe dediğimiz bir kumaş parçası değil, sizin itibar elbisenizdir. Bulunduğunuz yerde tutunmak, daha yükseklere yükselmek ya da sürgünden kurtulmak gibi nedenlerle kendinizi sıfırlamayın.  Zira sıfırladığınız sizin onurunuzdur, bu ülkenin onurudur. Onurunu kaybedenler asla itibar kazanamazlar. Eğer cübbenizin hakkını veremiyorsanız onurluca görevinizden ayrılın. Korkmayın. Rızkı veren Allah’tır. Gerekirse pazarcılık yapın, inşaatlarda vasıfsız işçi olarak çalışın ama bu ülkede adalet bekleyen insanların ümitlerini yok etmeyin... 

Kimseye aldırmadan kararını vicdanına göre veren cübbelilerimize selam olsun.  17/05/2016

*25.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde