11 Mayıs 2016 Çarşamba

İçine tüküreyim ben böyle modanın

-Baba! Şu çorabıma bak. Bana çorap lazım, çoraplarım eskidi.
-Neresi eski bu çorabın? İşte yepyeni duruyor ya.
-Bak, buradan  bir delik açılmış, parmağım görünüyor.
-Hava alır, iyi ya işte.
-Başkasının yanında ayakkabımı çıkarmaktan utanıyorum. Çünkü çıplak parmağım görünüyor.
-Neyine utanıyorsun be evlat! Senin yırtık dediğin iğne ucu kadar bir delik. Dışarıya çık. Çoğunun giyimine kuşamına bir bak.
Milletin beli açık, göbeği açık, ayağında çorabı yok, kaç parmağı var sayabilirsin. Kolu, yakası-paçası açık, baldırı açık, başı açık bunları saymıyorum bile. Çünkü kol, bacak, yaka ve başın çıplak görünmesine alıştık artık. Hatta hızını alamayan pantolonunun her yerini yırtmış o şekilde giyiniyor, teni gözüküyor. Sen kapalı ayakkabının içindeki çorabın küçük deliğini mesele ediniyorsun. Bir de utanıyorsun.
-Baba, pantolonlardaki yırtık bir defa moda. Şimdi gençler öyle giyiniyor. Hatta o şekildeki  yırtık pantolonlar, kotlar sağlamından daha pahalı.
-Oğlum, böyle moda mı olur? Vücut teni gözüküyor. Bunlar utanmıyor mu?
-Baba, moda bu. Bunu kimse ayıplamıyor. Niye utansınlar?
-Oğlum bu işte bir anormallik yok mu? Sen görünmeyen çorabındaki delikten utanıyorsun, onlar enlemesine yırtık kot giymekten utanmıyor. Senin mi utanman lazım, onların mı?
-Baba, o gördüğün moda.
-Oğlum, biz de modaya uyduk. 80'lerde İspanyol paça, şimdilerde dar paça. Hepsi bu. Bu moda dediğin sürekli değişir mi böyle?
-Yıllık değişiyor. Değişen de hep kadınların giyimi.
-O yırtık kotları o insanlar nasıl giyer?
-Dedim ya, moda.
-Vay ben böyle modanın içine tüküreyim. Moda diye diye öne konulan, tezgaha çıkan her şey alınmaz. İnsan kendine yakışanı giyer. Elbise insanın  itibarıdır. Kimse birilerine itibar elbisesi giydirmez. Kişi kendi seçer. Çünkü kıyafet aynı zamanda bir kişiliktir. İnsanın bir çok eksiğini kapatır. Her şeyden önce edeptir edep.
-Sanırım dikkat çekmeye çalışıyorlar.
-Oğlum böyle dikkat çekme mi olur? Dikkat çekmenin başka yolları var. Çıkar 10.kata, atar kendini baş aşağı. İşte sana bir dikkat çekme.... 11.05.2016

Başımızın belaları *

Diyarbakır'da polis aracına bombalı saldırıda bulunulmuş, 12'si polis olmak üzere 45 kişi yaralanmış, 3 tane örgüt üyesi ölmüş. Yine kan, yine gözyaşı. Bitmiyor çilemiz, derdimiz. Vakayı adiyeden oldu artık bombalı eylemler, ölümler, öldürmeler. Günlük kan görmesek, şehit haberiyle sarsılmasak bugün bir anormallik var diyeceğiz neredeyse.

Bazen gazetelere düşen fotoğraflara bakıyorum. Görüntüler savaş ortamlarında olmaz dedirten cinsten. Her yer virane, her yer harap olmuş. Bir daha yaşanılmasın, burada insan yaşamasın, bana yar olmayacak dünyayı insana zindan edeceğim görüntüleridir bunlar.

Diyarbakır'ın, Güney Doğu'nun makus talihi oldu artık hep kan, hep gözyaşı. O bölge ne güldü, ne de güldürdü. Hiç eksik olmadı o bölgede ayrık otları ve dış güçlerin emelleri. Az sayıdaki kötü, dünyaya hakim olmuş, yerin altını üstüne getiriyorlar. Sessiz iyilerin sesi çıkmıyor tıpkı Güney Doğu bölgemizdeki mağdur, mazlum sessizlerin sesinin çıkmadığı gibi. Belki de ses veriliyor, seslerini duyan yok. Ya da çaresizlik karşısında içlerine attılar. Ateş kor gibi içlerini yakıyor. Belki de Allah'a havale ettiler kendi içlerindeki uslanmaz kötüleri. Gör bizi ya Rabbi diyorlardır. Bu durum hırsız hikayesini hatırlatıyor. Hani çocuk demiş ya: “Babaaaaa, hırsız yakaladım.” 
İçeriden babanın sesi duyulmuş:
- Getir oğlum. 
- Gelmiyor.
- Bırak gitsin o zaman. 
- Gitmiyor. 
- Allah Allah, sen gel bari. 
- Beni de bırakmıyor.
İçlerindeki kötülere, " Gidin buradan" diyorlar. Gitmiyorlar. "Silahı, öldürmeyi bırakın" diyorlar, bırakmıyorlar. " O halde bizi bırakın kendi halimize" diyorlar, onu da yapmıyorlar.

Doğu, Güney Doğu ne yapsın, onu söyleyin bari. Bizim oradaki terör örgütleriyle mücadelemiz körler ve sağırlar savaşıdır. Biliyorsunuz körler görmez, rastgele vurur, sağır dinlemez, çünkü işitmez. Vurdukça vurur.

Ben insan görünümlü bu insan azmanlarını anlayamadım. Ne menem bir varlık bu böyle. Ölünce beyhude yere, bir hiç uğruna gidecek. Öldürünce o vicdan azabıyla bu dünyada nasıl mutlu olacak. Başkasının mutsuzluğu üzerine nasıl mutluluk kuracak? Yoksa bunlar insan değil mi? Robot mu, uzaylı mı, başka bir Galaksiden mi?

Peygamberler şehri diye anılan Diyarbakır  ne ile anılır hale geldi? Devlet aklı selim düşünmeli. Belli bölgeleri mesken edinmiş az sayıdaki kötülerle yani sivrisineklerle mücadele etmektense, ülkemizde emelleri olan dış güçleri yani bataklıkları kurutmalı. İyi bir diplomasi yürütmeli. İçimizde tarafeynin  akıttığı kan, problemleri çözmez, onulmaz yaralar açar. Kin, intikam tohumlarını eker. Çünkü her ölüm kaostur, krizdir, yara ve dertleri derinleştirir.

Hiçbir ebeveyn terörist olsun diye çocuk doğurmaz. Hiç bir çocuk, büyüyünce terörist olacağım diye dünyaya gelmez. Hiçbir aile bu çocuğum öldürülsün, şehit olsun diye doğurmaz. Nasıl büyüttük, nasıl yetiştirdik, kim yetiştirdi bunları? Nasıl çözeceğiz bu problemi? Çözmede aciziz gayri anlaşılan. Nasıl aramazsın Musa Peygamberin bir müddet yolculuk yaptığı - biz de Hızır diye bilinen- kişiyi. Hani o, bir çocuğu öldürmüştü ya, Musa'nın itirazına rağmen: Bu çocuk, büyüyünce asi olacak. Bu yüzden öldürdüm diye. Keşke günümüzde böyle biri olsa, ya da elimizde bir sihirli deynek olsa. Doğar doğmaz, " Bu, büyüyünce terörist olacak, bombacı, ya da canlı bomba olacak" diye söylese de küçükken temizlesek bu baş belâlarını. Hatta daha anne karnındayken ezsek bu sinsi yılanların başlarını...

Mücadele etmeye edelim, ezmeye ezelim ama köşe başlarını tutmuş, dünyaya yön ve nizamat(!) veren, barış havarisi kesilen, alemi yaşanmaz hale getiren insan görünümlü, yüze gülen, üç kuruş menfaati için dünyayı piyonlarına yakıp  yıktıran, makam sahibi kravatlı müsveddeleri ihmal etmeyelim. Yılanın başı esas onlar...11.05.2016

13.05.2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde ve Anadolu'da Bugün internet Gazetesinde, 
14.05.2016 günü Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.


10 Mayıs 2016 Salı

"Bobal Boynuna"

Hiç duydunuz mu bu deyimi?  Biliyor musunuz anlamını? Yeni neslin bileceğini pek sanmıyorum.  Bilse bilse eskiler bilir. Çünkü eskiler bunu çok kullanır.
Bobal boynuna, bobalı boynuna, babal boynuna, babalı boynuna... gibi kullanışları vardır. Konya ve Karaman yöresine ait olduğunu sanıyorum. Kelimenin aslı vebali boynuna olsa gerek. Bir nevi yemin gibidir. Günahı senin üstüne demektir. “Akşam bana gelmezsen babalı boynuna, borcumu gününde vermezsen bobal boynuna...” şeklinde kullanılır. Vebal verdirme, sorumluluk yükleme gibi anlamak lazım.
Küçüklüğümde büyükler çok kullanırdı bunu. Genelde tartışma esnasında çıkardı bu söz ağızlarından. “ Bobal verdirdim” derlerdi. Kelimenin anlamını bilmesem de hararetli tartışmaların ardından söylenen bu deyimin anlamının büyük ve derin olduğunu düşünürdüm. Gördünüz mü kelimeyi ne hale getirdiğimizi? Bu yörede  bir de “Saatler olsun, sa'tlar olsun” kullanılır. Bu nedir, ne anlama gelir diye düşünürken olayın geçtiği yer genelde berber ve kuaför salonlarında tıraş olanlara söylenir. Sonunda kelimenin kökünün “Sıhhatler olsun” olduğunu anladım geç de olsa.
Konumuz vebal verdirme idi. Biz yeniden konumuza dönelim: 87-88 yıllarında Kayseri'de öğrenci iken  babamın bir akrabası ile Alaaddin civarında karşılaşmıştım. Bana bobal (babal, vebal) verdirmişti. Hem de iki kere birden.
Akrabam beni akşam evine çağırdı. “Mutlaka gel, biz akrabayız, gelmezsen bobal boynuna” dedi. İşin ucunda vebal var, gideyim dedim. Akşam evine uğradım. Hal-hatırdan sonra: “Yeğenim biz akrabayız. Paraya falan ihtiyacın olur da istemez isen bobalı boynuna” dedi, vedalaşıp ayrıldım. Hoşuma da gitti bu vebal.
Aradan 5-6 ay geçti. Paraya ihtiyacım oldu. Cebimdeki para ancak beni Kayseri’ye atardı. O zamanlarda öğrenim kredisi alırdım. Üç ayda bir 18.000 lira idi toplam. Bir ay bile gitmezdi. Özal başbakan olduğu zaman kredinin 3 aylığını 60.000 liraya çıkardı. Noterden sözleşme imzalamamız gerekiyor. Noter demek para demek, bir de iki şahit.  Babama da söyleyemedim para lazım diye. İlçemden çıkıp Konya’daki akrabamı buldum, hem ailemin haberi olmasın, hem ondan para isteyeyim, hem de akrabamın verdiği bobal yerine gelsin. Çünkü boynumda taşıyıp duruyorum vebali. İşyerine vardım. Hal-hatırdan sonra geveleyerek ve yutkunarak "Amca bana 30-40 bin lira lazım" dedim. (Bu arada istemek çok zormuş, haberiniz olsun) Şimdinin 30-40 lirası yani. “Öyle mi tamam yeğenim” dedi. O bekledi, ben bekledim. Birkaç defa hatırlattıysam da hep “Tamam” dedi. Nihayet akşama doğru 30.000 lira verdi. Teşekkür edip ayrıldım.
Okullar kapandı, yazın beldeme geldim. Fakülte 2.sınıfa geçtiğim yıl hem yatay geçişe müracaat ettim. Hem de evlilik hazırlıklarına başladık. İlk iş, dedemden düşen bir parseli satılığa çıkardı babam. Bana bobal verdiren akrabam aldı parseli, 1 milyona. Her istemeye gidişimde “Ne kadar lazım yeğenim” dedi. Ne kadar lazımsa o kadar verdi. Zaman zaman yanına gidip parayı istiyorum, amca geri kalanın hepsini ver diye. “Yeğenim ne kadar lazım” dedi yine. Kaçıncı gidişimde nihayet geri kalanı alabildim. Amca, senden 6 ay önce bir 30 bin lira almıştım, onu da kes dedim. “Öyle mi yeğenim, tamam” dedi. Borç olarak aldığım 30 bin lirayı da böylece ödemiş oldum.
Düğün öncesi  parseli sattıktan sonra annem bana: “Oğlum, … akrabamızdan para mı istedin” dedi. Evet istedim, sizin nereden haberiniz oldu dedim. “… akrabamız bir hafta sonu buraya geldi: "Oğlunuza para verdim, benim bağın otunu alın" dedi. Babanla beraber gidip onun bağının otunu aldık, oradan haberimiz oldu” deyince  çok içerledim, üzüldüm, çok zoruma gitti gerçekten. Halbuki ailemden isteyememiştim, son çare boynuma bobal verdiren akrabamız, ailemin yanında kalmıyor, haberi olmaz, ben sonra öderim ona borcumu diye düşünmüştüm. Bana verdirilen bobal pahalıya gelmişti: Hem borcumuzu verdik, hem paramızı çerez parası yaptı, hem de üstüne üstlük bağının otunu aldık. Ailemin bağı çapalaması da aldığım borcun bonusu oldu anlayacağınız. İşin garibi "Ben o borca karşılık ailene ot yoldurdum, borcun yok" bile demedi.
Unutmaya yüz tutmuş, kullanımı yanlış ifade edilen bir bobalı boynunayı böylece yeniden hatırlamış olduk. Siz siz olun, biri size bobal(babal) verdirmişse çok ciddiye almayın. Yoksa daha pahalıya gelir. Ama bazı insanların samimiyetini öğrenmek istiyorsanız denemenizde fayda vardır.
Sizin de paraya ihtiyacınız olur da gelip istemezseniz bobalı boynunuza, haberiniz olsun… 10/05/2016

9 Mayıs 2016 Pazartesi

"Hanımım çalışıyor"

2010 yılında bir lisede görev yaparken akşam mesai çıkışı bir başka kurumda çalışan bir yönetici ile birlikte dolmuşta aynı oturağa otururdum.  İkamet ettiğim yer ile çalıştığım yerin mesafesi 50 km idi. Yol arkadaşım benden 20 km önce inerdi.

Ramazan ayı idi. Çoğu zaman ben yolda iken iftar olurdu. Yol arkadaşım pek konuşan birisi değildi. Yolculuk çabuk bitsin diye zaman zaman laflardık. Daha doğrusu ben laflardım. O, iyi bir dinleyici idi. Yine bir gün dolmuştayız. İftar vakti de yakın. Kendisine takıldım:
-Hocam, her gün evinin önünden geçiyorum. Ha bir gün beni yemeğe çağırsan.
-Çağırmam.
-Hocam! Sen beni çağır, inan gelmeyeceğim.
-Çağırmam.
-Hocam, gerçekten gelmeyeceğim, şakacıktan da olsa çağır.
-Olmaz çağıramam.
-Niye hocam?
-Evde yemek yok çünkü. Ben daha eve varınca yemek yapacağım.
-Hanımın nerede, evde yok mu yoksa?
-Hanımım çalışıyor.
-Çalışsın. Üstelik hanımın ...okulda değil mi? O okulun dersi 14.50'de biter. Eşin şu anda evde olmalı değil mi?
-Evde olmasına evde. Yemeği ben yapacağım.
-Niye, eşin şu anda ne yapıyor?
- Eşim çalıştığı için yoruluyor, işten gelince uyuyor. Ben varınca mutfak önlüğünü takar, yemek yapmaya başlarım. Alıştım artık. Bunu her gün yaparım. Oğlan olmasa iyi olacak da...
-Niye oğlunun ne zararı var?
-Benim lise 3'de okuyan bir oğlum var. Bazen apartmandan çocuklar zile basar. Ben kapıyı açarım. Belimde önlüğü gören arkadaşları birbirlerine bakıp gülüşüyorlar. Onların güldüğünü benim oğlan görünce bana: "Baba! Çekil şuradan, kapının arkasına  geç, görünme. Şu önlüğü bari çıkar, iyice rezil oluyorsun" diye bana kızıyor.
-Allah yardımcın olsun sayın hocam, dedim. O da  dolmuştan indi... Anlatırken de hiç zorlanmadı. Yüzünde de gülümseme hiç eksik değildi. Hasılı adama hayran kaldım, gıpta ettim. 09/05/2016

Kim yapar kadınların kendilerine yaptığı eziyeti?

Bir yerde birden fazla insan var, birlikte bir iş yapıyorlarsa işten verim alabilmek için mutlaka iş bölümü yapılmalıdır. İş bölümünün bilinmediği yerlerde birbirlerinin işine, görev alanına müdahaleler başlar bir müddet sonra.

Toplumda kadın-erkek birlikte yaşıyoruz. Kadının ilgi alanına giren görevleri vardır, erkeğin de. Hatta bizde, "Elinin hamuruyla erkek işine karışma" bile denir. Geçmişten beri kadın-erkek arasında bilerek veya bilmeyerek bir iş bölümü yapılmış idi. Kadınların yaptığı iş ayrıydı, erkeklerinki ayrı idi. Hatta eskiden bir yere bir kişi alınacaksa adaylarda aranan şartların içerisinde 'Erkek olmak' şartı da bulunurdu bazı iş alanlarında. Bu yüzyılda sapla saman karıştı. Kadın erkeğin, erkek de kadının işini yapar hale geldi. Ana sınıfı öğretmenleri bayan idi. Şimdi erkekler de olabiliyor. Hemşire dendi mi bayan akla gelirdi. Şimdiler de hemşir deniyor erkek hemşirelere. Veteriner hekim denince erkek akla gelirdi. Hasılı erkek kadının işini, kadın da erkeğin işini yapar hale geldi. Sanki cinsiyet sıkıntısı çekiliyor.

Kadınlar evlerinden çıktı, her iş alanlarında var artık. İyi mi oldu kötü mü oldu bilmem. Kadın dışarıda çalışmalı mı, çalışmamalı mı? Bu konu çok netameli bir konu. Kadın çalışmamalı desem ipliğimi pazara çıkarıp tefe koyarlar: Gerici, yobaz, kadın düşmanı, emek düşmanı, çağ dışında kalmış gibi sıfatlar eklenir hemen bana. Böyle biri devlet kurumunda nasıl çalışır denir, sonunda bu iş söylediğime söyleyeceğime pişman olacak şekilde idamıma kadar gider. Bereket idam kalktı, ufukta müebbet görünüyor.

Burada şahsi kanaatlerimi serdetmeye çalışacağım. Şunu baştan söyleyeyim ki, sosyal olaylarda kesin doğru yoktur. Zamana, zemine, kişiye göre değişir.  Bana göre doğru olan, başkasına göre yanlış olabilir. Bu konuya değinirken çalışanları kesinlikle ayıplamıyorum. Bu durum herkesin kendi özel tercihidir. Pekiyi, niçin kadınların her işte çalışmasını istemiyorum?

Ev işleri, gebelik, çocuk büyütme, yemek yapma gibi işlerine ilave olarak kadının ayrıca dışarıda çalışması her şeyden önce kadına eziyettir. Gücünün üzerinde yük vurma demektir. Çalışan eşlerden erkek eve geldiği zaman ayağını ayağı üzerine atar,  eline de kumandayı alır, yemek beklemeye başlar. Kadın iş dönüşü var gücüyle yemek yapacağım diye düşünür. Hele bir de çocuğu olmuşsa çocuk en az 15 yaşına kadar bakıma muhtaç. Dilinden de ancak annesi anlar. Doğum öncesi ve doğum sonrası kullandığı 16 haftalık annelik izni sadra şifa olmaz. Süt emen çocuğunu eve bırakıp işe giden bir anne ne kadar işine kendisini verebilir. Günlük 1.5-3.00 saatlik süt izni yeterli olacağını sanmıyorum. Eğer ücretsiz izin almayacaksa bu anne bu çocuğu kime bırakacak? Haydi kadın bütün bunları ayarladı diyelim. Kadının vücudu erkeğe göre daha zayıftır, ağır işlerde çalışamaz. Sabahın erken saatinde evinden çıkıp çocuğunu bir yere bırakacak, sonra işyerine varacak, akşama kadar çalışıp dönüşte yine sabahki işleri yapacak tekrar. Eve varınca iş yine onu bekliyor olacak. Sabahın erken saatinde bir bayan dikkatimi çekti ön koltukta oturan. Yanında da  üç dört yaşlarında çocuğu var. Annesinin dizine başını koydu, uyumak için uğraşıyor. Annesi bir taraftan sarıp sarmaladığı üzerindeki elbiseleri çıkarmaya çalışıyor, çocuk yerini beğenmiyor ki başını bir o tarafa, bir bu tarafa getirmeye çalışıyor. Bir taraftan da "Anne, ne zaman varacağız" diye soruyordu. Çocuğuna bakan yok mu diye sordum. "Annem bakardı, bugün onun işi var, mecburen getirdim" dedi. İnmeye doğru yaklaşınca anne çıkardıklarını giydirmeye başladı çocuğuna. Üzüldüm annenin ve çocuğun durumuna. Bu çocuk mışıl mışıl uyuyacaktı yumuşacık yatağında. 

Kadınlar erkeklere göre sınavlarda daha başarılı. Okuyan kadın erkeğe göre daha kolay iş bulabiliyor. Kocası işsiz olduğu halde karısı çalışan nice erkekler bilirim. Hangi iş yerine gidersek gidelim erkekten daha çok kadın çalışan var.

İnsan ne için çalışır? Mutlaka paraya ihtiyacı vardır. Eşi çalışıyorsa kadın niçin çalışır? Tek maaş yetmiyor mu acaba? Beklentilerimiz o kadar yükseldi ki, yaşantımız lüksleşti. Bir eve bırakın çift maaşı, 5 tane maaş girse yine yetmez. Çünkü hedef büyüttük. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmıyoruz.

Meramımı anlatabildim mi bilmem. Ama bildiğim bir şey var. Kadını her işte çalıştırarak ona zulmediyoruz. Kendi isteğiyle çalışan kadın zaten kendine zulmediyor. Tüketim toplumu olduk, kapitalistleştik. Eskiden bir baba evdeki 9 kişiye bakardı. Şimdi evdekilerin hepsi çalışıyor, yine parasızlıktan dem vuruyoruz. Hani biz evlenenlerden en az üç çocuk istiyorduk. Devlet politikası halini aldı bu. Nüfusun gerilememesi, yerinde saymaması için en az üç çocuğa ihtiyaç var. Çünkü tek çocuk nüfusu azaltır, iki çocuk yerinde saydırır, üç çocuk nüfusu artıya geçirir. Kadınlarımızın çoğu çalışmayı seçiyor ve tek çocukla yetiniyor. Bu demektir ki nüfusumuz da gerileyecektir.

Kadınlar! Bırakın babanız size baksın, evleneceğiniz kocanız sizin ve çocuğunuzun her türlü ihtiyacını karşılasın. Siz ideal bir nesil yetiştirin. İşin garibi çalışarak kendi çocuğunuzu tam yetiştiremediğiniz gibi doğum öncesi, doğum sonrası izinler, her doğumda iki yıla kadar ücretsiz izin durumlarında devlet yerinize bir çalışan almıyor. Hele bir de öğretmenseniz siz gelinceye kadar geçici ücretli öğretmenler girmektedir girdiğin sınıfının derslerine. Anne bir çocuğunu büyütecek diye belki de yüzlerce öğrenci mağdur olmaktadır ehliyetsiz kişilerin ellerinde. 

Okuyun en iyi okulları. Sonra gelin iyi bir eş olun, çocuğunuza kültürlü bir anne olun. Görev alarak kendi kendinize eziyet etmeyin. Evleneceği kişiyi arayan erkeklere de piyon olmayın. Çünkü erkeklere nasıl bir eş istiyorsun denildiği zaman, "Çalışan olsun" deniyor. Efendim, ücretli olur mu dediğinde, "Olmaz" cevabını alıyorsun. İstisnalar kaideyi bozmaz ama birçok erkek bankamatik memuru alıyor. Senden ziyade bankamatiğine aşık. Bırakın sizi alan baksın size. Niye dert edinirsiniz Allah aşkına. Eve kapanın demiyorum. Okuduğun alanla ilgili mahallenizde, muhitinizde, şehrinizde aksiyoner olun. Erkeklerin ihmal ettiği, görmediği alanlarda geri planlarda görev yapın. Sosyal hayatın içinde olun. Mesai gibi çalışma temposuna kendinizi kaptırmayın. Anneliği basite almayın. Dünyanın en zor işidir çocuk büyütmek ve eğitmek...

Dışarıda çalışmayı seçmeyip evinizde oturursanız işsiz erkeklerin iş yok mazeretinin de önüne geçmiş olursunuz. Onlara iş vermiş olursunuz. İşsizlik diye bir derdi kalmaz ülkenin... Sizin evinize çift maaş girerken birçok eve hiç maaş girmiyor. Sosyal adalet dengesi iyice açılıyor... Haydi bir iyilik yapın çekilin evlerinize. 

Yok toplumda kadınlar da olmalı deniyorsa 09.00-14.00 saatleri arasında çalışabilecekleri şeklinde düzenleme yapılmalıdır.

Ben her işte çalışırım diyorsanız bayanlar, Allah size merhamet etsin. Hayrınızı versin. Sizin başka düşmana ihtiyacınız yoktur kendinizden başka. 09/05/2016

Rahmet istiyoruz rahmet*

Rahmetine susadık biz Rahman'ın milletçe. Yukarıdan yağan, bizi ıslatan, böcü- börtüyü sulayan, mahsullerimizi dirilten, yeşerten, her türlü nebatat ve hayvanata can, bize hayat veren sudan bahsediyorum. Çünkü her yıl bahar dönemi biz bu kuraklığı çekiyoruz. Türkiye’nin değişmez gündemi oldu artık.

Vücudumuzun % 60-70'i sudur. Millet olarak biz ona rahmet adını verdik. Çünkü su, hayattır. Su ikram edene, " Su gibi aziz ol" deriz biz.

2010 yılında ‘Küresel ısınma’ konulu bir seminere katılmıştım. Aklımda kaldığı kadarıyla “Dünyayı küresel bir ısınma bekliyor. Susuzluk kapıda, heyelanlar eksik olmayacak, toprak kayması artacak, sular çekiliyor, buzullar eriyor, yağışlarda süreklilik olmayacak, ormanlar yok oluyor, Anadolu kuraklaşıyor, özellikle Konya kuraklıktan en fazla pay alan illerimizden... Çünkü dünyada ağaç ve ormanlıklar % 30’lar civarında iken, Türkiye’de % 18, Konya’da ise % 12 dolaylarında. Bu yüzden tedbir almalıyız.” Açıklamalarını yapmıştı seminer yetkilisi.

Karasal bir iklimde yaşıyoruz. Yazlarımız sıcak ve kurak, kışlarımız ise soğuk ve kar yağışlı. Coğrafya derslerinde biz böyle öğrendik. 90'lı yıllardan itibaren iklimlerimiz de değişti. Kışın soğuğumuz var, karımız yok. Yağış alan bahar aylarında ise yağışımız yok artık.  Karı; yeri ağartır cinsten, yağmuru çisenti şeklinde gelir, iliklerimize kadar işleyen kış gibi soğuğuyla birlikte.

Her yıl dünyada m² ye düşen su miktarı aynıdır. Bölgelere göre düşen su miktarında farklılıklar olmaktadır. Allah evreni yaratırken dengeyi de koymuştur. Su miktarı aynı ama. Ya zamanında yağmıyor, ya da doğal afet şeklinde kendini gösteriyor. Son yıllarda sel baskınları, heyelanlar eksik olmuyor. Çünkü biz tabiatın dengesini bozduk. Ormanları yok ettik. Yerine yenisini dikmedik. Diktiysek de toprağına uygununu dikmedik. Orman alanı belirlediğimiz yere fidanımızı diktik ve adına da bilmem ‘kimin hatıra ormanı’ deyip tabelamızı çaktık ve ayrıldık oradan. Bir daha da selam vermedik oluşturduğumuz ormanlığa. Her yere betonlar döktük, koca binalar diktik, ağaçları kestik bilinçsizce. Yerleşim yerlerini değiştirdik, dağların yamaçlarından ekilebilir arazileri meskene açtık. Şehirlerimiz boğuyor bizi. Kendi ellerimizle dünyayı yaşanmaz hale getirdik.

Millet olarak başımızı göğe çevirdik, gözümüzü, kulağımızı da meteorolojiden gelecek sevindirici habere. Gelmiyor bir türlü beklediğimiz rahmet. Yağan da çisenti şeklinde gelip geçiyor. Susuzluktan neredeyse toprak çatlayacak. Çiftçi kan ağlıyor. Şimdi son çare yağmur dualarına çıkmaya başladık. Toplu yemekler yedik, toplu namazlar kıldık, ellerimizi toprağa doğru çevirerek dua ediyoruz:

“Rabbimiz! Rahmetin sayesinde yaşıyoruz, Sen Rahman ve Rahimsin. Bizden rahmetini esirgeme. Asla ümitsiz değiliz. Çünkü senin rahmetin gazabını geçmiştir. Sen Gafursun. Acı bizlere. Su bizim için hayattır. Hata üstüne hatalar yaptık, kendimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamazsan zarara uğrayanlardan oluruz, yağdır Mevla’m su. Çiftçimizin, esnafımızın  yüzünü güldür, ıslat bizi ya Rabbi. Yağdır ki kirli ellerimizi yıkayalım. Tabiatta yaşayan kuşlar, kurtlar, bitkiler, hayvanat susuz yaşayamaz. Nisan ve mayıs aylarında yağan nisan yağmurlarına, kırkikindi yağmurlarına hasret kaldık. Rahmetinden mahrum etme bizi” diye ellerimizi açıp gözyaşı dökelim.

Yağmur duasına çıkalım çıkmasına. Fakat duadan önce de yağmuru yağdıracak her türlü sebebin oluşması için elimizden gelen çabayı gösterelim. Tabiatın dengesini bozmayalım, şehirleri beton yığını haline getirmeyelim, doğayı bozacak işler yapmayalım. Doğru yere doğru ağaçlar dikelim. Ormanlık alanlarımızın sayısını çoğaltalım. 

* 11.05.2016 günü Anadoluda Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Rahmetine susadık biz Rahman'ın

Türkiye’nin terör, canlı bomba, siyasi çalkantılar, ekonomi  gibi değişmeyen gündeminin yanında, bahar ve yaz dönemlerinde de kuraklık gündemimize gelir her yıl. Toprağımız susuz, mahsuller ise can çekişiyor. Yağmıyor bir türlü. Özellikle çiftçinin gözü semada, kulağı meteorolojiden gelecek sevindirici haberde.

2010 yılında ‘Küresel ısınma’ konulu bir seminer dinlemiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla “Dünyayı küresel bir ısınma bekliyor, susuzluk kapıda, heyelanlar eksik olmayacak, toprak kayması artacak, sular çekiliyor, buzullar eriyor, yağışlarda süreklilik olmayacak, ormanlar yok oluyor, Anadolu kuraklaşıyor, özellikle Konya kuraklıktan en fazla pay alan illerimizden... Çünkü dünyada ağaç ve ormanlıklar % 30’lar civarında iken, Türkiye’de % 18, Konya’da ise % 12 dolaylarında. Bu yüzden tedbir almalıyız.” Açıklamalarını yapmıştı seminer yetkilisi.

Küresel ısınma nedir bilmem. Ama bildiğim bir şey var. 90’lı yıllardaki Körfez savaşından beri iklimlerde değişiklikler oldu. Ne kışımız kış, ne yazımız yaz, ne de baharımız bahar artık. Hepsi birbirine karıştı.

Kış ve yaz başlarında öğle-ikindi arasında görülen yağmurlar olurdu bir zamanlar Anadolu’da. Halk arasında 40 gün sürdüğüne inanılır. Halkımız buna kırkikindi yağmurları adını vermişti. Bu yağmurları da pek göremez olduk yıllardır. Coğrafya derslerinde okurduk karasal iklimin özelliğini: yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve kar yağışlı diye. Sıcak ve kuraklıktan  topraklarımız çatlıyor  her yıl. Kar yağışını da göremez olduk artık. Çoğu zaman kışlarımız yağmur yağışlı ve ılık, baharlarımız ise kurak ve soğuk. En fazla yağışın olması gereken baharın bitmesine ramak kaldı, sobalarımız yanıyor çoğu zaman. Çünkü kışı yaşıyor gibiyiz.

Yağmura biz rahmet diyoruz. İlçeden gelenlere hoş-beşten sonra rahmet var mı denir. Çünkü rahmet berekettir. Rahmetin olmadığı yerde afet eksik olmaz. Türkiye’nin birçok yerinde son çare topluca yağmur duasına çıkılır, yemekler yenir, eller semaya ters bir şekilde açılır. Rahmet beklenir hep birlikte. Bazı yerlerde sulama imkanı olsa da hiçbir su, yağmurun yerini tutmuyor zira. Günlerdir  gündemimiz hep yağmur. Bu gün mü yağacak yoksa yarın mı diye. Meteorolojiden yağmur müjdesi alırız. Beklenen yağmur çisenti ile geçip gidiyor. Birkaç damla yağmur görürüz görmesine. Beraberinde gelen soğuk da iliklerimize kadar işler.

Yağmur duasına çıkalım çıkmasına. Rabbimize: “Rahmetin sayesinde yaşıyoruz, Sen Rahman ve Rahimsin. Bizden rahmetini esirgeme. Çünkü senin rahmetin gazabını geçmiştir. Sen Gafursun. Acı bizlere” diye ellerimizi açıp gözyaşı dökelim. Duadan önce de yağmuru yağdıracak her türlü sebebin oluşması için elimizden gelen çabayı gösterelim. Tabiatın dengesini bozmayalım, şehirleri beton yığını haline getirmeyelim, doğayı bozacak işler yapmayalım. Doğru yere doğru ağaçlar dikelim. Ormanlık alanlarımızın sayısını çoğaltalım.

 Aslında  ağaç dikmede sorunumuz yok. Her yıl binlerce ağaç dikeriz. Ektiğimiz ağacın yetişmesi, büyümesi için gerekli tedbirleri almayız. Çünkü bir daha uğramayız oraya. Şehir çıkışlarına bir göz gezdirirseniz, yamaçlarda: “Falanın hatıra ormanı” levhalarını görürsünüz. Bakımsızlıktan ağaçları görebilirseniz tabii.

Çiftçimizin yüzünü güldür ya Rabbi! Islat bizi ve tarlalarımızı. Rahmetini esirgeme bizden. "Yağdır Mevlam su! Amin … 08/05/2016