4 Mayıs 2016 Çarşamba

"Amca, simidi nereden buldun?"

1986-1987 yıllarında Kayseri'de okurken harçlık suyunu çekmişti. İlk önce 2.dönem okutulmak üzere aldığım kitabı kitapçıya geri verdim. Bir kaç gün daha idare etti beni.  Bir sabah herkes okuluna giderken ben -sora sora-  soluğu amele pazarında aldım. 15-20 kadar ayakta bekleyenin arka taraflarına geçtim. Beklemeye koyuldum. Ne gelen vardı ne de giden.

Nice  sonra yaşlı bir amca geldi. Ön tarafta olanlarla konuştu. Sonra tek başına ayrıldı gitti. Öne yaklaşıp amca ne istiyormuş dedim. "Simit sattıracak birini arıyor" dediler.

Amele pazarından ayrılıp amcayı takibe başladım, amca önden ben ardından. Amcayı takip ediyorum ama içim pek rahat değil. Kendi kendime, "Bu iş inşaatta çalışmaya benzemez. Simit işi bu. Patron bana tepsi içerisinde simit verip sattırsa çarşıda kalabalıklar arasında bu işi nasıl becereceğim. Ya beni tanıyan biri çıkarsa başımda tepsi ‘simitçiii’ diye bağırırken. Nasıl bağıracaktım sonra. Haydi hepsinden geçtim. Simit tepsisini başımda nasıl durduracaktım..."  Ben bu düşünceler içerisinde iken 3-5 adım önümden giden amcaya, amca simidini ben satayım diye medeni cesaret gösteremedim. Geri dönüp otobüsüme binip kaldığım yurdun yolunu tuttum.

Konya Lisesinin arkasında otobüs durağında beklerken canım simit istedi. Sağıma soluma baktım, bir simitçi bulamadım. Zaten nice zamandır göremiyordum ya. Cadde boyu adımladım bir simit bulabilmek için. Sonunda Şato Form'da bir esnaftan temin edebildim ihtiyacımı. Gerisin geriye döndüm otobüs beklemeye koyuldum. Bir kenarda simidimden bir parça kopardım. Bir genç geldi yanıma: " Amca, simidi nereden buldun" diye. İstersen sana satayım dedim. Güldü. Simitçinin yerini tarif ettim. Delikanlı koşarak gitti oraya.

Ne demek istiyorum? Eskiden çarşıya çıkıp sağına soluna baktığın zaman ya simit arabasının içerisinde ya da başında simit satanlar vardı. Şimdilerde görünmüyor seyyar satıcılarla beraber. Belediyelerimiz sanırım dışarıda satışı yasakladı, bir düzenleme getirdi. Kapalı yerlerde, esnaf dükkanlarında satılıyor artık. Dışarıda ve her yerde simit satışı belki de pek hijyen görünmeyebilir. Düzenleme gerekiyordu. Gördüğüm kadarıyla düzenleme yapılmış ama ara ki simit bulabilesin.

Simit bizim yediden yetmişe her birimizin ayaküstü, otobüse binerken, işe giderken kahvaltı yapmak ya da açlığı bastırmak için başvurduğumuz bir yiyeceğimizdi. Milli buluş ve yiyeceğimiz yani. Namı diğer memur kebabı diye bilinir: Çıtır çıtır, mis gibi kokar hele sıcak iken. Şimdi simit bulmak için sen kazan ben kepçe olmam lazım bulmak için. Düzenleme yap dedik de öldür demedik ki.

Simit satanlar ihtiyaç sahibi, dar gelirli. İşsizlikten dolayı bu işe koyulmuş kişilerdir. Öyle zannediyorum mecburiyetten bu işi yapıyorlardı. Sonra görüldüğü kadar simit satmak kolay değil. Yukarıdaki anımı da bu yüzden anlattım. Ben geçmişte zor durumda olmama rağmen bu işi yapamadım.

Belirli bir  düzen içerisinde ve hijyene dikkat etmek şartıyla köşe başlarında simitçilerimizi görmek istiyoruz. Simitçilere bu imkanı verirsek tablacı ya da seyyar satıcılara da izin vermemiz gerekiyor denirse simit satmak tablacılık değildir.  04/05/2016



3 Mayıs 2016 Salı

"Aman emekli olma!"

Okulun bir ihtiyacını temin etmek için sabah sabah bir esnafa uğradım. Çalışıyor musun dedi. Evet, hak etmedim daha dedim. "Aman emekli olma, emekli olanlar iş arıyor. Ben 43 yaşında emekli oldum amirimin zorlamasıyla" dedi. Alışverişimi yapıp ayrıldım.

Adam çalışmak istiyor ama emekli olmak için amir baskı yapıyor. Bir arkadaşımın babası 37'inde emekli olduğunu söylemişti. Görüştüğümüzde, " Emekli olduktan sonra bir emekliliği daha devirdim" derdi. 5 yıl öncesinde rahmetli oldu. Eşi alıyor halihazırda maaşını.

İşten gelirken yolda bekleyen birisini aracıma aldım. ne iş yaptığımı sordu. Öğretmenim dedim. "Aman emekli olma, ben SSK'da çalışıyordum, gece gündüz telefonum susmazdı arayandan. Emekli olduktan sonra ne arayanım var, ne de soranım. Yalnızlara oynuyorum anlayacağın" dedi. Mahallemde oturan bir emekli var. Her gün öğle vakti çarşıya 5 km' yi yürüyerek gider, 18.00 sularında otobüsle geri döner. Zaman zaman otobüste karşılaşırım. Bir gün yanıma oturdu. Dertli idi garibim. "Demir yollarından emekli oldum, 15 yıl garda bilet kestim. Her gün çarşıyı adımlarım. Bir tane tanıyan çıkıp selam veren yok." Nasıl vakit geçiriyorsun dedim. "Her gün çarşıya aynı saatte çıkarım, Alaaddin Tepesinde biraz otururum, bir de  tanıdığım  bir esnaf var, yanına uğrar, hasbihal eder, sonra eve geri dönerim, vakit geçmiyor bir türlü" dedi.

Erken yaşta emekli olanların çoğu, maaşı da yeterli olmadığından yeni bir işte çalışıyor gördüğüm kadarıyla.  Kimi ev geçindirme derdinde, kimi de kendisini avutacak yer arıyor. Eğer yapacak bir meşgalesi yoksa ya yatmaktan bizar olacak ya da hanımı ile kavga edecek. Başka bir işi yok çünkü.

"Aman emekli olma." Ben bu sözü çok duydum emekli olanlardan. 43 yaş daha olgunluk yaşının başı. Tecrübenin arttığı devre. Peygamberlere vazifenin tevdi edildiği yaş.

Emeklilik yaşı ile bu ülkede çok oynandı. Menderes zamanında emeklilik yaşı kadın ve erkekte 60 yaş olarak belirlenmişti. 69 yılında Demirel yaş sınırını kaldırdı. 25 yılını dolduran emekli oldu. 76 yılında ise kadınların emeklilik süresini 20 yıla indirdi. 86'da Özal kadınlarda 55, erkeklerde 60'a yükseltti yaş sınırını. Ardından yine Demirel 91 yılında Özal'ın yaş düzenlemesini iptal ettirdi. Hasılı Demirel dönemleri Türkiye erken emeklilik cenneti haline getirildi. Ülkenin geleceğini düşünenler emeklilik yaşında çalışanlar için acı reçete hazırlarken arkalarından gelen Demirel acı reçeteyi kaldırarak vatandaşa mavi boncuk dağıttı. Belki de bu tasarrufu sayesinde 6 defa gitti, 7 defa geldi. Sayesinde sosyal güvenlik hep açık verdi. SSK ve Bağ-Kur battı. 3 çalışan 1 emekliyi besleyeceği yerde 1 çalışan 3 emekliye bakacak duruma geldi. Doğal olarak vücut bu sıkleti çekemedi. Geçmişin oy alma, iktidara gelme hırsı açığı iyice büyüttü. Geçmişin oy avcılarının ceremesini sonraki gelenler kadınlarda 60, erkeklerde 65 yaşa çekerek acının acı reçetesini sunmak zorunda kaldı.

Benim kanaatim insan kendisini faydalı gördüğü, kurumuna yararlı gördüğü müddetçe çalışmalı. Bazı çalışanlar, "Bir emekli olsam" diye temenni eder durur. Bazen de isyanlara oynar durur. Belki de emeklilik yaşının çok değişkenlik göstermesindendir isyanı... Kanaatimce emekli olmadan önce emekli olanlarla bir görüşmesinde fayda vardır.

Emekli olamayan bir pişman, emekli olan ise bin pişman... Allah emekli olana da, emekli olamayana da sağlık ve huzur versin... 03/05/2016

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Dokunulmazlara dokunulsun *

Uzak Doğu ülke meclislerinde uzaktan  görmeye alıştığımız kavgalar hele şükür yakınımıza geldi. Daha yakından seyrediyoruz seçip gönderdiğimiz koca koca insanların şamatalarını.

Dokunulmazlıklarla ilgili görüşmelerin yapıldığı perşembe günü vekillerin kavgası ülke gündemine oturdu. Meydan savaşı gibiydi görüntü. 4 gün sonra ekranda milletin gözü önünde aynı kavganın kaldığı yerden devam etmesi taraflardan birinin veya ikisinin kavgayı bilinçli yaptığı anlamına gelmektedir.  Görüntü hoş mu? Değil elbet. Hatta rezalet. Bu kavga olsa olsa 'Kayıkçı kavgası' olur. Ben bugüne kadar vekillerin çok zarar gördüğünü görmedim. Bakmayın siz yumruk yediklerine. Milletin yıllardır yediği balyozun yanında yumruğun lafı mı olur?

02.05.2016  tarihi itibariyle meclise gelen  fezleke sayısı 619'dur. 550 vekilin olduğu mecliste vekil başına  1.12 dosya düşmektedir. Seçilmişimizdeki bu kabarık suç oranını görünce millet ne yapar kim bilir? Bizim adımıza kanun çıkaracak insanların kendileri temiz değil bir kere. Suç makinesi mübarekler… Kendisi temiz olmayanın bu millete, bu ülkeye verebileceği bir şey yoktur.

Konu dokunulmazlıklar meselesi. Kavganın sebebi ise, bize dokunulsun veya dokunulmasın. Kavgadan korkanlar birileri aralasın diye kalabalıklar içerisinde yapar kavgasını, postu deldirmemek için. Niyetleri gerçekten kavga olanın ekranda, mecliste kalabalıklar içerisinde işi olmaz. Kapatın ekranları, kapatın kapıları; paylaşın kozlarınızı. Er mi yaman, bey mi yaman. Alın boyunuzun ölçüsünü. Bir temizlik yapın. Giderayak hem bu ülkeye bir iyilik yapın, memleket kurtulsun. Birbirinizi kırın, vurun bu millet tüh derse gelin yanıma. Bu millet ardınızdan son görevi yapar, hepinizin adına helva bile dağıtır. O günü de ulusal bayram ilan eder. Hem o meclis alışkındır öldürmeye. Kimin kimi öldürdüğü de belli olmaz kim vurduya gider. Faili meçhul kalır. Bak Ali Şükrü Bey’in katili belli oldu mu? Olmadı. Hem zaten birbirinizi öldüreceksiniz. Öbür dünyaya gidince de "Dünyada ne var ne yok diye sorarlarsa," Bekri Mustafa'nın Küçük Ayasofya Camisine imam seçildiği gibi biz de milletin vekiliydik" deyin.

İşlenen suçlardan dolayı insan bu kadar korkar mı? İnsan biraz mert olur? Bugüne kadar vekil olup da ceza alan oldu mu? Kazara içeriye giren olduysa da nasıl ki bu millet mecliste iken bakmışsa içeride de beyler gibi bakar. Hiç merak etmeyin siz. İnsan Allah'tan korkar bir defa. Bu ülkenin Güney'i kan ağlarken, her gün şehit haberleri gelirken işlediğiniz suçlardan dolayı birbirinize düşmenizden utanmıyor musunuz? Bari kullarından utanın. El birliğiyle kaldırın dokunulmazlığınızı. Hiçbiriniz lâyüs'el değilsiniz. Bu millete her gün birileri dokunuyor, bu millet hala ayakta. Allah'tan başka yardımcıları da yok. Dokunulmazlık zırhı nedir bilmez. Allah'a emanettir onlar. Asılda koruma zırhı yoksa vekilde hiç olmamalı zaten.

Sizler mert olun, işlediğiniz suç ise cezanızı çekin, yok suç işlediğinize inanmıyorsanız gidin kendinizi savunun. Merak etmeyin, mahkemede de ekran olacak. Meclisteki kabadayı tavırlı öz güveninizi orada da gösterebilirsiniz...Yargı da adalet dağıtsın. Güven versin.  Kimseden direktif almasın. Eli vicdanında karar versin. Birilerine olan kızgınlıkları, kinleri adaleti elden bırakmalarına sebebiyet vermesin... Kimsenin onuruyla oynanmasın, Yeni mağduriyetlere zemin hazırlanmasın. Suçlu-suçsuz ayırt edilsin. Kamu vicdanında makes bulsun haklılığınız ya da haksızlığınız.

Sözüm meclisten dışarı. Ülkesi için çalışan, vekilliğinin hakkını tam veren, ülke meselesini kendi menfaatinin önüne koyan vekillerimize selam olsun.

*07/05/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Konya'nın hediye adetleri *

Cumartesi akşamı hem tatili değerlendireyim hem de bir akraba ziyareti yapayım diye bir ahbabımı aradım, müsaitseniz çay içmeye geleceğim diye. "Pazar günü iki tane düğün var, düğün hediyesi almak için alışverişe çıktım. Eve dönüyorum buyurun gelin" dedi ahbabım. Akşam evine gidip ziyaretimizi yapıp çayımızı içtikten sonra ayrıldık. Fakat benim aklım düğün hediyesinde kaldı.

Malumunuz Ramazan ayının bir kaç yıldır yaz mevsimine  denk gelmesi sebebiyle düğünler Ramazan öncesi ve sonrası yoğunlaşır hep. Zaman zaman başka illerdeki düğünlere katılsam da yemeğinden, hediyesine varıncaya kadar Konya düğünleri bir başka.

Bu yazımda Konya'daki düğünlerde, umre ve hacca gideceklere getirilen hediyeler üzerinde duracağım. Nedense eskiye dair birçok gelenek ve göreneklerimiz unutulmaya yüz tutmuşken Konya'daki hediye kültürü değişmedi gitti. Görüp hissettiğim kadarıyla ne hediye getiren memnun ne de hediye alan.  Bu şekil hediyeden kimse memnun değil ama kaldırma gibi bir niyetimiz de görünmüyor.

Evleneceklere tepeden tırnağa her türlü ihtiyaçları lükse derecesinde alınmaktadır. Şimdiki düğünlerimiz masraflı. İğneden ipliğe her şey alınıyor tabiri caiz ise. Düğün sahiplerinin düğünde tek ihtiyaç duydukları paradır. Çünkü çoğu aileler altından kalkamayacağı bir düğün borcunun altına girmektedir. Düğün eşle dostla olur, düğüne yakın uzak akrabalar başta olmak üzere tanıdıklarımız davet edilir. Pekiyi düğün sahibine hediye olarak ne götürülür? Doğal olarak para götürülür. Biz  ne götürüyoruz?  Borcam, çay takımı, kahve takımı, çay tepsisi...vb mutfak eşyası. Oldu mu ya şimdi? Sadra şifa oldu mu bizim getirdiğimiz hediye. İşin garibi hediye almadan gelen bir iki tane davetli de utana sıkıla düğün sahibinin cebine para sıkıştırırken, "Kusura bakma, hediye alamadım" diyor. Keşke bütün kusurlarımız böyle olsa. Ne yazık ki gelen hediyeler ambalajı bile açılmadan evin –varsa- izbesi veya çatısına istifleniyor, başka düğüne hediye olarak götürülmek için sırasını bekliyor.

İşe yarayan hediyeler kısmında ise kameralar var. Takı törenlerinden bahsediyorum. Bazı yerlerde hem kameraya alınıyor, Hem de anons ediliyor: Falandan bir çeyrek, şundan 100 lira gibi. Bu takı törenleri Konya'nın dışında da var maalesef. Davetli ne taksın, ne etsin. Küçük taksa ayıp olur, gören ne der. Büyük taksa boyunu aşar. Hasılı iş değil bu yaptıklarımız.

Sorun sadece düğüne gelen hediyeler ya da takı törenleri değil. Bizde umreye, hacca gidecek olana da hediye götürülür: bisküvi, küp şeker, havlu, çorap vb. Bu durum karşısında bizim yolcumuz ne yapsın. Daha kutsal yere gitmeden toptancılarda soluğu alıyor, dönüşte hoş geldine gelenlere hediye vermek için tespih, takke, seccade,  koku vb. hediye alıyor.  Kutsal yere gidecek olana getirilen hediye de ihtiyaç dışı, mübarek beldeden gelenin getirdiği hediye de ihtiyaç fazlası. Masraf üstüne masraf. Herkesin evi bisküvi, şeker, takke, tespih dolu. Biz ne yapıyoruz? Götürmesek ayıp olur, getirmezsek ayıp olur moduna girip kendimize eziyet ediyoruz. Hacca gidecek olana götürülen hediyeden hacdan gelenin getirdiği hediyeden yine memnun olanımızın olduğunu sanmıyorum. O halde mesele nedir o zaman? Gelin kaldırıverelim gitsin Allah aşkına bu şekil hediye geleneğini. Mübarek beldeden gelenin en güzel hediyesi hurma, zemzem olmalı. Uğurlayacak olanın da en güzel hediyesi güle güle git demek olmalı. Yok olmaz illaki bir şey vereceğim deniyorsa yolcuya para verilmeli diye düşünüyorum.

Konya düğünlerindeki gelenek ve göreneklerle ilgili düğün sezonu olmayan ocak ayında birbirinin devamı niteliğinde iki yazı kaleme almıştım. Düğün masraflarından ve düğünlerde alınan hediyelerden bahsetmiştim. Bugün yine bu konuyu ele aldım. Bu adamın düğün hediyesinden, umre-hacc hediyesinden bir derdi var diye düşünüyor olabilirsiniz. İnanın böyle bir derdim yok. Gözlemlerimi aktarıyorum. Sadra şifa olursam kendimi bahtiyar hissedeceğim.

Amacım milyonların derdine tercüman olmak. Eğer bu benim dert edindiğim hediyeleşme şekli herkesin derdi ise bu konu halkın sevilen sayılan kişileri tarafından camilerde hutbe ve vaaz kürsülerinde ele alınmalı. Yok arkadaş, ben bana gelen evimdeki stokları eriteceğim, böyle gelmiş böyle gitsin diyorsanız yine de siz bilirsiniz: Borcama devam o zaman… 02/05/2016

* 18.05.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.



"Ben hayattan hiç zevk almadım da" **

Bugün yanıma bir genç yaklaştı amca bir şey sorabilir miyim diye. Buyur delikanlı dedim. "Yaşın kaç" dedi. Hayırdır dedim. "Hiç, bir şey soracaktım da" dedi. 53 yaşındayım deyince, "Amca ben 23 yaşındayım. Bugüne kadar hayattan hiç zevk almadım da acaba siz aldınız mı diye soracaktım" dedi. Büyüyüp sorumluluk arttıkça insan hayattan zevk alamaz, zevk ancak çocuklukta alınır dedim. "Doğru amca, teşekkür ederim" dedi uzaklaştı.
***
Geçen yıl yanıma 17-18 yaşlarında yine bir genç geldi. Benden önce sigara istedi, ardından ateş. Uzattım çakmağı ve sigarayı. "İşten kaçtım" dedi. Niye dedim. "Çalışmak istemiyorum ben" dedi. Nerede çalışıyorsun, niçin kaçtın deyince, "Ben amcamın yanında marangoz olarak çalışıyorum" şeklinde cevap verdi. İyi de çalışmazsan sana kim bakacak dedim. "Babam baksın, madem beni doğurmuş, bakmayacaksa niye doğurdu, ben dünyaya gelmek istemiyordum" dedi. Çalışmazsan emekli olamazsın, sosyal güvencen olmaz dedim ise de o, "Ben emekli olmak istemiyorum, güvencem de olmasın. Madem beni doğurdu, baksın bana, bana mı sordu beni doğururken" cevabını yineledi. Baktım genç laftan anlamıyor. Az daha uğraşsam bana işimi bıraktıracak. Bu arada otlakçılıktan da pek rahatsız değil anlaşılan. Benim de hoşuma gitmedi değil hani. Uzaklaştım yanından.
***
Size  karşılaştığım iki örnek. Bu şekilde düşünen gençlerin sayısı ne kadardır bilmem. Bu gençler hayattan niye zevk almazlar, niçin çalışmak istemezler? Daha bu yaşta hayattan bezmek de neyin nesi?  Daha hayatın cenderesinden geçmedi bunlar. Gençliği niçin memnun edemiyoruz? Seçme hakkı verdiğimiz bu gençlere biz seçilme hakkı verilsin diye konuşuyoruz. Nasıl bir psikolojiyle yetiştiriyoruz biz bunları? Çoğu kendisiyle kavgalı bunların. Bu arada antrparantez söyleyeyim, pırlanta gibi olan gençlerin sayısı da az değil.

Gençlerin mutlu olmadığını giyim-kuşamlarından, kılık-kıyafetlerinden anlayabiliriz. Bir çoğu  farklı olduğunu göstermek ve dikkat çekmek için gülünç olacak şekilde giyiniyor. Yediğimizi yemiyor, giydiğimizi giymiyor. Bir kısmı teröre bulaşıp öldürüyor, bir kısmı gerekirse canlı bomba olup kendisiyle birlikte yüzlerce masumu havaya uçuruyor. Ölümü ve öldürmeyi göze aldığına göre hayattan beklediği olmasa gerek, demek ki hiç mutlu değiller. Üstelik teröre bulaşanların, canlı bomba olanların ekseriyeti de üniversite öğrencisi ya da mezunu. Demek ki okullardan  bir şey almamış  ya da okullar bir şey vermemiş... Çoğu isyanlarda. Neye, kime? Belli bile değil. Bunlar yarının büyükleri olacak. Ülkeyi emanet ettiğimiz-edeceğimiz kişiler bunlar. Üstelik bu hafta “Gençlik Haftası.” Onların haftası yani.

Hayattan bu kadar kopmalarının sebebi üzerinde durmak lazım. Bu hayat niçin onların beklentilerine cevap vermedi? Öyle zannediyorum. Bunlar ailesinden, ailesi de bu tiplerden şikayetçidir. Belki de zevk alarak çalışabilecekleri bir iş bulamadılar. İşi buldular, parasını beğenmediler. İyi bir iş sahibi olmak için okumayı seçtiler, belki de beceremediler. Okudular, yine iş bulamadılar... Kim bilir?

Gençliği iyi dinlemek, fikirlerini iyi incelemek lazım. Saçma deyip ayıplamak, susturmak, kızmakla bir yere varamayız. Saçmalık belki de bizim onları anlayamadığımızdandır. Birbirimize fransız kalmayı, körler ve sağırlara oynamayı bırakmamız lazım. Fikirlerine değer verilmedi mi insanoğlu, kendisine değer verilmediği hissine kapılır. Ya içine kapanır, ya da iyice açılır: isyanlara oynar. Adı üzerinde: delikanlı. Her iki yol da sıkıntılı ve sakıncalıdır. Çözüme ulaştırmaz bizleri.

Üniversitelerimiz, sosyolog ve psikologlarımız: Başka ülkelerde yapılan bayat incelemeleri bilimsel diye kitaplarına koymayı bırakıp; bize özgü, bize ait bu gençliğin: “Ne istediği, nereye gittiği, niçin mutlu olmadığı..” gibi sorular üzerine yoğunlaşıp çözüm yolları üzerine kafa yormalı, derinlemesine inceleme yapmalı. Onlardaki boşluk nedir? Önce onu bulmalı...

Bilelim ki, gençleri mutlu olmayan ülkenin geleceği de olmaz. Çünkü onlar bizim geleceğimizdir.

** 19.5.2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.


Eyvah! Yoksa siz çocuğunuza akıllı cep telefonu mu aldınız?**

Ödüllendirme ve ihtiyaç kıstaslarımız değişti. Yarışmalarda verilen ödüller ile çocuğumuza karne hediyesi veya bir sınavdan başarılı olması sonucunda aldığımız hediyelerin çıtası epey yükseldi. Anne babalar bu işin içinden nasıl kalkacaklar bilemiyorum.

Ders çalışsın diye ilk önce masaüstü bilgisayarlar aldık, ardından dizüstü. Sonra hediye olarak tabletler almaya başladık. Şimdilerde ise akıllı cep telefonları olmazsa olmaz ihtiyaç ve ödüllendirme yöntemlerimizden.

Telefon kullanma yaşı epey aşağıya çekildi. Sadece iletişimi sağlayan konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefonlar çöpe atıldı. Daha hiçbir sorumluluk vermediğimiz çocuklarımız son model, 4x4 özellikli ve de akıllı telefonlarla tanıştı. Masraftan kaçınmadık, tüm velilerimiz yarıştı çocuğuna en iyisini almak için. Borçları ödemeye devam ediyoruz. Fakat alınca iş  bitmiyor. Her aldığımız telefon hemen demode oluyor, hızına yetişemiyoruz, sürekli model değiştirme yoluna gidiyoruz. Başka çocuklarda var, benim çocuğumun ne eksiği var diye gidip alıyoruz. Kimi veli isteyerek kimi istemeden. Saçımızı süpürge ediyoruz tabiri caizse. Tek istediğimiz var: çalışıp başarılı olması... Fakat dert bitmiyor. Şimdi de derdimiz çocuğumuz derse kendisini vermiyor; işi, gücü telefonla oynamak, onunla vakit geçirmek diyoruz. Nasıl çıkacağız bu işin içerisinden?

Ben bu nesle Şeytan’ı bol nesil diyorum: bilgisayarlar, tabletler, akıllı cep telefonları, sanal alem, chatleşme, dijital oyunlar... çocuklarımızın çok zamanını alıyor. Yolda, çarşıda, pazarda cep telefonuyla oynayamayan kulaklık marifetiyle müzik dinliyor hem de sabahın erken saatinden başlayarak. Yukarıda saydığım şeyler faydalı olmakla birlikte yerinde ve zamanında yeterince kullanılmadığı takdirde onulmaz yaralar açabiliyor. Çocuğuna cep telefonu alan bir pişman, almayan bin pişman. Cep telefonu ile tanışan okullu çocuk ders çalışmaktan uzaklaşıyor. Cebi olmayan çocuk da anasının babasının kafasının etini yiyor: telefon telefon diye. Zaten birimiz almaya görsün, diğer veli ve çocuklarımıza emsal teşkil ediyor.

Ders esnasında  öğretmenin konuşmasını telefonunun kamerasına alan,  zaman zaman da fotoğrafını çeken bir öğrencinin telefonunu aldık elinden. Aldığımız karar gereğince ders esnasında telefonu açık yakalanan çocuğun telefonunu bir ay boyunca vermiyorduk. Bir kaç gün sonra öğrencinin babası geldi odama: “Hocam çocuğumun cep telefonunu almışsınız, almış olduğunuz karar gereğince bir ay boyunca vermiyormuşsunuz. Ben size teşekkür etmeye geldim. Telefonunu bir ay değil, sene sonuna kadar vermeyin. Annesi de oğlanla bir oldu. Bana borç harç içerisinde bu telefonu aldırdılar. Zaten ders çalışmayı bıraktı. ” dedi. Velinin yüzüne baktım ağlamaklıydı, gözleri dolmuştu. Sadece velilerin değil, okulların da baş belası bu telefonlar. Kimi okul sabah gelince öğrencilerden telefon topluyor, kimi okul ders esnasında kapalı tutun diyor. Ne karar alınırsa alınsın okullarda sorun maalesef bitmiyor. 2004 yılında bir lisede çalışırken  10.sınıf bir öğrenci arkadaşlarının eteklerinin altına cep telefonunu götürerek fotoğraflarını çeker. Ardından da sanal alemde paylaşmakla tehdit eder. Çocuğun velisi okula çağrıldı. Durum babaya anlatıldı.  Baba : “Ne var bunda, bu daha çocuk” dedi. Ölür müsün öldürür müsün? Babaya göre çocuk yunmuş yıkanmış.

Akıllı cep telefonlarıyla ilgili sayısız örnekler verebilirim. Bu alet hem çocuklarımızı ders çalışmaktan uzaklaştırıyor, hem de sosyalleşmekten. Bugünkü çocukların başarısızlığının temelinde fütursuzca kullanılan bu telefonlar başrol oynamaktadır.


Çocuklarımızın her istediğini yapmak ve telefonun son modelini almakla geleceğimizin teminatı olan bu çocuklarımıza kötülük yaptığımızın farkında mıyız acaba? İnsan evladına kötülük yapar mı? Maalesef bu şekilde kötülük yapıyoruz. Bir defa üniversiteye başlamadan önce çocuğumuz akıllı cep telefonuyla tanışmamalı. Kullanacağı telefon  konuşma ve mesajlaşma özelliği olan telefondan başkası olmamalı. Yoksa daha çok saçlarımızı süpürge ederiz, eğer saçımız kalırsa tabii… 

02.05.2016 tarihinde kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.

1 Mayıs 2016 Pazar

"Kutlu Doğum" programlarında öğrendiklerimizi pratiğe geçirsek...

Tarihte hiç olmadığı kadar “Kutlu Doğum” programları tertipledik bu yıl. Hiç anmadığımız kadar andık o Kutlu  Nebiyi. Okullardan, kurum ve kuruluşlara, vakıf ve derneklerden sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar nisan ayını anma, hatırlama ve kutlamayla geçirdik.

Adına yarışmalar yapıldı, ödüller verildi, yemekler ikram edildi,, ilahiler söylendi. Haftanın anlam ve önemini belirten konuşmalar yapıldı. Kesenin ağzı açıldı. Neredeyse tüm ülke bu anmalarda birleşti. Tek nefes olduk. Yapılan her programa üst seviyeden makam sahipleri katıldı. O kadar çoktu ki; makam sahipleri  birinden çıktı, diğerine koştu. Neredeyse onlar da yarıştılar programlara katılmak için. Bu senenin teması, 'Gelin birlik olalım' idi. Kutlama konusunda bir birlik vardı. İnşallah kutlamadaki birlikteliğimiz 'Tevhid ve vahdette" de olur.

Kutlamalarda peygamberin her yönüne değinildi. Öyle zannediyorum örnek yaşantısı dimağlara iyice işlendi. Bu sene teori olarak andığımız/öğrendiğimiz  Peygamberimizin yaşantısını önümüzdeki yıl nisan ayında pratiğini yaşasak nasıl olur? 

2017 yılının kutlu doğum teması 'Nebevi hayat' olsa...2016 yılında tüm öğrendiklerimizi pratiğe döksek...Hiç peygamberi anmasak, sadece örnek yaşantısını hayatımıza tatbik etsek. Kâl ehli olmaktan  hâl ehline dönsek nasıl olur? Fena olmaz sanırım.

Peygamber cömert ve yardımsever mi idi? Biz de cömert ve yardımsever olalım. Hoşgörülü mü idi? Biz de öyle olalım. Herkese hakkını veren adalet timsali mi idi? Biz de adil olalım. Emaneti ehline mi verirdi?  Biz de işe almalarda liyakatı esas alalım. O, çalıp çırpmadı mı? Biz de özellikle kamu malını kendi malımız bilelim. Yetimi, öksüzü, kimsesizleri korur muydu? Biz de öyle yapalım, şov yapmadan. Çalışanın hakkını tastamam verir miydi? Biz de verelim. Merhametli mi idi? Biz de karıncayı bile incitmeyelim. Güvenilir biri mi idi? Biz de -bize güvenmeyenler varsa- güven verelim. Eminse emin olalım. Hep doğruyu söylediyse doğru olalım. Namus abidesi miydi? Biz de bize emanet edilenlere göz dikmeyelim. Cesur mu idi? Şecaat sahibi olalım. Haksızlık karşısında zalimlere karşı susmadıysa biz de susmayalım, özellikle kendi insanlarımızın yaptıklarına karşı. Eşine ve çocuklarına karşı iyi mi davranırdı? Biz de iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir baba olalım. Kendisi için istediğini kardeşi için de ister miydi? Biz de öyle olalım. Rahatına düşkün biri mi idi? Değilse biz de rahatımıza düşkün olmayalım. İnsanları tanımadan haklarında dedikodu kültürüyle karar vermemişse biz de öyle yapalım.

Hak davasını anlatırken yerleşik düzenlerinin bozulacağını gören rakipleri kendisine gelip: “Makam, mevki istiyorsan başımıza başkan yapalım, evlenmek istiyorsan şehrin en güzel kızıyla evlendirelim, para, pul istiyorsan zengin yapalım, hasta isen en ünlü doktorlara tedavi ettirelim… yeter ki bu davandan vazgeç” dediklerinde: “Bir elime Güneş’i, diğerine de Ay’ı verseniz ben asla bu davamdan vazgeçmem” buyurarak tüm makamları, en güzel kızları, parayı, şöhreti elinin tersiyle itmişti biliyorsunuz. Hangi birimiz bu tekliflere elinin tersiyle hayır diyebilir?

Bizim için örnek olan yaşantısından hiçbirini uygulayamasak da sadece ‘Emin’ özelliğini hayatımıza tatbik etsek, İslam’a ve Müslümanlara mesafeli duranlar bize: “Görüşlerinize katılmıyorum ama çok dürüst, güvenilir” deseler nasıl olur? Ahiretimizi de kurtarmış oluruz.Yaşantımız Nebevi yaşantıya uygun olurdu.


Bugün bazı insanlar mükemmel dinimiz İslam’a mesafeli duruyorsa suç İslam’da değil, bizde ve aykırı yaşantımızdadır, haberimiz olsun. 01/05/2016