27 Nisan 2016 Çarşamba

Derdimiz Matematik*

27/04/2016 Çarşamba günü 8.sınıfta okuyan öğrenciler Türkçe, Matematik ve Din Kültürü derslerinden sınava girdiler lisede daha iyi bir okulda okumak için. Sınavdan çıkan öğrencilere nasıl gitti diye sordum: " Matematik zordu hocam" dediler.

Her çocuğun korkulu rüyası  bu Matematik. Bu güne kadar bu dersle ilgili, "Kolaydı" sözünü hiç duymadım.  Matematik=problem, problem=Matematik dense yeridir. Hiçbir konuda birleşemiyoruz ama Matematiğin zorluğunda biriz ve beraberiz. Bu ülkenin ortak bir derdi var. Hele şükür! Sorun; dersin kendisinde mi, hocasında mı, müfredatta mı?  Bilemedim gitti.

2015-2016 yıllarında yapılan sınavlardan Matematik net ortalamalarına bir bakalım: 2015 TEOG sınavında öğrenciler 20 Matematik sorusundan ortalama 7,6 net,  2016 YGS Matematik sınavında öğrenciler 40 sorudan  7,9 net,  2015 LYS Matematikte  9,72 net,  2015 LYS Geometride ise  3,78 net yapabilmişlerdir. 2012 PISA(Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Progr.) sonuçlarına göre Türkiye 65 ülke  içerisinde Matematikte  42.sırada.

Ben Matematik özürlüyüm. Fakat yukarıdaki istatistiğe bakarsak bu özürden Türkiye’de baya nasibini almış görünüyor. Eğitimimiz SOS veriyor. Matematik ise eğitim sistemimiz içerisinde en altlarda yaşam mücadelesi veriyor. Derdim bu dersi öğrenemediğimizdir. Bildiğim kadarıyla bu ders ortaokullarda haftada 4 saat iken 5 saate, liselerde ise 6 saate çıkarılmıştır. Öğrenci ilave olarak okullarda açılan yetiştirme kurslarına katılıyor, etüt merkezlerine gidiyor, özel ders alıyor. Aldığı yardımcı kaynağın haddi hesabı yok. Sonuç, sıfır elde var sıfır idi eskiden.  Şimdi eksiye doğru gidiyoruz. Hem de tam gaz  geri vitesle.

Ben burada en düşük net ortalaması olarak Matematiği konu edindim. Diğer derslerimizde de durum pek  iç açıcı değil. Sorunu çözmek için isterseniz tüm dersleri kaldıralım yerine hep Matematiği koyalım. Sonucun değişeceğine ihtimal vermiyorum. O zaman çözümü nerede arayacağız?

Matematik özürlü birisi olarak bu dersle ilgili öneride bulunmayı kendimi yeterli görmem. Fakat  bu ülkede herkes bilmediği ve anlamadığı alanda konuşuyorsa ben de birkaç kelam etmek isterim bu konuda: Bir defa başarının temelinde sevme vardır. Öğrenci bir dersi sevmezse asla o dersten başarılı olamaz. Ders saatlerinin  artırılmasına ve  takviye derslere rağmen hala mesafe alınamıyorsa bu dersin müfredatı ağırdır, hafifletilmesi gerekir. Konular -gelişmişlik seviyesine göre- öğrencilerin seviyesinin üzerinde olabilir. Öğretmen öğrencinin seviyesine inemiyor olabilir. Bir yılda öğrenilecek konu sayısı fazla olduğundan tam öğrenilmeden ve hazmedilmeden diğer konuya geçilmiş olabilir. Teori olarak öğrenilen bu dersin pratiğe dönüştürülmemesi de öğrenme eksikliklerinden biri  sayılabilir. Öğrendiği konuların günlük hayatta nerelerde kullanılacağını bilmemesi öğrenciyi dersten uzaklaştırabilir. Öğrencinin sayısal zeka olmaması, öğretmenin  dersi zorlaştırarak öğrencinin özel ders almasına zemin hazırlaması, öğretmen sirkülasyonunun çok olması ve öğrencinin iyi bir temel almaması… gibi nedenler sayılabilir. 

Önemli bir ders olan bu dersten öğrencilerimizin başarılı olması için sorumluluğu olan herkes şapkasını önüne koyup düşünmelidir: MEB’i, öğretmeni, öğrencisi, velisi, yöneticisi…Hiçbir şey aklımıza gelmiyorsa bile bugünkü metotlarımızı değiştirelim yeter. Hani adama: “Şu içkilerden hangisi iyi? Tadına bir bak” demişler ya. Adam ilk şişeden içer içmez: “Şu öbür şişe daha iyi” demiş. “Daha onun tadına bakmadın,  nasıl bildin deyince  adam: “Doğru. Onun tadına bakmadım. Ama hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olmaz” cevabı verir.

Evet! Kullanmadığımız diğer yöntemler daha iyi. Bu metotla bırakın net sayısını yükseltmeyi. Mevcudu korusak daha iyi. Çünkü her geçen gün daha kötüye gidiyoruz.


Zeka bakımından dünya çocuklarının içerisinde en önlerde olan bu ülkenin çocuklarını okullu olduktan sonra bu hale getiren elimizdeki sihirli deynek nedir? İsterseniz araştırmaya buradan başlayalım. Çünkü kimse burnundan kıl aldırmıyor.  27/04/2016

*30/04/2016 günü Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Nisan 2016 Salı

Ağırcanlı

Çevrenizde belki de en yakınınızda ağırcanlı kişilere rastlamış olabilirsiniz. Böyleleriyle iş yaptığınızda, bir arada bulunduğunuzda kendinizi nasıl hissettiniz? Siz nasılsınız, canı tez mi, ağırcanlı mı? Eğer siz de ağırcanlı iseniz problem yoktur sanırım. Körler, sağırlar birbirini ağırlar misali. Eğer kendiniz canı tez birisi, iş yaptığın ağırcanlı ise psikolojinizde bir bozulma oldu mu? 

Ağırcanlı; adı üzerinde canı tez olmayan, işini ağır ağır yapan, çevik olmayan  kişi demektir. En nefret ettikleri şey hızlı iş yapmaktır. İşlerini aheste aheste yaparlar. Bir yere gidecekleri zaman kolay kolay hazırlanamazlar, Yaptıkları işi bitirmezler. Ağır ağır çalışırlar. Asla istiflerini, rahatlarını bozmazlar. Ardından düşman geliyor desen ölmeyi göze alırlar yine hızlanmazlar. Top atsan, silah atsan yine harekete geçmezler. Asla rahatlarından ödün vermezler. Beraber oldukları, birlikte çalıştıklarının ömrü bu tipleri beklemekle geçer. Her yolu deneseler de asla bir arpa boyu yol alamazlar. Kaplumbağa yürüyüşü ile kıyaslamamak lazım. Bunları gören kaplumbağaya rahmet okur. Bunlarla iş yapmak bir ömre bedeldir. Bu tipler, “Biz işimizi temiz yaparız, başkası gibi acele yapmayız” şeklinde mazeret bulurlar. Buna  bir müddet sonra kendilerini de ikna ederler. Kendilerini alemin en iyi iş yapanı, temiz iş yapanı, mükemmeliyetçi biri olarak görürler. Kendilerine bu güne kadar hiç zarar gelmemiştir. Zararı hep yanındakiler çeker. Ömrü hep o işini ağır yapanı bekleyerek geçmiştir. Ya da beklemek istemiyorsa ona yardım etmek zorundadır. Birlikte çalışan ölmeyi çok istemiştir. Bu güne kadar herhangi bir insanı öldürdükleri görülmemiştir.  Hep süründürürler ve insana sabrı öğretirler, bir müddet sonra "Ya sabır" diyerek dua etmeye de alışır  bekleyenler. 

Ben bugüne kadar iki canı tezi, ya da iki ağır canlıyı bir arada görmedim. Dengeli bir şekilde çevreye dağıtılmıştır. Mesela karı kocayı ele alalım: Koca ağırcanlı ise eşi, canı tez; eşi canı tez ise koca ağırcanlı olur. Bunlar birbirini dengeler. İkisi de hızlı olsalar arkalarından kimse yetişemez, ikisi de ağırcanlı olsa hayatta iş bitiremezler. Bakın etrafınıza bu şekilde eş olmuşların sayısı azımsanamayacak kadar çoktur. 

İş yapa yapa kendilerini hızlandıracakları yerde yaptıkları işin önemini, ağırlığını hissettirecek şekilde mazeret beyan etme yetileri gelişir. Her bitiremedikleri, geç bitirdikleri iş için kaçırdıkları otobüs için gerekçeleri vardır. Asla üzerlerine toz kondurmazlar, burunlarından zaten kıl aldırmazlar.

Çekilecek çilesi olan çeker durur böylelerini. Allah beterinden saklasın ne diyelim. Bütün derdimiz bu olsun. 26/04/2016


Olmadı Enerya

15/04/2016 günü telefonuma "...no'lu doğal gaz aboneliğinize ait vadesi geçmiş 180 TL borcunuz bulunmaktadır. Otomatik ödeme talimatınızı lütfen kontrol ediniz." mesajı gelince doğal gaz faturamın son ödemesine  baktım: 14/04/2016 tarihiymiş. Bu durum daha önce de başıma gelmişti.

31/12/2015 tarihi itibariyle TÜİK istatistiklerinde kamuda çalışan personel sayısı 3.339.086 kişidir. Özel sektörde çalışanlar, asgari ücretle çalışanları hesaba kattığımız zaman bu ülkenin büyük bir çoğunluğu bordro mahkumu. Geneli maaşını her ayın 15’inde alır. Çoğunun 16’ında parası kalmaz. Değişik bankalardan maaşını alan bu kişilerin fatura ödemeleri genelde otomatik ödeme talimatı ile ödenmektedir. Maaşı 15’inde yatan bir kimsenin ödemesini banka nasıl yapsın. Benim de otomatik ödeme talimatlı. Hesabımda 14’ünde paranın olması mümkün değil. Bankaya talimat verip son ödeme tarihlerine hiç bakmıyorum bile. Ben nereden bilebilirim Konya Enerya firmasının hesabını, kitabını. Anladığım kadarıyla firma da benim hesabımı kitabımı bilmiyor. İki birbirini bilmez ısınıp gidiyoruz böylece.

Bordro mahkumunu aileleriyle birlikte hesapladığımız zaman büyük bir nüfusa tekabül eder. Enerya bu ödeme tarihini birkaç defadır yapmaktadır. İçinizden ek hesabınız olursa bankanız ek hesaptan çekebilir diyebilirsiniz. Herkes ek hesap kullanmıyor. Kullanmak durumunda da değilim. Siz ne derseniz deyin bu ödeme aralığı normal değil. Ödeme aralığı 15-20 tarihleri arasına çekilmelidir. Bu faturanın aralık, ocak aylarında geldiğini düşünün. Yüksek faturanın ödemesini kolay kolay her vatandaş yapamaz.  Faturasını gününde ödeyemeyen vatandaş gecikme cezasıyla karşı karşıya kalabilir. Benim takip edebildiğim kadarıyla son ödeme tarihi 14 olan 2.fatura ile karşı karşıya kaldım. Telefonuma ödenmedi mesajı gelmese haberim olmayacaktı. 2 defa bu şekilde bir gün gecikmeli ödememe rağmen gecikme cezasıyla karşılaşmadım ama bu, ileride karşılaşmayacağım anlamına gelmiyor.

Normal şartlarda bankada para bulundurmam. Cebimde az veya çok para ayırırım. Son ödeme tarihi 14 olan günde de cebimde para eksik olmaz. Burada dikkat çekmek istediğim nokta son ödeme tarihinin garipliği. İşin garibi kredi kartı ile ödemeyi de sanırım kabul etmiyor firma. Devlet bayram vb günler maaş öncesine denk geldiği zaman çoğu zaman maaş ödemesini öne çekebilmektedir çalışanlarına kolaylık olması için.

Hasılı Enerya’nın son ödeme tarihini 1-2 gün sonrasına çekmesinde  fayda vardır diye düşünüyorum. Sanırım firma çok zor durumda kalmaz. 26/04/2016




Turgutreis pazarı

20-24 Nisan tarihleri arasında Muğla-Bodrum’a bağlı Turgutreis beldesindeydim.  Bu ismi nereden almış diye  internet alemine bir göz attım. Osmanlı Döneminde donanmada amirallik yapmış ve Trablusgarp fatihi olarak bilinen bir komutanımız. O zamanlar adı Kara Toprak olan beldede dünyaya gelmiş bir denizcimiz. İsmiyle müsemma bir yer. Adı da yakışmış beldeye. İsmi hiç eğreti durmuyor. Cuk oturmuş. Hatta ismi tüm bir Bodrum’a verilebilirdi. İsmi bedavadan bir yere verilenlere duyurulur. Daha doğrusu ismi verenlere…

Turgutreis Bodrum’a 20 km’lik bir mesafede küçük bir sahil beldesi. Denizi ve havası güzel. Tabiatla iç içe şirin bir yer. Bir arkadaşın teklifiyle kaldığımız otelden çıkıp kurulmuş pazar yerlerine gittik. Pazardaki düzen, ahenk dikkatimi çekti: 

Kalabalık olmasına rağmen rahatsız edici bir ses yok. Karşılıklı açılmış tezgahlar aynı hizada, aynı büyüklükte, gelip geçen birbirini rahatsız etmiyor. Karşılıklı çarpışma yok, pazarcının bağırması yok. Müşteri gelip istediğinden kendisi seçiyor. Seçerken de sıkıştırıp bırakmıyor. Satan da malına güveniyor, alan da... Müşteriyi görünce ayağa kalkıp sattığından ikram eden pazarcılar var. Giyim ve yiyecek pazarı birbirine yakın mesafede ama ayrı bir yerde aynı gün kurulmuş. 


Zeytin, peynir gibi ürünler iş yeri buzdolaplarının içerisine konmuş, açıkta satılmıyor, büyük bir selenin içerisine ortası boş kalmış ve sapları boşluğa gelecek şekilde dizayn edilmiş ıspanaklar gördüm.

Yeşil soğan güzel bir şekilde istiflenmiş,  satılan her türlü yiyeceğe göz attığında bir düzenin ve intizamın olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Tezgahların önünde satılan hiçbir mamulün döküntüsü yok, çöp yok. Bazıları tezgahın önüne çöp poşeti koymuş, çıkan çöpleri onun içine koyuyor. Her türlü satışı yapılan ürünün üzerinde fiyatı yazılı. 

Bir tezgahın önünde enginar soyan üç kişi gördük. Yanlarında durup biraz bilgi aldık. Hem soydu hem de anlattı bize. Soyduğunu ise büyüklüğüne göre ayırdığı 3 bidondan birisinin içine atıyor. Bidonların üzerinden de 5 TL, 4 TL ve 3 TL olarak fiyatları yazılmış, tane ile satıyorlar. Soydukları enginarın çöpünü de kendilerinin hazırladığı çöp kutusunun içine atıyorlar. Pazar dağılınca  belediye görevlilerine pek iş düşmeyecek anlaşılan. Çünkü ortam temiz bırakılıyor.

Giderken yolda çevreye  göz attım. Doğru dürüst kağıt vb çöp görmedim. Çöp kutusuna da fazla rastlamadım. Hasılı hayran kaldım. Daracık yollardaki temizliğe, pazarlarındaki düzene, ahenge, sebze ve meyvenin müşteri tarafından seçilişine. Rüya mı görüyorum bu gördüklerime dedim. Rüya falan değil. Her şeyiyle mükemmel gerçekten.  Dinlenmek için bir çay ocağına oturup çayımızı yudumlarken gördüğümüz pazar ortamını birbirimize tekrar anlattık. Baktım ki muhabbeti de tatlı bu pazarın. Tadı damağımızda kaldı anlayacağınız.

Kaldığımız otele doğru yol alırken daldım. Bir an için  kendimi Konya’nın semt  pazarlarında buldum. Anlatmaya ne gerek var. Yukarıdaki gördüklerimizin tam tersi değil mi? Ne seçebilirsin, ne pazardan geçebilirsin, ne düzgün mal alabilirsin, pazar dağıldıktan sonra zaten meydan savaş sonrası alanı andırır. Esnafımız ne kadar döküntüsü varsa oraya bırakır gider. 

Belediyelerimiz pazarlarımızın düzenine müdahale etmeli, Görgü amaçlı başka şehirlerin pazarlarına belediye görevlileri ve satış yapan pazarcılarımızın temsilcileri götürülmeli, ortam uzaktan izlenmeli.

Ahir ömrümde inşaallah yukarıda anlattığım pazarların benzerini Konya'mızda da görmek nasip olur. 26/04/2016

25 Nisan 2016 Pazartesi

Ne gölgen ne de ihsanın... Bugün sana, seni anlatacağım yine!

Değerli  İlçe MEM, ortaokullar ve İHO whatsapp grubu üyeleri!

Paylaşımlarınızı depolamak için telefonumun 16 GB  belleği dolduktan sonra 35 TL vererek aldığım 32 GB hafıza da mermi gibi gelen paylaşımlarınıza dayanamadı. O da doldu.

Çalışma hızınıza teknolojinin yetişmesi mümkün değil. Sizdeki bu hizmet aşkına hangi bellek dayanabilir ki. Sizin çalışmanıza benim hayallerim bile yetişemiyor.

Telefonumun öbür dünyada benden şikayetçi olmaması için  bundan sonra gelen paylaşımlarınızı ve önceki gönderdiğiniz etkinlik görüntülerini sileceğim. İnşaallah yanlışlıkla isminizi silmem. Hazine değerindeki paylaşımlarınızı silince zaman zaman bakıp duygulanamayacağım ama ne yaparsınız.

Bize protokol kurallarını anlatırken sabah 09.00'dan önce  ve akşam 18.00'den sonra resmi görüşme için telefonla aranılmaz denirdi. Onlardan mı öğreneceğiz bu nezaket kurallarını. Onlar sizi kıskanıyor. Bir defa sizin mesainiz paylaşımlarınızı göndermeye yetmiyor. Hele sabahın 07.00'sinde başlayan paylaşım bombardımanınız  gece 00.00'a kadar devam ediyor. Bu mesai tanımaz inatçı ve azimli tavrınız  gözlerimi yaşartıyor. Bu zorunlu birlikteliğimiz çok diş dökeceğe benziyor ama benim dişlerim ve sizi kıskananlar çatlasın, patlasın.

Bu yetenek sizde olduktan sonra nereye gitseniz iş bulursunuz. Çünkü hiç bir gazeteci, hiçbir paparazzi muhabiri sizin çektiğiniz kadar foto çekip gönderemez. Hangi kapıyı çalsanız sizi havada kaparlar. Mevcut pozisyonunuzla çok değerinizin bilindiği kanaatinde değilim.

Hayat boyu devam edecek bu foto çekip gönderme sizi yorduğunun farkındayım. Amirlerinizden birini görürsem sizin whatsapp paylaşımlarınızı gönderecek birer sekreter görevlendirmesini isteyeceğim.

Siz bize lazımsınız. Ne olur kendinizi çok yormayın. Allah rızası için yormayın. İyi ki varsınız.

Nacizane ben de sizden bir şey isteyebilir miyim? Size hiçbir  katkı sağlayamayan bu faniyi grubunuzdan çıkarmaları için bir girişimde bulunsanız da eğitim sisteminiz kurtulsa. Siz yolunuza gitseniz ben de yoluma gitsem daha iyi olmaz mı 25.04.2016

İnsanlığın sınıfta kaldığı yerdeydim *



20-24 Nisan tarihleri arasında bir vesileyle Bodrum ilçemizde bulundum. Bize mihmandarlık yapan otel  görevlisi Ferhat bizi sahile götürdü. Masmavi denizin ötesindeki adaları göstermeye başladı: “Şu adalar bizim, şu ileride gördükleriniz Yunanistan’ın. Mülteciler genelde karşıya geçmeye çalışırlar. Mülteci gördü mü Yunanlılar hemen ateş ediyor. Bizimkiler de kurtarmaya çalışıyor. Çok botlar battı buralarda… Bir zamanlar bizimmiş oralar. Hatta Almanlar 1940’lı yıllarda bize adaları teklif etmişler ama bizimkiler ‘Ne alırız ne de veririz’ demişler... Şu gördüğünüz ve yerleşim olan yer ise 12 Adalardan Kos Adası, yani İstanköy Adası. Hani geçen yıl cesedi kıyıya vuran çocuk cesedi, işte bu İstanköy Adasından botla gelen gelenler içinden ve ceset işte şurada bulundu” dedi…

Bizim o zaman ki hükümet böyle bir şey dedi mi demedi mi bilinmez. Haberin doğru sonucuna zaten varılmaz. Çünkü sanal aleme bile baksanız, dediydi demediydi haberlerine ulaşmanız mümkün. Her şeyimiz karanlık olduğu gibi bu konu da karanlık. Neyse konumuz bu değil zaten. Gidip görenleriniz bilir. Adalar burnumuzun dibinde gerçekten. 12 Adalara haydi yerinize marş marş dense özellikle İstanköy Adası koşarak bize gelir.

Cesedi kıyıya vuran çocuk deyince içim cız etti. Hemen sahilde yüzüstü yatan küçük bebeğin ölmüş bedeni gözümün önüne geldi geldi  gitti. Çok da vakit geçmemişti aslında. Ama olayın geçtiği yeri unutmuşum. Ne de çabuk unutmuşum. Çok değil, tarihler 02.09.2015' i gösterdiğinde  umuda yolculuk yapmak için kaçak yolla yurt dışına gitmeye  çalışan Suriyeli mültecilerin haberi vardı gazetelerde:  "Kıyıya vuran Suriyeli çocuk dünya gündemine oturdu. Bodrum'dan Kos'a botla gitmeye çalışan 3 yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni dünya gündemini sarstı” şeklinde… Bu haberi okur okumaz yüreğim dağlanmış ve konu ile ilgili duygu ve düşüncelerimi aynı gün blogspotumda değerlendirmiştim. Yazıma bir göz attım. Hiç Bodrum’dan bahsetmemişim. Zaten benim için de yer, bölge önemli değildi. Önemli olan içimize sığdıramadığımız bir çocuk cesediydi benim konum. Sizleri, o gün içimi paralayan ve bugün yeniden alevlenen feci olay üzerine 02/09/2015 tarihinde kaleme aldığım yazımla baş başa bırakıyorum:

 O kıyıya vuranlar balık değil maalesef. İnsanlığımızın sınıfta kaldığının, yüz karalığımızın, birbirimizi yediğimizin görüntüsüdür. Ölen insanlığımızdır. Hemcinsimizi diri diri yediğimizin görüntüsüdür. Bu asırda yaşayan bizleri, ardımızdan gelecek nesil –kalırsa- lanetleyecektir.

Topu birbirimize atmayalım. Hepimiz suçluyuz. Yönümüzü dönüp kaçıyoruz içimiz dayanmadı diye. Mahşerin vicdanından nasıl kaçacağız. Bari iz bırakmayalım. Balık niyetine yiyelim. Olur mu demeyin. Zaten İmamı Şafii "Denizden babam çıksa yerim" demedi mi? Hem de kart falan değil, taptaze...

Mübarek "Öyle bir zaman gelecek ki, insan görünümlü, insanlıktan nasibini almamış, hedefine ulaşmak için kıyameti koparmayı bile göze alan, nesli bozan nesil gelecek, birbirlerini diri diri yiyecek. Bunu yapan insan bozmaları ne yapsa yeridir. Evlatlarını da yesinler" diye fetvasını vermiş sanki. Midem bulandı diyenler insanlığın öldüğü yerde mide bulanmasının lafı mı olur. Naz yapma, ye hadi. Afiyet olsun.

Bu asır hemcinslerini yiyen yamyamların asrı olarak tarihe geçecek bilesin.

Sözüm meclisten dışarı. 02/09/2015”  (dilinkemigiyok.blogspot.com.tr)

Hiçbir yerimize özellikle sahillerimize çocuk cesetleri vurmasın. Tertemiz kalsın oralar…

* 27/04/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Kadar Şeffaflık Fazla Değil mi?**

Dijital kameralar, akıllı cep telefonları çıktı. Her şeyimiz şeffaflaştı artık. Ânı yaşar olduk. Her ânımızı kameraya, fotoğraf karesine almaya başladık. Neredeyse dışımız içimize, içimiz de dışımıza çıktı. Her yaptığımız, her yediğimiz telefonlarımızda kayıtlı…

Tüm derdimiz yaşadığımız o ânı ölümsüzleştirmek.  Mahşerde hesaba çekilirken her yaptığımızın ortaya çıkacağına inanır ama bu nasıl olacak demeyi de içimizden geçirirdik. Şimdi hemen hemen herkesin her ânı telefonların objektifinde. Kendimiz kayda alıyoruz. Herhalde öbür dünyada kendi kendimizi kendimiz ele vereceğiz. Ebedi alemde sadece samimiyet testimiz emin elde. Her objektife verdiğimiz pozun samimiyet, niyet açıklaması orada olacak.

Sanal alemi takip ediyorsanız ne demek istediğimi daha iyi ifade etmiş olurum. Sanal alem bugün; dünün magazin, paparazzi görevini görüyor. Üşenmeyip bir bakalım. Bütün yediğimiz içtiğimiz, yaptığımız orada. Ameliyat öncesi bir poz, ameliyat sonrası bir poz, yatakta yatarken bir görüntü, çıkarken bir görüntü. Profilimize de “Kendini mutlu hissediyor, üzgün hissediyor, canı sıkkın hissediyor” şeklinde eklemeler de yapıyoruz. Sanal alemdeki arkadaş grubumuzdan   birkaç tebrik, birkaç geçmiş olsun, bir kaç beğeni ile mutlu olmaya, varlığımızı hissettirmeye çalışıyoruz. Böylesi anlarımızda keşke samimi dostlarımız kapımızı çalsa daha iyi olmaz mı? Her şeyini çekip paylaşan bizler  için bir sıkıntı daha var: Kendi ölüm ânımızı kim çekecek? Oldu olacak bir dost ayarlayalım bari,  o ânımız da gizli kalmasın.

Baharın gelmesi yazın kendisini göstermeye başlamasıyla birlikte yarın mangal partilerini de görmeye başlarız artık. Nedense hiç mahremimiz, kendimize özelimiz kalmadı. Duyarlılık ve hassasiyetlerimizi kaybettik. 90 öncesi kağıt poşetlerimiz vardı; aldıklarımızı, yiyecek ve giyeceklerimizi onun içine koyardık. Kese kağıdı yoksa bile gazetelere sarılırdı. Konu komşu, eş dost görmesin; alan var, alamayan var. Kimsenin hakkı kalmasın düşüncesine sahiptik. Sonraları siyah naylon poşetler çıktı. Kese kağıdının yerini tutmasa da yine bir karartma söz konusuydu. İçi dışını gösteren şeffaf poşetlerimiz hayatımıza girdi. Aldıklarımız görünür oldu. Şeffaf poşetlerle birlikte biz de şeffaflaştık artık. Kazara eş dost göremediyse aynı anda sanal aleme yükleyerek cümle alem görsün diye podyuma çıkıyoruz. Bu konuda o kadar mesafe katettik ki, giydiğimiz pantolonun, gömleğin altında iç çamaşırı olarak ne giydiğimiz bile görünür oldu. Ailecek gittiğimiz pikniklerde bile pişirdiğimiz etler sanal alemde beğeni bekler oldu. Hatta bazıları hızını alamıyor; apartman, balkon dinlemiyor, cümle alem görecek şekilde mangal partisi yapıyor: Ben mutluyum bak, çatla der gibi. Paylaşanların sayısı ne kadar fazla ise beğeni sayısı da epey fazla. Aslında yiyip içtikten sonra piknik yerini ne şekilde bıraktığını paylaşsa daha iyi olurdu. Yediği, içtiği, yaptığı her şeyi paylaşanlar çocuk değil maalesef, koca koca adamlar. Biz büyükler yaparsak böylesini, bugünün küçükleri yarın neler yapar bir düşünelim.

Yaşadığım çağdaki çağdaşım olan insanları anlamakta zorlanıyorum. Neyi ispatlamaya çalışıyorlar anlamıyorum gerçekten. Eskiden “Yediğin içtiğin senin olsun gördüğünü anlat” denirdi. Şimdi anlatım yok, sadece görsel paylaşım var. Mutlu görünümlü pozların ardında nasıl bir ruh hali var merak ediyorum.

Çektiğimiz her kare için eskiden albümlerimiz vardı kişiye özel. Yeniden o albümlere dönelim. Ya da dijital ortamda özelimizin olduğu bir klasör oluşturalım. Mutlu ve özel günlerimiz yine kendimize özel kalsın. Zaman zaman bakıp anılarımızı tazeleyelim.

Gelin şu sanal alemi birbirimize fayda sağlayacak yararlı bilgilerle dolduralım. Takipçilerimizi kah güldürelim, kah düşündürelim. Her yediğimiz herzeyi cümle aleme afişe etmeyelim. Çok şey istemiyorum. “Kişinin her duyduğunu aktarması ona günah olarak yeter” biliyorsunuz. Sanırım her anı, her kareyi, her yediğimizi paylaşmak da aynı kategoriye girebilir. Çağımızın günahı bu olsa gerek.

Bu yaz Şeytan’ın bacağını kıralım. Yediğimiz, içtiğimiz kendimize has kalsın. Mangalımızın şahitleri bizimle konuşamayan, sır saklayan sessiz doğal ortamlar olsun… Afiyet olsun. 25/04/2016

** 25/04/2016 günü Kahta Söz Gazetesinde yayımlanmıştır.