17 Nisan 2016 Pazar

Beğendin mi Müftü Bey yaptığını?

Nisan ayı dendi mi ‘Kutlu nebiyi’ anma haftası akla gelir. Kurum, kuruluş, vakıf, dernek, okullarımız vb herkes bu anmalarda çorbada tuzum olsun mesabesinde ,  karınca kararınca çaba sarf ediyor. İnşallah yapılan anmalar amacına ulaşır, birlik ve beraberliğimizin tesisine katkıda bulunur. Bugün size  katıldığım bir  ‘Kutlu Doğum’ programındaki gözlemlerimi aktarmak istiyorum:

Program öncesinde tüm misafirlere yemek ikram edildi. Programın içeriğine bir göz attım: K. Kerim okuma, protokol konuşmaları, sinevizyon, müftünün birlik vurgusu yapan konuşması, profesyonel ilahi grubu, umre çekilişi, bisiklet çekilişi, veda hutbesinin okunması, aralara serpiştirilmiş hadisler (üçerli öğrenci grubunun  her birinin bir hadis okuması, diğerinin anlamını vermesi, öbürü de hadisten anladıklarımızı okuması) yarışma ödüllerinin verilmesi ve dua. Gördüğüm kadarıyla dolu dolu bir program hazırlanmış.

Program öncesi müftü bey gelir, içeriğe bir bakar. Hemen görevlileri çağırır ve “Hadisleri ve Veda Hutbesini çıkarın, benim konuşmamla ilahi yeter” şeklinde talimatlar verir. Program komitesi ne yapacağını şaşırır, emir demiri keser çerçevesince denileni yapmaya karar verirler. Salon bayan, çocuk ve öğrenci ağırlıklı: Hınca hınç dolu. Çocuk olur da gürültü olmaz mı? Hafifçe gürültü var. Müftü bey konuşmasını yapmak üzere kürsüye davet edilir. Eline mikrofonu alır: “Nerede bizim görevliler, nerede çalışanlar, bu gürültü ne böyle, …Hoca! Aralara dağılın şu çocukların yanına susturun” şeklinde konuşmasına giriş yapar. 40 dakika kadar konuşur ama ne konuştuğu akıllarda kalmaz. Çünkü herkesin aklı girizgahta kalmıştır. Konuşmasını bitirdikten sonra ilahi söylenirken eline telefonunu alır, kimseye haber vermeden çeker gider.

Yüz yüze değiliz, eğer sizinle  karşı karşıya olsaydım, bu tavır ve davranışı nasıl bulurdunuz diye sorardım size… Benim garibime gitti bu tavır. Hiç yakışık almadı. Amir olarak programın içeriğine çok önceden bakıp müdahale edebilirdi. Program saatinde hadis ve veda hutbesini okuyacak öğrencilerin çıkarılması hiç pedagojik geliyor mu size? Gelmez. Çünkü okuma heyecanıyla o öğrenciler günler öncesinden çalışmalarını yapmışlar, okuyacağı anı bekliyorlar. Okuduğunu annesi görecek, babası görecekti. Haydi bunu  etkinlik uzamasın diye yaptı diyelim. O bölgede halkın itibarını kazanmış ve bir görev ifa eden, kendisinden büyük çalışanlarına topluluğun içerisinde kızarcasına emir ve talimatlar yağdırmasına ne demeli? Bir topluluk karşısına çıkınca elbette ses, gürültü olacak. Mikrofon sende. Pekala yeteneğinle o çocuklara tatlı bir dil kullanarak susmalarını sağlayabilirdin.

Programdan sonra çalışanlarından birini gördüm, gerçekten çok üzgündü. Adamlar güzel bir program olacak diye günlerdir koştursun, onca yorgunluğun ardından kalabalıklar içerisinde bir de azar işitsin. Günün anlam ve önemine uygun düşmedi. Hiç olmadı gerçekten. Halk ve çalışanlar sizi ‘Vereset’ül Enbiya’ makamında görmektedir. Bence evine varınca çok iyi bildiğini sandığım Ali İmran 159.ayeti tekrar bir daha oku. Yaptığın gafı daha iyi göreceksin. Bu tavır beni 10 yıl öncesi bir TV programına götürdü. Programda o zamanlarda kulvar değiştirmemiş Nazlı ILICAK’a, “Yaşar Nuri ÖZTÜRK hakkında  ne düşünüyorsun” şeklinde bir soru sordular. “Din alimi gibi davranmıyor, kibirli görüyorum. Din alimi dediğin biraz mütevazı olmalı” dedi. Onun konuşmasında kibir var mı bilmem. Herkesin iç halini Allah bilir. Fakat biz görüntüye göre değerlendiririz. Gazeteci doğru söylüyordu. Maalesef bu programdaki müftü beyin konuşmasında, hal ve tavırlarında da bu sezgiye vardık.

Programın ardından böylesi hoş olmayan bir tavır akıllarda kalacağına keşke haftanın temasına uygun ‘Birlik ve beraberlik mesajı veren vurgular kalsaydı dimağlarımızda… 17/04/2016

Cebimin istenmeyen yüzsüzleri*

Bazı misafir tipler vardır kapıdan kovsan pencereden girer, oradan kovsan bacadan girer. Böyle misafirler düşman başına. Son yılların misafir tipi ise, cep telefonuna vakitli vakitsiz gelen bildirimler.

Mesajlaşma ve görüşmeme yetecek şekilde cebime sığan küçük bir telefonum vardı. Başkası elinde telefon, kulağında kulaklık ile sürekli meşgul olurken benim telefonum cebimdeydi. Mutlu mu mutlu idim. 1987 yılından beri görüşmediğim bir arkadaşımla bir yerde karşılaştım. Birbirimize telefonlarımızı verip ayrıldık. Fakat o da ne? Telefonuma gelen bir bildirim. Bakıyorum dostum kes-kopyala-yapıştır mesajları gönderiyor. Telefonumu verdim vereli günde 2-3 mesaj gelmeye başladı. Telefon açıp gönderme de diyemedim alınmasın diye. Çocuğuma: Şu numarayı engellenenler listesine alıver  dedim. Az sonra çocuğum geldi: Baba, bu telefonun engelleme özelliği yok dedi. O zaman engelleyen bir telefon alayım dedim. Kullanılır ve işimi gören telefonu bırakarak cebime sığmayan akıllı bir telefon aldım. Üstelik bir de oğlan istedi. Ona da aldım. Eskiler derdi: Kötü komşu mal sahibi yapar diye. Benim dostum da beni yeni bir telefon sahibi yaptı. Tabii masrafı da cabası. Telefonu da taşımak için yanımda taşıdığım el çantası da bonusu.

İstemediğim, bıktırıcı mesajları ve reklam amaçlı açılan telefonları engellemeye başladım. Hoşuma da gitmişti. Fakat yeni bir sorunum var: Telefonum, numarası belli bildirimleri engelliyor ama firma adıyla gelen mesajları engelleyemiyordu. Hemen devlet baba imdadıma yetişti. 01/05/2015 tarihinde yürürlüğe giren 6563 sayılı reklam amaçlı firma mesajlarını yasaklayan bir kanun çıkardı. Sorumlu firma mesajları hemen kesildi. Fakat kısa bir müddet  sonra  sorumsuz, kanun dinlemeyen yeni firma mesajları gelmeye başladı. Ardı arkası da kesilmedi. Engelleyemiyordum da. En iyisi bilgi edinmeye başvurayım dedim. Firmaların tek tek adını yazarak şikayetçi oldum. Fakat sevincim kursağımda kaldı. Çünkü bilgi edinmeden:”… 6563 sayılı Kanun ve anılan Yönetmelik çerçevesinde şikâyet başvurularının işleme alınabilmesi için, bu başvurularda iletişimin türüne bağlı olarak; şikâyetçinin T.C. kimlik numarası, adı-soyadı, imzası, ikametgâh adresi ve telefon numarası/elektronik posta adresiyle birlikte abonesi olunan GSM operatörünün adı/elektronik posta hizmeti sağlayan işletmenin adı, iletiyi gönderenin numarası/elektronik posta adresi/bunların bulunmaması halinde marka veya işletme adı gibi içerikte yer alan bilgiler, iletinin gönderilme tarihi ve saati ile içeriğinin tamamına yer verilmeli…” şeklinde cevap geldi. Adı geçen firmaların internet sayfalarına girdiğimiz zaman bilgi edinmede istenen bilgilere maalesef ulaşılamıyor. Aktivasyon da yaptırmıyor. Anlayacağınız gerekli gereksiz iletiler gelmeye devam ediyor. Benim engelleme özelliği olan telefonum ve  devletin 6563 sayılı Kanunu işe yaramadı. Gece gündüz bu lüzumsuz bildirimleri almaya devam ediyorum.

Devlet bazen, her ne kadar işe yaramasa da vergi yüzsüzlerini açıklardı. Ben de son çare olarak çözüm bulamadığım bu mesaj yüzsüzlerini sizinle paylaşmak istiyorum: ALBET, AVMBET, AXBT, BARİKAPARK, BHSFUTBOL, BETODIN, BETKID, BETMOD, BETVOLE, BETGARANTİ, BESTSİLVER, CANLIGAZİNO, CASHAGO, CIBROBET, DOLUKART, FAVORIPOKER, FENOMENBET, GRANDBETING, GRANDROYAL, HIZLIKAZAN, INTERBAHİS, JOJOBET, KAHVEHAN, KLASGAMING, KLASBAHİS, LIDYABONUS, LIDYABET, LİKE TOUR,  MESTBET, MODABET, PLUSGOAL, PIABET, POKERCLASS, POKERCLAS, PULİBET,  QEENBET,  SUPER ORAN, TUBET1, YATIRIM…   

Rabbim anlayışlı misafirlerle karşılaştırsın. Burnunun dibinde biten istenmeyen yukarıdaki yüzsüzlerden bizi kurtarsın. Başka ne diyeyim? Belki utanırlar, tabii biraz edep ve haya kalmışsa şayet… 17/04/2016

* 20/04/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

15 Nisan 2016 Cuma

Birlik zamanı: Hem de şimdi **


Anma ve hatırlamada  çok mahiriz biliyorsunuz. Hiçbir toplum elimize su dökemez.  Nasıl yaptığımızı merak eden diğer ülkeler bizden kurs alsa yeridir.. Kendimi bildim bileli ömrüm hep anma  vb etkinliklerle geçti. Herhangi bir kimseyi anmaktan onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya vaktimiz kalmadı neredeyse. Konuşma, hatırlama, program yapma konusunda  yani teoride 10 numarayız.  Pratikte ise yıllardır geçer not alamadık; hep sınıf tekrarı maalesef bizimkisi.

14-20 Nisan haftası malumunuz üzere ‘Kutlu Doğum Haftası.’ Okullarda, kurumlarda, vakıf ve derneklerde yarışma etkinlikleri, konuşma programları, yemek ikramları, ilahi etkinlikleri hız kesmeden devam ediyor. Yapılan bu faaliyetlerde harcanan meblağın miktarının az olduğunu düşünmüyorum. Yarışmalarda verilen ödüller manevi değeri yüksek sembolik olmaktan çıktı. Dudak uçuklatır cinsten. Nisan ayındaki Kutlu Doğum Haftasına yetişecek şekilde yapılan bu yarışmaların hedef kitlesi genelde öğrenciler. Gelen yarışmaları öğrencilere duyururken hepsinin sorduğu “ Ödül olarak ne var” sorusu. Öğrenci ödüle göre sınava girme-girmeme planı yapmaya başladı. Çıta o kadar yükseldi ki yarın bu tür yarışmalarda ödül verilmeyecek ya da  verilecek ödülün miktarı şu kadardan yüksek olmayacak dense öyle zannediyorum yarışmaya katılacak kimse kalmayacak. Bu tür yarışmaların sponsoru hep hayırseverlerimiz. Yarışmaya kalkan masrafı karşılamak için veren elin kapısında buluyor kendini. Allah sayılarını artırsın.

Etkinlik olur da ilahi olmaz mı? İlahiler amatör grubun söyleminden ziyade işi parayla yapan profesyonellere havale edilmeye başlandı. Sade olarak söylenen ilahiler bizi ayrı bir duygulara götürürken şimdilerde müzik aletleriyle konser şekline dönüştü artık.

Peygamber kalkıp gelse uzaktan  bizi gözlemlese ne derdi acaba bize? Demez miydi siz beni anmaktan yaşamaya, benim dediklerimi yapmaya ne zaman vakit bulacaksınız? Haydi benim doğumumu bir defa andınız, yılda iki defaya çıkarmak da neyin nesi? Sonra siz beni anacağız derken neredeyse gövde gösterisi yapıyorsunuz, kendi reklamınızı yapıyorsunuz dese ne cevap verebiliriz? Gelin birlik olalım diyerek içinizdeki hastalığı tespit etmişsiniz, o zaman hala niye bir değilsiniz? Bu akan kanlar ne böyle? Ben size cemaatte birlik, tefrikada azap vardır dedim siz ne yaptınız? Birbirinizi boğazlamaktan başka dese ne deriz gerçekten. Yüzüne bakabilir miyiz O Kutlu Nebinin?

Yazım yanlış anlaşılabilir. Niyetim peygamber anılmasın, hatırlanmasın demiyorum. Sadece bu vb etkinlikleri abartmayalım. Yarışma vb etkinliklerde hediye ve ödül çıtasını çok yükseltmeyelim. Yapacağımız etkinliklerde ayağımızı yorganımıza göre uzatalım. Hep aynı hayırseverlerin kapısını çalmayalım. Yapılan programlarda sadelik ve samimiyet ön planda olsun. Her bir anmada öz eleştiri yapalım. Bu yılın teması “Tevhit ve vahdet- gelin birlik olalım” konusu mu? O zaman önce bölük pörçüklüğümüzü masaya yatırarak işe başlayalım.  Birliği yeniden nasıl tesis ederiz diye  kafa yoralım. Birbirimizi taşlamayı bırakıp Şeytan taşlamaya vakit ayıralım. Birliğimizin önünde kim engelse gelin hep birlikte onu düşman belleyelim. Onunla mücadele edelim. Birbirimize hesap kitap yapmayı bırakıp Allah’a nasıl hesap vereceğimizi,  Peygamberle karşılaşırsak yüzüne nasıl bakacağımızı gözümüzün önüne getirelim.  Sizi anıcılar, sizi söylem hayranları, sizi pratik düşmanları dese ne deriz önce onu düşünelim.

Gelin bu sene şu Şeytan’ın bacağını kıralım, bu yılın Kutlu Doğum temasına uygun bir şekilde topluca “Allah’ın ipine sarılalım, ayrılığa düşmeyelim.…O’nun kopmayan sağlam kulpuna sarılalım… Cemaatte rahmet, ayrılıkta ise azap olduğunu hiç aklımızdan çıkarmayalım.” 15/04/2016

** 17/04/2016 günü Kahta Söz Gazetesinde 19.04.2016 tarihinde ladik.Biz sitesinde yayımlanmıştır.


Milli meselemiz: Giyim kuşam*

Sabah 07.29'da telefonum çaldı. Baktım kayıtlı bir velimin telefonu. Açtım telefonu. Alo demeye kalmadan: " Hocam yarışmaya serbest kıyafetle mi geleyim, yoksa okul kıyafetiyle mi?" Sorusuyla karşılaştım.  Cevabım tekti tabii: Okul kıyafetiyle kızım dedim.

Telefonu kapattım. Baktım bir cevapsız çağrı daha. Aynı öğrenci 07.21'de bir daha aramış. Anlaşılan kıyafeti dert edinmiş, gece yatamamış, Güneş'in doğmasını gücün beklemiş. Sarılmış hemen telefona bir umutla, acaba serbest kıyafetle gelebilirsin cevabı alabilir miyim diye. Aslında istediği cevabı verseydim çocuğun mutluluğuna diyecek yoktu. O hazzı verir miydim ona. Vermedim tabii. Çünkü devletin eski soğuk yüzünü temsil ediyorduk ne de olsa. Şimdi de mahalle baskısı, veli baskısı, çevre baskısı, firma baskısı, öğretmen baskısıyla bastırabildiğimiz kadar bastırıyoruz o serbestlik özlemlerini.

Baskıyı yapanlar geri planda, idareciler ise Erol TAŞ rolüyle en önde... Hafta başında veya hafta sonunda yapılan törenlerde eline mikrofonu alan kıyafetle başlıyor, kıyafetle bitiriyor konuşmasını. Hızını alamıyor teneffüslerde, gerekirse derslerde sürek avına çıkıyor: Nerede pantolonun, nerede ceketin, bu saçlar ne böyle, bu kırmızı rengi niye giydin diye. Şu öğrenciler okul kıyafetiyle geliverseler eğitimin bütün derdi bitecekti aslında. Çünkü bu ülkede kılık kıyafet meselesi memleket meselesidir. Hal yoluna kondu mu okula ve eğitime disiplin gelirdi. İşin garibi forma diye direten veli, öğretmen, yönetici hemen herkes serbest giyiniyor. Tek uğraştığımız kişiler daha 18'ini bitirmemiş orta ve lise öğrencileri. Gerekçemiz de hazır: Efendim emniyet açısından önemli, fakiri var zengini var; bazıları marka giyerken diğerleri alamaz. Üstelik çok açık ve dar giyiniyorlar...

Ömer DİNÇER zamanında kısa bir süre uygulanan serbest kıyafet uygulamasından görülen aksaklıklar yüzünden hemen vazgeçildi. Aslında biraz sabredilseydi giyim-kuşam normal seyrine dönecekti. Yaşlılar bilir: Eskiden kışların çetin geçtiği, karların 50-60 cm olduğu dönemlerde yayılmaya gönderilemeyen büyükbaş hayvanlar uzun süre ahırda beslenirdi. Ne zamanki karlar eriyip Güneş açınca annelerimiz hayvanın ayakları açılsın  diye dışarı çıkarırdı. Aylardır ilk defa dışarı çıkan hayvan bir o tarafa, bir bu tarafa koşar, nereye bastığını bilmezdi. Ara ara bu şekilde dışarı çıkarılan hayvan bir müddet sonra ne yaptığını ve nereye bastığını bilen bir hayvan olarak  normalleşirdi. Teşbihte hata olmasın. Kılık kıyafet serbestliğiyle birlikte görülen anormal giyim kuşamı ben; gün, Güneş görmemiş hayvanın durumuna benzetirim. Ah biz büyükler biraz sabredebilseydik çocuklarımız normalleşeceklerdi. Fakat neredeyse hiç birimiz çocukların yanında yer almadı.

Kıyafet toplumsal bir olaydır. Toplumsal konu ve olaylarda tek doğru yoktur. Formanın ve serbest kıyafetin eksi ve artıları vardır. Zamana bıraksaydık aslında çözülürdü bu mesele. Bir zamanlar kamusal alan adı altında Laikliği götürecek gericiliğin simgesi nice canlar yakan başörtüsü bugün her yerde serbest. Ne irtica hortladı, ne de Laiklik elden gitti.

Liseyi bitirdikten sonra serbest kalan gençlerimizin giyim kuşamındaki uçuk kaçık giyim tarzına ne diyebiliyoruz şimdi? Bu tür giyimlerin moda, özenti, kendisini ispatlama gibi nedenleri olsa da okul hayatındaki anlamını kavrayamadığı formaya tepki de var bu nedenler arasında.

Çünkü tek tip kıyafet çocukların kişiliklerine de sirayet ediyor. Tek tip elbise, tek tip düşünce bu asrın çocuklarına dar geliyor. Gençlik bunu yırtmaya ve yıkmaya çalışıyor. Zorla forma ısrarı, yemek yemek istemeyen ya da sevmediği bir yemeği ebeveynlerin çocuklarına zorla yedirmesine benzer. Aslında bu ısrarımız çocuklarda nefreti doğuruyor, isyan bilinci öne çıkıyor. Bu dönemde çocuklarımız serbest kıyafet giyerken denetimli serbestlik,  onlarda sorumluluk bilincini daha erken yaşlarda almalarına imkan sağlayabilirdi. Keşke kılık kıyafet konusundaki tavizsiz tavrımız yerine onlara hayatı ve hayatta karşılaşabilecekleri kötülüklere karşı kendilerini nasıl koruyabileceklerini öğretebilseydik daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

Gelin çocuklar üzerinde biraz gözlem yapalım. Bir okul bir piknik yapacak olsa, bir geziye gidecek olsa; bir program, bir etkinlik, bir yarışmaya katılacak olsa öğrencilerin tek sorduğu: " Hocam serbest kıyafetle gelebilir miyiz?" Sorusu. Hani tilkinin yüz planından 99'u, horoz üzerine olurmuş ya. Öğrencilerinki de o hesap. Akılları, fikirleri kıyafette.

Serbest kıyafet özlemi çeken bu çocukların hasretlerine son versek inanın kıyamet kopmaz. Yeter ki velisiyle, öğretmeniyle, idarecisiyle çocuklar üzerinde ikna metodu, denetimli serbestlik ve rehberlik yapalım. Bu işkenceden çocuklar da kurtulsun, okul yönetimleri de... 14.04.2016
* 23.04.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.





14 Nisan 2016 Perşembe

Pazar yerleri: Savaştan çıkmış gibi

Siz akşam dağıldıktan sonra semt pazarlarının son halini hiç gördünüz mü? Özel olarak bakmaya ve görmeye gitmesem de zaman zaman pazar yerlerinin son halini maalesef gözlemledim.

Savaş alanından farksız gerçekten. Pazarcımız nerede ise elindeki her şeyi bırakıp gitmiş, devreye belediyenin elemanları temizlemek için seferber olmuş. Hele bazen esen rüzgarla birlikte mahallenin tümüne çöplerin dağıldığını görürsünüz. İşin garibi çevremdeki bazı insanlarla bu görüntüyü paylaştığım zaman herhangi bir rahatsızlık emaresi görmedim. Rahatsız olan varsa da ben rastlamadım. Kendi kendime sanırım bende bir anormallik var diye düşünmeye başladım.

Belediyelerimiz, vatandaşımız pazar ihtiyacını gidersin diye semt pazarları düzenlemiş. Güzel bir hizmet. Pazarcı kardeşimiz, yaptığı satıştan dolayı işgal ettiği yere –adını tam bilemesem de- belediyelerimize işgaliye parası ödemektedir. Alışveriş sonrası ortaya çıkan görüntünün kaldırılması için belediye çalışanlarının sarf ettikleri efor, yanlarında çöp arabaları, ardından itfaiye aracı ile pazar yerinin yıkanması göz önüne alındığı takdirde alınan ücretin yapılan masrafı karşıladığı kanaatinde değilim. Velev ki alınan ücret yapılan masrafı karşılamış, hatta belediyemiz bu işten kar elde etmiş olsun. Bu işte bir anormallik var.

Biz birey olarak kullandığımız yeri temiz bırakmayı ne zaman öğreneceğiz gerçekten merak ediyorum. Oturduğumuz zaman temizlik konusunda mangalda kül bırakmayız. Ben bu güne kadar konuşmasından pis bir insanımıza rastlamadım. Gittiğimiz piknik yerini, satış için kullandığımız pazar yerini, gezinti ve mesire yerlerini hiç temiz bırakmıyoruz. Bıraktığımız yere tekrar geldiğimizde de temiz yer ararız, giderken temiz bırakmayı pek düşünmeyiz. Hep buraların temizleyeni var, bu onun görevi temizleyecek diye bekliyoruz. Doğru. Kullandığımız yerlerin temizleyenleri var, onların görevi buraların temizliğini yapmak... Biz ne çabuk unuttuk her birimizin bildiği ve kullandığı:”Aslan yattığı yerden belli olur, temizlik imandandır, temizlik imanın yarısıdır”...vb. sözleri. Hülasa, ortak kullanım alanlarını hep kirli bırakıyoruz. Öğrencinin kullandığı sınıfa günlük temizlikçi girmese ertesi gün ders işlenmez, tuvaletlerin arkasına yazılar yazılmakta, sıraların üzeri bıçakla yontulmakta, banklarda ve parklarda  çitlenen çekirdekler yere atılmakta, su depoları, elektrik depoları veya düzgün boyalı bir yer gördüğümüzde her yere yazıların yazıldığını görmekteyiz, sigara izmaritleri ise şehrin her bir yerini kaplamakta...İyi bir nesil yetiştiremiyoruz maalesef. Hep kendini düşünen, çevresine zarar veren bir nesil, yakıp yıkan, kamu ve özel şahsın eşyasına zarar veren...Gerçekten nereye gidiyoruz? Bu gidiş nereye hiç sorguluyor muyuz? Davranışa dönüşmeyen eğitim sistemimizi de mutlaka sorgulamalıyız. Neyse mesele uzun, bizim konumuz pazar yerleri idi.

Belediyelerimiz pazar yerlerinde satış yapan esnafa çöp poşeti dağıtarak işe başlayabilir. Esnafımız akşam giderken bırakacağı çöpü poşetin içine bırakıp ağzını bağlayabilir. Görevliler de kenara ağzı bağlı bir şekilde bağlanmış çöp poşetlerini çöp arabalarına doldurabilirler. Bu kurala uymayanlar da çıkabilir, bunun ceza-i müeyyidesi uygulanabilir. Zaten pazarcının işgal ettiği yer bellidir, kimin yeri kirli ise kendisi önce uyarılır, ikinci de cezası verilir, daha da uyumuyorsa pazarda satış yapması engellenebilir.

Bizim vatandaşımıza yol gösterilirse, ceza-i müeyyide uygulanırsa bu işte kısa zamanda yol alırız.  Bizim 5326 Sayılı Kabahatler Kanunumuz var bildiğim kadarıyla. Yeter ki kuralları uygulayalım ve uygulamada sürekli olalım.

Kopya Çekmek

Okullu olup da sınavlarda kopya çekmeyenimizin sayısı yok denecek kadar azdır. Hele yıllar geçer, iyi bir iş yapmışçasına bu işi ballandıra ballandıra anlatanları da görürsünüz.
Kopya çekmekle iyi bir şey mi yapmış oluruz? Burada kul hakkı ve aldatma yok mu? Ya da hırsızlıkla arasında fark var mı?
Kanaatimce bu iş gizlice yapıldığına göre kopyanın iyi bir şey olmadığında hepimiz hem fikiriz. Niçin iyi bir şey değildir? Çünkü;
1.Kopya çeken kişi hak etmediği bir notu haksız yere almıştır.
2.Aldığı notla yarıştığı emsallerinin önüne geçerek kul hakkına sebebiyet vermiştir.
3.Emsalleri sınav öncesi harıl harıl ders çalışırken o, cırcır böceği gibi gününü gün etmiştir.
4.Sınavını okuyanı “Ben bu sorduğun soruları biliyorum. Hafızama yerleştirdim. İşte cevaplar” diyerek aldatmıştır.
5. Başkasının eşyasını çalmaya hırsızlık diyorsak burada da bilgi hırsızlığı vardır. Hatta hırsızlığı kişi, belki ihtiyacından dolayı yapmış olabilir. Kopya çekmede ise bir mecburiyet yoktur. Çünkü her sınavın mutlaka telafisi vardır. Birine çalışamayan diğer sınava hazırlanabilir.
Kopya çekmenin olumsuz yönlerini çoğaltabiliriz. İşin garibi maddi hırsızlığı ayıp karşılarız. Fakat kopya çekmeyi masumane bir durum gibi değerlendiririz. Haydi çekildi. Bakıyorsun kopyacı yıllar sonra anlatıyor. Dinleyenlerden hiçbir tepki de olmuyor. Anlatan kişi de iyi bir şey yapmışçasına döktürüyor. Halbuki Allah Teala; “ Zulüm dışında kötülüğün anlatılmasını Allah sevmez.” buyurmaktadır. Mazeretimiz de hazır: “Efendim çekmeyen mi var. Herkes çekiyor. Çalışamamıştım vs.” gibi gerekçelere sığınırız. Ortaokul ve lise sıralarında kopyaya zaman zaman başvuran çoğu insan bugün bazı kopya skandallarına tepki gösteriyor. Haksız kazanç diye değerlendiriyoruz. Haksızlığa tepki göstermek en doğal hakkımız. Fakat eğri oturup doğru konuşalım. Bu konuda hepimiz ne kadar masumuz.
Hırsıza nasıl ki kilit çare değilse kopya çekmeye de çare yoktur. Çekmek isteyen gözünün içine baka baka çekebiliyor, insanın zaaflarından faydalanarak. Aslında uyuttum, kandırdım diye düşünüyor. Ah bir bilse ki kendisini kandırdığını.
Bir de kopya çekmek isteyenlere teşne olanlar var. Bunlara da yazık. Devlet adına, kamu adına, başkasının adına görev yapıyorlar. Keşke bilseler ki, yaptıkları görevin bir emanet olduğunu. Emanete ihanet ettiklerini. Güneydoğu’nun bir ilinde  2001 yılında önemli bir sınava girmiştim. Sınavın son 15 dakikasına gelinceye kadar kimseden çıt yoktu. Sadece gözetmenlerin kendi arasında fısıldaşmaları rahatsız ediyordu. “Biraz susar mısınız” deyince sustular. Hatta biri özür diledi. Diğeri kinli kinli sınav boyunca beni dikizledi. Son 15 dakika kala, “ 65.soruyu kim, ne işaretledi?” sorusu kulağıma geldi. Soruya cevap verenler birbirini izledi. Gözetmenler; “Sınavdayız, ne oluyor” dese belki de konuşanlar susacak. Maalesef öyle bir ses işitmedim.
Masum kabul ettiğimiz kopyalardan iş, çete ve rant işine döndü. Yetkililer merkezi sınavlarda tepeden tırnağa yoklayarak alıyorlar sınava. Cebimizdeki parayla bile almıyorlar içeri. Dışarıdaki emanetçileri kazandırıyoruz. Sonra da basıyoruz çığlığı: Olmaz ki bu kadar diye. Artık kimse kimseye güvenmiyor. Ceremesini de masum insanlar çekiyor.
Kopya çekmeyi de hırsızlık gibi hatta daha ilerisi kabul etmek için daha nelerin olması gerekir, ey aklı selim sahipleri? 14/12/2015

13 Nisan 2016 Çarşamba

Zaman hırsızlığı

                                     
İnsanoğlunun zaafları vardır. Saymakla da bitmez. Zamana riayet etmeme de bizim eksikliklerimizin başında gelir.

Devlet dairesinde çalışıp da zamana riayet edenlerimiz vardır. Fakat bir çoğumuzun  zaman zaman bu konuda aksatmalar meydana getirdiği görülmektedir: İşe geç gitme, erken ayrılma, devamsızlık, rapor, izin vb durumlarımız olabiliyor. Bunlar yapılıyor yapılmasına da acaba hiç düşündük mü? Bu yaptıklarımız doğru mudur? Aynı gecikme veya devamsızlığı acaba özel sektörde çalışan biri yapabilir mi? Yaptığı takdirde başına neler gelebilir? Zamana riayet ve görev bilincimizi kaybetmeye başladık maalesef.

Konumuzu bir fıkra ile süsleyelim isterseniz: Farklı milliyetten üç çocuk kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz çocuk: -“Benim babam daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 3 saniyede koşar. “ der.
Fransız çocuk:-“ Benim babam daha hızlı. Çünkü bir eliyle silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar.” der.
Türk çocuk: -“ Bunlar da bir şey mi? Benim babam devlet hastanesinde çalışır. 17.00’de mesai biter. Babam 15.00’ da evde olur. Bu yüzden benim babam daha hızlıdır.” der.

Fıkra bizi acı acı gülümsetmiştir sanırım. İstisnalar kaideyi bozmaz ama genel itibariyle devlette çalışma şeklimiz maalesef bu şekildedir. İşin garibi bu yaptığımızı sorgulamıyoruz bile. Özel sektörde çalışanın canı çıksın, devlette çalışanlar keyif sürsün.

Dışarıdaki maddi hırsızlığı hiçbirimiz tasvip etmeyiz. Hatta hırsızlara karşı mesafe bile koyarız. Doğrudur yaptığımız. Pekiyi, işimize geç gitme, erken ayrılma vb durumlarımızı nereye koyacağız. Bu yaptığımız zaman hırsızlığına girmez mi? Hırsızın yaptığı hoş karşılanmaz ama belki mecbur kalmıştır. Bizim yaptığımızda bir mecburiyet var mı? Özel durumu olanlar hariç genelde bu konuda keyfi davranıyoruz. Hırsız ileride pişmanlık duyarsa belki gider çaldığı adamdan helallik diler.  Küçük yerlerde gençler bayramlarda büyükleri ziyaret edip ellerini öperler. Araya da utana sıkıla bir şey sıkıştırılar. “Teyze ben küçükken sizin tavuğu, hindiyi çalmıştım. Ya da bahçenizden erik koparmıştım. Hakkını helal eder misin” gibi. Bu tür davranış büyüklerin de hoşuna gider. “Yerden göğe kadar helal olsun” diyerek helalleşme meydana gelir. Helallik dilemezse de bir kişiye karşı hak- hukuk geçmiş olur. Öbür dünyada bir kişiyle muhatap olacaktır. Peki, devlette çalışırken zaman hırsızlığı yaptığımız zaman biz  kiminle helalleşeceğiz.  Biliyorsunuz biz 78 milyon adına hizmet yapıyoruz. Bize verilende tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Yetimi nereden karıştırdın derseniz. Ben devlet malını yetim malı olarak görürüm. Dinimizde yetim malını yiyenleri Allah Teala Nisa süresi 10. ayette “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” diyerek şiddetli bir şekilde uyarmaktadır.

İşimizi doğru dürüst yapmayı, işimize gidişte ve dönüşte zaman riayet etmeyi, helal işimize haram karıştırmamayı Rabbimin hepimize nasip etmesi temennisiyle. 15/12/2015