15 Nisan 2016 Cuma

Milli meselemiz: Giyim kuşam*

Sabah 07.29'da telefonum çaldı. Baktım kayıtlı bir velimin telefonu. Açtım telefonu. Alo demeye kalmadan: " Hocam yarışmaya serbest kıyafetle mi geleyim, yoksa okul kıyafetiyle mi?" Sorusuyla karşılaştım.  Cevabım tekti tabii: Okul kıyafetiyle kızım dedim.

Telefonu kapattım. Baktım bir cevapsız çağrı daha. Aynı öğrenci 07.21'de bir daha aramış. Anlaşılan kıyafeti dert edinmiş, gece yatamamış, Güneş'in doğmasını gücün beklemiş. Sarılmış hemen telefona bir umutla, acaba serbest kıyafetle gelebilirsin cevabı alabilir miyim diye. Aslında istediği cevabı verseydim çocuğun mutluluğuna diyecek yoktu. O hazzı verir miydim ona. Vermedim tabii. Çünkü devletin eski soğuk yüzünü temsil ediyorduk ne de olsa. Şimdi de mahalle baskısı, veli baskısı, çevre baskısı, firma baskısı, öğretmen baskısıyla bastırabildiğimiz kadar bastırıyoruz o serbestlik özlemlerini.

Baskıyı yapanlar geri planda, idareciler ise Erol TAŞ rolüyle en önde... Hafta başında veya hafta sonunda yapılan törenlerde eline mikrofonu alan kıyafetle başlıyor, kıyafetle bitiriyor konuşmasını. Hızını alamıyor teneffüslerde, gerekirse derslerde sürek avına çıkıyor: Nerede pantolonun, nerede ceketin, bu saçlar ne böyle, bu kırmızı rengi niye giydin diye. Şu öğrenciler okul kıyafetiyle geliverseler eğitimin bütün derdi bitecekti aslında. Çünkü bu ülkede kılık kıyafet meselesi memleket meselesidir. Hal yoluna kondu mu okula ve eğitime disiplin gelirdi. İşin garibi forma diye direten veli, öğretmen, yönetici hemen herkes serbest giyiniyor. Tek uğraştığımız kişiler daha 18'ini bitirmemiş orta ve lise öğrencileri. Gerekçemiz de hazır: Efendim emniyet açısından önemli, fakiri var zengini var; bazıları marka giyerken diğerleri alamaz. Üstelik çok açık ve dar giyiniyorlar...

Ömer DİNÇER zamanında kısa bir süre uygulanan serbest kıyafet uygulamasından görülen aksaklıklar yüzünden hemen vazgeçildi. Aslında biraz sabredilseydi giyim-kuşam normal seyrine dönecekti. Yaşlılar bilir: Eskiden kışların çetin geçtiği, karların 50-60 cm olduğu dönemlerde yayılmaya gönderilemeyen büyükbaş hayvanlar uzun süre ahırda beslenirdi. Ne zamanki karlar eriyip Güneş açınca annelerimiz hayvanın ayakları açılsın  diye dışarı çıkarırdı. Aylardır ilk defa dışarı çıkan hayvan bir o tarafa, bir bu tarafa koşar, nereye bastığını bilmezdi. Ara ara bu şekilde dışarı çıkarılan hayvan bir müddet sonra ne yaptığını ve nereye bastığını bilen bir hayvan olarak  normalleşirdi. Teşbihte hata olmasın. Kılık kıyafet serbestliğiyle birlikte görülen anormal giyim kuşamı ben; gün, Güneş görmemiş hayvanın durumuna benzetirim. Ah biz büyükler biraz sabredebilseydik çocuklarımız normalleşeceklerdi. Fakat neredeyse hiç birimiz çocukların yanında yer almadı.

Kıyafet toplumsal bir olaydır. Toplumsal konu ve olaylarda tek doğru yoktur. Formanın ve serbest kıyafetin eksi ve artıları vardır. Zamana bıraksaydık aslında çözülürdü bu mesele. Bir zamanlar kamusal alan adı altında Laikliği götürecek gericiliğin simgesi nice canlar yakan başörtüsü bugün her yerde serbest. Ne irtica hortladı, ne de Laiklik elden gitti.

Liseyi bitirdikten sonra serbest kalan gençlerimizin giyim kuşamındaki uçuk kaçık giyim tarzına ne diyebiliyoruz şimdi? Bu tür giyimlerin moda, özenti, kendisini ispatlama gibi nedenleri olsa da okul hayatındaki anlamını kavrayamadığı formaya tepki de var bu nedenler arasında.

Çünkü tek tip kıyafet çocukların kişiliklerine de sirayet ediyor. Tek tip elbise, tek tip düşünce bu asrın çocuklarına dar geliyor. Gençlik bunu yırtmaya ve yıkmaya çalışıyor. Zorla forma ısrarı, yemek yemek istemeyen ya da sevmediği bir yemeği ebeveynlerin çocuklarına zorla yedirmesine benzer. Aslında bu ısrarımız çocuklarda nefreti doğuruyor, isyan bilinci öne çıkıyor. Bu dönemde çocuklarımız serbest kıyafet giyerken denetimli serbestlik,  onlarda sorumluluk bilincini daha erken yaşlarda almalarına imkan sağlayabilirdi. Keşke kılık kıyafet konusundaki tavizsiz tavrımız yerine onlara hayatı ve hayatta karşılaşabilecekleri kötülüklere karşı kendilerini nasıl koruyabileceklerini öğretebilseydik daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

Gelin çocuklar üzerinde biraz gözlem yapalım. Bir okul bir piknik yapacak olsa, bir geziye gidecek olsa; bir program, bir etkinlik, bir yarışmaya katılacak olsa öğrencilerin tek sorduğu: " Hocam serbest kıyafetle gelebilir miyiz?" Sorusu. Hani tilkinin yüz planından 99'u, horoz üzerine olurmuş ya. Öğrencilerinki de o hesap. Akılları, fikirleri kıyafette.

Serbest kıyafet özlemi çeken bu çocukların hasretlerine son versek inanın kıyamet kopmaz. Yeter ki velisiyle, öğretmeniyle, idarecisiyle çocuklar üzerinde ikna metodu, denetimli serbestlik ve rehberlik yapalım. Bu işkenceden çocuklar da kurtulsun, okul yönetimleri de... 14.04.2016
* 23.04.2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.





14 Nisan 2016 Perşembe

Pazar yerleri: Savaştan çıkmış gibi

Siz akşam dağıldıktan sonra semt pazarlarının son halini hiç gördünüz mü? Özel olarak bakmaya ve görmeye gitmesem de zaman zaman pazar yerlerinin son halini maalesef gözlemledim.

Savaş alanından farksız gerçekten. Pazarcımız nerede ise elindeki her şeyi bırakıp gitmiş, devreye belediyenin elemanları temizlemek için seferber olmuş. Hele bazen esen rüzgarla birlikte mahallenin tümüne çöplerin dağıldığını görürsünüz. İşin garibi çevremdeki bazı insanlarla bu görüntüyü paylaştığım zaman herhangi bir rahatsızlık emaresi görmedim. Rahatsız olan varsa da ben rastlamadım. Kendi kendime sanırım bende bir anormallik var diye düşünmeye başladım.

Belediyelerimiz, vatandaşımız pazar ihtiyacını gidersin diye semt pazarları düzenlemiş. Güzel bir hizmet. Pazarcı kardeşimiz, yaptığı satıştan dolayı işgal ettiği yere –adını tam bilemesem de- belediyelerimize işgaliye parası ödemektedir. Alışveriş sonrası ortaya çıkan görüntünün kaldırılması için belediye çalışanlarının sarf ettikleri efor, yanlarında çöp arabaları, ardından itfaiye aracı ile pazar yerinin yıkanması göz önüne alındığı takdirde alınan ücretin yapılan masrafı karşıladığı kanaatinde değilim. Velev ki alınan ücret yapılan masrafı karşılamış, hatta belediyemiz bu işten kar elde etmiş olsun. Bu işte bir anormallik var.

Biz birey olarak kullandığımız yeri temiz bırakmayı ne zaman öğreneceğiz gerçekten merak ediyorum. Oturduğumuz zaman temizlik konusunda mangalda kül bırakmayız. Ben bu güne kadar konuşmasından pis bir insanımıza rastlamadım. Gittiğimiz piknik yerini, satış için kullandığımız pazar yerini, gezinti ve mesire yerlerini hiç temiz bırakmıyoruz. Bıraktığımız yere tekrar geldiğimizde de temiz yer ararız, giderken temiz bırakmayı pek düşünmeyiz. Hep buraların temizleyeni var, bu onun görevi temizleyecek diye bekliyoruz. Doğru. Kullandığımız yerlerin temizleyenleri var, onların görevi buraların temizliğini yapmak... Biz ne çabuk unuttuk her birimizin bildiği ve kullandığı:”Aslan yattığı yerden belli olur, temizlik imandandır, temizlik imanın yarısıdır”...vb. sözleri. Hülasa, ortak kullanım alanlarını hep kirli bırakıyoruz. Öğrencinin kullandığı sınıfa günlük temizlikçi girmese ertesi gün ders işlenmez, tuvaletlerin arkasına yazılar yazılmakta, sıraların üzeri bıçakla yontulmakta, banklarda ve parklarda  çitlenen çekirdekler yere atılmakta, su depoları, elektrik depoları veya düzgün boyalı bir yer gördüğümüzde her yere yazıların yazıldığını görmekteyiz, sigara izmaritleri ise şehrin her bir yerini kaplamakta...İyi bir nesil yetiştiremiyoruz maalesef. Hep kendini düşünen, çevresine zarar veren bir nesil, yakıp yıkan, kamu ve özel şahsın eşyasına zarar veren...Gerçekten nereye gidiyoruz? Bu gidiş nereye hiç sorguluyor muyuz? Davranışa dönüşmeyen eğitim sistemimizi de mutlaka sorgulamalıyız. Neyse mesele uzun, bizim konumuz pazar yerleri idi.

Belediyelerimiz pazar yerlerinde satış yapan esnafa çöp poşeti dağıtarak işe başlayabilir. Esnafımız akşam giderken bırakacağı çöpü poşetin içine bırakıp ağzını bağlayabilir. Görevliler de kenara ağzı bağlı bir şekilde bağlanmış çöp poşetlerini çöp arabalarına doldurabilirler. Bu kurala uymayanlar da çıkabilir, bunun ceza-i müeyyidesi uygulanabilir. Zaten pazarcının işgal ettiği yer bellidir, kimin yeri kirli ise kendisi önce uyarılır, ikinci de cezası verilir, daha da uyumuyorsa pazarda satış yapması engellenebilir.

Bizim vatandaşımıza yol gösterilirse, ceza-i müeyyide uygulanırsa bu işte kısa zamanda yol alırız.  Bizim 5326 Sayılı Kabahatler Kanunumuz var bildiğim kadarıyla. Yeter ki kuralları uygulayalım ve uygulamada sürekli olalım.

Kopya Çekmek

Okullu olup da sınavlarda kopya çekmeyenimizin sayısı yok denecek kadar azdır. Hele yıllar geçer, iyi bir iş yapmışçasına bu işi ballandıra ballandıra anlatanları da görürsünüz.
Kopya çekmekle iyi bir şey mi yapmış oluruz? Burada kul hakkı ve aldatma yok mu? Ya da hırsızlıkla arasında fark var mı?
Kanaatimce bu iş gizlice yapıldığına göre kopyanın iyi bir şey olmadığında hepimiz hem fikiriz. Niçin iyi bir şey değildir? Çünkü;
1.Kopya çeken kişi hak etmediği bir notu haksız yere almıştır.
2.Aldığı notla yarıştığı emsallerinin önüne geçerek kul hakkına sebebiyet vermiştir.
3.Emsalleri sınav öncesi harıl harıl ders çalışırken o, cırcır böceği gibi gününü gün etmiştir.
4.Sınavını okuyanı “Ben bu sorduğun soruları biliyorum. Hafızama yerleştirdim. İşte cevaplar” diyerek aldatmıştır.
5. Başkasının eşyasını çalmaya hırsızlık diyorsak burada da bilgi hırsızlığı vardır. Hatta hırsızlığı kişi, belki ihtiyacından dolayı yapmış olabilir. Kopya çekmede ise bir mecburiyet yoktur. Çünkü her sınavın mutlaka telafisi vardır. Birine çalışamayan diğer sınava hazırlanabilir.
Kopya çekmenin olumsuz yönlerini çoğaltabiliriz. İşin garibi maddi hırsızlığı ayıp karşılarız. Fakat kopya çekmeyi masumane bir durum gibi değerlendiririz. Haydi çekildi. Bakıyorsun kopyacı yıllar sonra anlatıyor. Dinleyenlerden hiçbir tepki de olmuyor. Anlatan kişi de iyi bir şey yapmışçasına döktürüyor. Halbuki Allah Teala; “ Zulüm dışında kötülüğün anlatılmasını Allah sevmez.” buyurmaktadır. Mazeretimiz de hazır: “Efendim çekmeyen mi var. Herkes çekiyor. Çalışamamıştım vs.” gibi gerekçelere sığınırız. Ortaokul ve lise sıralarında kopyaya zaman zaman başvuran çoğu insan bugün bazı kopya skandallarına tepki gösteriyor. Haksız kazanç diye değerlendiriyoruz. Haksızlığa tepki göstermek en doğal hakkımız. Fakat eğri oturup doğru konuşalım. Bu konuda hepimiz ne kadar masumuz.
Hırsıza nasıl ki kilit çare değilse kopya çekmeye de çare yoktur. Çekmek isteyen gözünün içine baka baka çekebiliyor, insanın zaaflarından faydalanarak. Aslında uyuttum, kandırdım diye düşünüyor. Ah bir bilse ki kendisini kandırdığını.
Bir de kopya çekmek isteyenlere teşne olanlar var. Bunlara da yazık. Devlet adına, kamu adına, başkasının adına görev yapıyorlar. Keşke bilseler ki, yaptıkları görevin bir emanet olduğunu. Emanete ihanet ettiklerini. Güneydoğu’nun bir ilinde  2001 yılında önemli bir sınava girmiştim. Sınavın son 15 dakikasına gelinceye kadar kimseden çıt yoktu. Sadece gözetmenlerin kendi arasında fısıldaşmaları rahatsız ediyordu. “Biraz susar mısınız” deyince sustular. Hatta biri özür diledi. Diğeri kinli kinli sınav boyunca beni dikizledi. Son 15 dakika kala, “ 65.soruyu kim, ne işaretledi?” sorusu kulağıma geldi. Soruya cevap verenler birbirini izledi. Gözetmenler; “Sınavdayız, ne oluyor” dese belki de konuşanlar susacak. Maalesef öyle bir ses işitmedim.
Masum kabul ettiğimiz kopyalardan iş, çete ve rant işine döndü. Yetkililer merkezi sınavlarda tepeden tırnağa yoklayarak alıyorlar sınava. Cebimizdeki parayla bile almıyorlar içeri. Dışarıdaki emanetçileri kazandırıyoruz. Sonra da basıyoruz çığlığı: Olmaz ki bu kadar diye. Artık kimse kimseye güvenmiyor. Ceremesini de masum insanlar çekiyor.
Kopya çekmeyi de hırsızlık gibi hatta daha ilerisi kabul etmek için daha nelerin olması gerekir, ey aklı selim sahipleri? 14/12/2015

13 Nisan 2016 Çarşamba

Zaman hırsızlığı

                                     
İnsanoğlunun zaafları vardır. Saymakla da bitmez. Zamana riayet etmeme de bizim eksikliklerimizin başında gelir.

Devlet dairesinde çalışıp da zamana riayet edenlerimiz vardır. Fakat bir çoğumuzun  zaman zaman bu konuda aksatmalar meydana getirdiği görülmektedir: İşe geç gitme, erken ayrılma, devamsızlık, rapor, izin vb durumlarımız olabiliyor. Bunlar yapılıyor yapılmasına da acaba hiç düşündük mü? Bu yaptıklarımız doğru mudur? Aynı gecikme veya devamsızlığı acaba özel sektörde çalışan biri yapabilir mi? Yaptığı takdirde başına neler gelebilir? Zamana riayet ve görev bilincimizi kaybetmeye başladık maalesef.

Konumuzu bir fıkra ile süsleyelim isterseniz: Farklı milliyetten üç çocuk kendi aralarında “Kimin babası daha hızlı” tartışması yaparlar.

İngiliz çocuk: -“Benim babam daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 3 saniyede koşar. “ der.
Fransız çocuk:-“ Benim babam daha hızlı. Çünkü bir eliyle silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar.” der.
Türk çocuk: -“ Bunlar da bir şey mi? Benim babam devlet hastanesinde çalışır. 17.00’de mesai biter. Babam 15.00’ da evde olur. Bu yüzden benim babam daha hızlıdır.” der.

Fıkra bizi acı acı gülümsetmiştir sanırım. İstisnalar kaideyi bozmaz ama genel itibariyle devlette çalışma şeklimiz maalesef bu şekildedir. İşin garibi bu yaptığımızı sorgulamıyoruz bile. Özel sektörde çalışanın canı çıksın, devlette çalışanlar keyif sürsün.

Dışarıdaki maddi hırsızlığı hiçbirimiz tasvip etmeyiz. Hatta hırsızlara karşı mesafe bile koyarız. Doğrudur yaptığımız. Pekiyi, işimize geç gitme, erken ayrılma vb durumlarımızı nereye koyacağız. Bu yaptığımız zaman hırsızlığına girmez mi? Hırsızın yaptığı hoş karşılanmaz ama belki mecbur kalmıştır. Bizim yaptığımızda bir mecburiyet var mı? Özel durumu olanlar hariç genelde bu konuda keyfi davranıyoruz. Hırsız ileride pişmanlık duyarsa belki gider çaldığı adamdan helallik diler.  Küçük yerlerde gençler bayramlarda büyükleri ziyaret edip ellerini öperler. Araya da utana sıkıla bir şey sıkıştırılar. “Teyze ben küçükken sizin tavuğu, hindiyi çalmıştım. Ya da bahçenizden erik koparmıştım. Hakkını helal eder misin” gibi. Bu tür davranış büyüklerin de hoşuna gider. “Yerden göğe kadar helal olsun” diyerek helalleşme meydana gelir. Helallik dilemezse de bir kişiye karşı hak- hukuk geçmiş olur. Öbür dünyada bir kişiyle muhatap olacaktır. Peki, devlette çalışırken zaman hırsızlığı yaptığımız zaman biz  kiminle helalleşeceğiz.  Biliyorsunuz biz 78 milyon adına hizmet yapıyoruz. Bize verilende tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Yetimi nereden karıştırdın derseniz. Ben devlet malını yetim malı olarak görürüm. Dinimizde yetim malını yiyenleri Allah Teala Nisa süresi 10. ayette “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır.” diyerek şiddetli bir şekilde uyarmaktadır.

İşimizi doğru dürüst yapmayı, işimize gidişte ve dönüşte zaman riayet etmeyi, helal işimize haram karıştırmamayı Rabbimin hepimize nasip etmesi temennisiyle. 15/12/2015

Yüzümüzdeki maskeleri ne zaman çıkaracağız?


İnsanoğlu tüm gizemliliklerinin yanında kendini gizleyen, olduğundan farklı gösteren bir varlıktır aynı zamanda. Günlük hayatta  “Ya göründüğün gibi ol. Ya da olduğun gibi görün” sözünü söylemeyi çok severiz hepimiz. Ama gel gör ki, olduğundan farklı görünme çabası bir müddet sonra  kişiliğimizin ayrılmaz bir parçası olmuştur artık farkına varamasak da.

Kendimizdeki olanı, doğallığı başkasından gizlemek için yüzümüze taktığımız  maskeyi bizi tanıyan herkes bilir bir müddet sonra. Bilmeyen tek kişi kalır: Kafasını kuma gömen maskeli kişi. Böylelerinin sayısı toplumumuzda azımsanamayacak kadar çoktur ve de çok tehlikelidir. Çünkü böyle tiplerdeki yüz sayısı ikiden az olmayacak şekilde çoktur.

Burada ben esas, yüzü maskeli derken, yaptığı makyajla yüzünü değiştiren tiplerden bahsetmek istiyorum. Niyetim makyaj yapanları eleştirmek değildir. Yapılmasına katılmamakla beraber kullananlara da saygı duyarım. Her konuda olduğu gibi makyajın kullanılmasında da ifrat ve tefritlerde olduğumuzu söylemek isterim.

Bir kurumda çalışırken -gibisi fazla- bir mankenle çalıştım. Giyim, kuşam, boy-bos, fizik kendini gösteriyordu. Bir gün lisede aldığı bir belgeyi getirdi. Fotokopi çekip aslını vermek istedim. Belgedeki fotoğrafa baktım. Bir de mevcut yüzüne baktım. Lise fotoğrafı şimdiki görüntüsüne pek benzemiyordu. Olabilir diye düşünmeden kendisi: “Ben birkaç defa estetik ameliyatı geçirdim” dedi. İşimi yaparken öyle mi dedim. Evrakın fotokopisini aldım, aslını kendisine takdim ettim. Birkaç ay sonra yaptığım bir toplantıda; başı öne eğik, sağına soluna bakmayan ve hiç söz alıp konuşmayan biri vardı. Saçlarıyla da yüzünü göstermemeye çalışıyordu. Birkaç defa söz verip cevap almak istedim. “Evet-hayır” cevapları aldım. Bir derdimi var diye soru sormak için yüzüne baktım. Görebildiğim kadarıyla yüz hattı itibariyle tanıdığım personelim değildi. Gerçekten şaşırıp kaldım. Toplantı bitimi yardımcıma paylaştım bu durumu.  “Hocam, ne olacak. Makyaj bu” dedi. Daha önceki görüntüsünün makyajdan ibaret olduğunu nihayet geç de olsa anladım. Bir makyaj bu kadar mı insanı değiştiriyordu. Bir bakışta derdini de anlamıştım. Niye başını kaldırıp konuşmadığını da. Makyajsız yüzünden utanıyordu. Allah kimseyi bu hale düşürmesin. İki gün boyunca kuruma makyajsız geldi. Kimseyle doğru dürüst konuşmadı. Kendi haline girdi çıktı.  Yüzü de hiç gülmedi. O gülen, şen şakrak kişiden eser kalmamıştı. İki gün boyunca hayatı kendine zindan ve zehir etmişti. Sonraki günler makyajıyla beraber kuruma arzı endam etmeye başladı. Huzur ve mutluluğu da yerine gelmişti. 

Gel zaman git zaman kurumda olmadığı gün tayin evrakını imzalatmak için kurum dışında evine yakın, bilinen bir yerde buluşmak için telefondan görüştük.  Ben araçta otururken yardımcım inip evrakı imzalattı. Ayrılmadan önce oturduğum yere gelerek “İyi günler efendim” dediğinde başımı kaldırıp selamını aldım. Yüz yine makyajsızdı. Vedalaşıp ayrıldık. Kendi kendime düşünmeye başladım. Demek ki makyajı dışarı çıkarken, işine giderken yapıyordu. Yani başkasına süsleniyordu, eşine değil.

Eskiden bir araç alacağımızda ilk önce kaportada boya var mı denirdi. Eğer boya varsa kolay kolay o aracı almak için yanaşmazdık. Çünkü orijinali bozulmuş kabul ederdik. Araçtaki çürük-çarığı kabul ederdik ama boyayı asla. Doğaldı hep tercihimiz.

Yine eskisi gibi konuşmamızda, hal ve hareketlerimizde, giyim ve kuşamımızda, görüntümüzde taktığımız ve kullandığımız maskeleri bir tarafa bıraksak ne iyi olur değil mi? Ne dersiniz? 


Açık büfe... "Ya benim canımı al, ya da midemi büyüt"

Şubat 2016'da  5 yıldızlı bir otelde 3 günlüğüne bir seminere katıldım. İçinizde izin ve tatil dönemlerinde  böylesi yerlere gideniniz vardır. Ben biraz gezme özürlüyüm. İlk defa katıldığımı söylesem ayıp olmaz sanırım.

Seminerimiz dolu dolu geçti. Otelde sunulan imkanlar her yönüyle 10 numaraydı. Hizmet ve imkanlar için söylenecek bir şey yok. Maliyet boyutu ise dudak uçuklatır cinsten. Bir arkadaş eşini de getirmek istedi. 3 günlüğüne her şey dahil 525 TL ücret talep etmiş firma. Bu da indirimli fiyatı ve sezon kış sezonu. Ya bir de yaz sezonu olsa, miktar ne kadar olur kim bilir? İki kişilik bir ailenin yol masrafı  ve diğer giderleri hariç sadece otele ödeyeceği  meblağ 1.050,00 TL. Söylenen miktar asgari ücretle çalışan bir işçinin neredeyse bir aylık aldığı maaşına tekabül ediyor. Fakir-fukaranın böylesi yerlerde tatil yapması mümkün değil maalesef. Asgari ücretli, bir ayda kazandığıyla bu tür yerlerde ancak 3 gün tatil yapabilir, eğer 27 gün aç-susuz kalmaya razı olursa tabii.

Ben esas lüks otellerdeki “Tam pansiyon”, “Açık büfe”, “Her şey dahil” kısmına işaret etmek istiyorum.  Eğer gittiğiniz otelde böyle bir seçenek varsa  kaldığınız otelin geceliği de o oranda artıyor. Tam pansiyon, açık büfe dedikleri  seçenekte tabir yerindeyse sadece ‘Kuş sütü’ eksik. Evlerimizde 2-3 kap yemekle öğün savarken, doya doya yerken lüks otellerde ise menüye konan yemeğin haddi  hesabı yoktur. Evlerimizde midelerimiz küçük de buralarda büyüyor mu? Yoksa evlerimizde doymadan mı kalkıyoruz? Aslında evlerimizde karnımızı tıka basa doyuruyoruz. Otellerde ise  her çeşidinden bir tane alınsa midenin istiap haddini doldurur, hatta geçeriz. Midemiz doyuyor sonunda. Ama gözümüz bir türlü doymuyor maalesef. Belki de mideyi daha da doldurmak için zorlarken ‘Ya Rabbi! Ya benim canımı al. Ya da midemi büyüt’ diye içimizden geçiririz.

Haydi Paramız var harcadık. Kime ne? Peki midemize yazık değil mi? Acıkmadan tekrar yemek... hem de tıka basa. Yeriz düşüncesiyle tabağı silme doldurup sonra yiyemeyip masada bırakmak. Yedikten sonra soluğu maden suyu aramada almak…  O kadar yediğimizi hazmetmek kolay mı sanırsınız. Mide, dile gelse bize ne der? Bir insana gücünün üzerinde yük yüklersek çatlar ölür. Ya midemiz ne yapacak? Midemiz bayram yapsın derken midemize eziyet ediyoruz. Hani acıkmadan oturmayacaktık. Doymadan kalkacaktık. Nerede kaldı midenin sağlığı…

Evimde yediğim bir kap yemekten aldığım lezzet ve tat, otelde yediğim sayısız çeşit yemekten daha lezzetli geldi bana. 3 gün yediğim envaiçeşit yemekten sonra evime geldiğimde evin menüsünde pırasa yemeği vardı. Ben yemek seçmem ama eğer bir tercih hakkım varsa pırasayı tercih etmem. Hatta hanıma dedim: Beni pırasa yemeği ile mi karşılıyorsun diye. Şunu samimiyetimle söylemeliyim: Yediğim pırasa bana oteldeki kuş sütünden başka eksiği olmayan diğer yemeklerden daha lezzetli geldi.

Bir de bu işin israf boyutu var. İsrafı nereye koyacağız. Evine ekmek götüremeyen milyonlarımız varken, biraz daha tasarruf yapayım diye fırınlardan bir gün önce kalan bayat ekmeği almak için fırın fırın dolaşan yüz binlerimiz varken bizim israf etmemizin kitapta yeri var mıdır? Soruları çoğaltabiliriz. Hayrettin KARAMAN’ın 04/07/2013 tarihinde www.hayrettinkaraman.net isimli web sayfasında “Açık büfe israfı” yazısını okumayanlarımızın okumasını, okuyanlarımızın tekrar okumasını isterim.

İşin garibi açık büfe, tam pansiyon otelleri seçip de oradaki israfa değinmeyenimiz yoktur. Fakat giden bir daha gidiyor. Gidip gelen öyle bir reklam yapıyor ki; gitmeyen, gitmek istemeyen de soluğu oralarda alıyor: İster gönüllü, ister gönülsüz; gerekirse borçlanarak.

Bu otel fiyatları daha aşağıya çekilebilir. Eğer yemekler tabldot usulü olursa. Hem fiyatlar daha düşük olur. Hem gözümüz hem de midemiz doyar. Hem de midemize yazık etmemiş oluruz. Ne dersiniz? Tercih; gezmek, tozmak isteyenlerin. 15/02/2016

Açık Lise Sınavları*

Milli Eğitim Bakanlığının bütçesi birçok bakanlığın bütçesinden daha fazladır.  Okumak isteyene devlet her türlü imkanı sunmaktadır. İster örgün olsun, ister yaygın.

Son yıllarda eğitimini açık lise vasıtasıyla yapmak isteyenlerin sayısı epeyce arttı. Kimi 12 yıllık eğitimin zorlaması, kimi   imkansızlıklar dolayısıyla, kiminin hedefi olmadığından, kiminin de hedefi olduğundan daha fazla çalışma imkanı elde etmek için açık liseyi tercih etmektedir. Devlet bu konuda da  kesenin ağzını açtı. Burada devletin eğitim alanında yaptığı diğer harcamalar üzerinde durmayacağım.

Açık liseye kayıt yaptıran her öğrenci bir yılda kayıt yaptırma  ücreti olarak 50 TL para yatırmaktadır. Bunun karşılığında devlet ders kitapları bastırmakta, yılda 3 defa sınav yapmaktadır. Her sınav 81 vilayette, ilçelerinde yapılmaktadır. Sınavı yapmak için Bakanlık sınav komisyonu oluşturup soru hazırlatmakta, soruları ve cevap kağıtlarını matbaaya bastırmakta. Her il ve ilçede yeterince sınav merkezi belirlemekte, soruların sınav merkezlerine götürülmesi için kurye ve nakliye bulma, her il ve ilçede yukarıdan sınav merkezine gelinceye kadar sınav komisyonları oluşturma, salon başkanı, gözetmen, hizmetli, polis vb görevlendirmeler  yapmaktadır.  Görev alan ve verilen herkese görev ücreti ödemektedir. Miktarını ve yekününü bilmeye gerek yoktur. Çünkü çok maliyetli sınavlardır bunlar. Devlet değil mi masraf yapacak diyebilirsiniz. Sonra eğitim ve öğretime verilen para geleceğimiz olan nesillerin yetişmesi içindir diyebilirsiniz. Benim de buna itirazım yok, elbette masraf ve maliyetler olacaktır ve olmalıdır da. Fakat atılan taş kurbağayı ürkütüyor mu? Sınav ciddiye alınıyor mu? Esas bunun üzerinde durmak gerekir. Derdimi tam anlatabilmek için konuyu  hafta sonu yapılan sınavla açıklamak istiyorum.

Bu hafta sonu bilindiği üzere açık lise sınavları yapıldı. 15 derslikli bir okulda 1.ve 2.oturumda görev alan bir dostum şu açıklamaları yaptı:

1.Sabah ve öğlenki sınavlarda 20’şer kişilik sınıflardan  ortalama 6-8 öğrenci sınava girmemiştir. Bu, sınava giren her  üç öğrenciden  biri girmemiş demektir.
2.Sınavın süresi 180 dakika. İlk yarım saat öğrenci çıkamıyor. İlk yarım saat bitince sınıfın yarısı sınavı bitirerek salonu terk etmiştir. Her biri, cevap kağıdına ayrı ayrı desen çizmişlerdir. Kimi “S”, kimi “Z”, kimi “elektrik direği, kimi “abcd,bcda,cdab” vb şekilde desen ya da atma yöntemi uygulamıştır.
3.Salon görevlileri geriye kalan 6-7 öğrenciye gözetmenlik yapmıştır.

Dostumun gözetmenlik yaptığı okuldaki durum üç aşağı, beş yukarı tüm Türkiye’deki sınav durumunu yansıtmaktadır. Devletin o kadar masrafla yaptığı sınava gereken ilgi ve ciddiyet gösterilmediği görülmektedir. Sınava girmeyenler için bir maliyet var mı? Hayır. Sınavdan erkenden çıkanların çizdikleri desenlerin bir maliyeti var mı? Hayır. Geriye her sınıfta ciddi olarak sınava asılan 6-7 öğrenci kalmaktadır. Yeni ücretlerle birlikte en düşük görevlinin ücreti 103.00 TL olduğunu düşünürsek sınavın maliyeti hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Sınava girmeyen, hemen yapıp çıkmak için değişik desenler çizip çıkanlar tekrar tekrar sınav ve sınavlara girecektir.

Sınavlar yapılsın yapılmasına. Fakat belirli bir sürede bitiremeyenlere maliyetin bir kısmı yansıtılması gerekir. Ya da mazeretsiz sınava girmeyen öğrenci/velisine bir maliyet olmalıdır. Başka türlü biz bu işin ciddiyetini kavrayamayacağız. Biz parasız hiçbir şeyin kıymetini ve değerini bilmiyoruz. Kıymet bilinsin ve ciddiye alınsın istiyorsak vatandaş olarak cebimizi yakması gerekiyor. 02/01/2016

* Bu yazı Ocak 2016 da yapılan sınavın akabinde kaleme alınmıştır.