24 Mart 2016 Perşembe

Aynı dili konuşan mı olalım. Yoksa aynı duyguyu paylaşan mı?

Bana  dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri. Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız  belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der.  Bu söze şapka çıkartılır.

Bir gün Karasınır Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl anlaşıyorsunuz dedim.  "Kalp dili, gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum. Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor. Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.

Ülkemizde aynı dili konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz. Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız. Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle" demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabiliyor.

Çoğumuz duygu, düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak, iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak  gerek diye düşünüyorum.


Gelin dil öğrenmeden önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016

23 Mart 2016 Çarşamba

Kocaman bir alkış


Gazetemizde yazmaya başlayalı birçok konuda yazı yazmaya çalıştım. Bir spor kalmıştı. Bugün de yazımı futbol maçlarına yani Konyaspor’a ayırdım.

Futbol maçlarına gitmem, izlemem, maçtan da anlamam. Defans, bek, santrafor, libero, ileri üçlü… nedir bilmem. Konyaspor’un yeni stadına hiç gitmedim. Fakat hafta sonu maçlar bittikten sonra Süper Lig’de hangi takım ne yapmış der maç skorlarını  ve  puan durumuna göz atarım. Madem anlamıyorsun mübarek! O zaman ne diye bilmediğin konuda yazı yazacaksın diyebilirsiniz. Konyaspor’un bu sezon gidişi/çıkışı göğsümü kabarttı. Anlamasam da çorbada tuzum olsun dedim. Zira “Kambersiz düğün olmaz” biliyorsunuz.

2015-2016 futbol sezonu yeni açıldığında Konyaspor’un bir yetkilisiyle bir vesileyle görüştüğümüzde “Hedefiniz ne olacak” diye sormuştu bir arkadaş. Yetkili: “Hedefimiz küme düşmemeye oynayacağız” demişti. Cevap bize garip gelmemişti. Konyaspor’un her sezonki yerine baktığımızda ayakları yere basan bir cevaptı.

Sezonun başında yetkilinin verdiği cevap tevazuundanmış meğer. Çünkü sezonun 27.maçı oynanmış. Konyaspor 50 puanla 3.sıraya demir atmış görünüyor. Ziraat Türkiye kupasında 8 takımın arasına girmiş, yarı finale adını yazdırmış.

Nereden nereye?  Takımımız asansör takımdı birkaç yıl öncesine kadar. Küme düşmemeye oynayan bir takımdı… Küme düşerdi, sonra tekrar süper lige çıkması da ayrı bir sıkıntı  ve heyecandı. Tüm Konya kenetlenirdi. Çıkmaya çıkardı ama tutunması ise ayrı bir dert idi. İşte böyle bir Konyaspor bu yıl zirveye doğru bir çıkış yakaladı. İstikrarın takımı oldu. Hocası, futbolcusu, yönetimi, seyircisi ve tüm Konya; başarıya inanmış, emin adımlarla yoluna devam ediyor. Bunda stadın katkısı, hoca istikrarı, yönetimin inancı, mütevazı kadrosu ve seyircinin faktörü olsa gerek.

Birkaç hafta önce solunlanmak ve çay içmek  için bir dostumla beraber Merkez Öğretmenevine girdim. Yürümekte zorlanan yaşlı bir amca yakınımızdaki masaya arkadaşlarının yanına geldi. Bir taraftan da “Arkadaşlar Konya’nın bugün deplasmanda  Mersin İdman Yurdu ile maçı vardı, ne oldu” diye sordu. Arkadaşları bilmiyoruz dediler. Amcanın  o yaşta heyecanına hayran kaldım. Hemen skora baktım. Zira maç izlemesem de skor ve maç sonucu benim işimdi: “Amca! Konyaspor, Mersin İdman Yurdu’nu 2-0 yenmiş” dedim. Amcanın sevinci görülmeye değerdi. “Eee, amca, müjdeyi verdim. Hani bizim çaylar. Ben müjdemi isterim” dedim. “Sizin içeceğiniz çay olsun” dedi. Amca şaka yaptık dedimse de, hemen çaycıya ismiyle hitap ederek çayımızı da söyledi. Oranın müdavimlerindendi anlaşılan. Amcanın çayını afiyetle içtik. Diyeceğim maça giden, gitmeyen, benim gibi skoru ve sonucunu takip eden yediden yetmişe herkes Konya’nın başarısına odaklanmıştı anlaşılan.

Asansör takım olma özelliğini yok edip 3.lüğe demir atan Konyaspor’un ve Konyalıların kendilerine öz güveni geldi. 3 büyüklerin ardından 4.büyük takım olan Trabzonspor’dan sonra geçtiğimiz yıllarda Bursaspor’un gösterdiği performansı önümüzdeki yıllarda Torku Konyaspor niçin göstermesin.


Yönetimine, futbolcularına, seyircisine ve teknik heyete Kocaman bir alkış… Teşekkürler ve tebrikler… 23/03/2016

Ekmeği nasıl seçelim!


Bakkaldan, marketten, fırından sanırım hepiniz ekmek, simitçiden simit almışsınızdır ya da alanı görmüşsünüzdür. Ekmek alanların ekmek seçişleri de mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Eğer dikkat etmemişseniz bundan sonra ekmek almaya gittiğinizde mutlaka sizden öncekinin ekmeği seçişine bir dikkat edin derim.

Ekmeği alan ister beyefendi, ister hanımefendi olsun fark etmiyor. Eliyle ekmeğe dokunuyor, bırakıyor; sonra öbürüne, alttakine, üsttekine dokunup bırakıyor.. Hangisini alacak diye sen de hayret ve ibretle bakıyorsun o kimseye. Aslında hepsine dokunup bırakacak da dokunmaktan yorulduğu ve de arkasında bekleyenlerden biraz utandığı için bir kısmına dokunmuyor. Hele şükür seçti ve çekildi. Ardından sıra sana geliyor. Sende onun dokunmadıklarına dokunmaya başlıyorsun: Şunu mu alayım bunu mu diye. Aslında çoğu bakkal ve markette: “Ekmeği elimizle değil gözümüzle seçelim” yazısını da okumuşsunuzdur. Buna rağmen neredeyse tüm ekmekleri elimizle kontrol ediyoruz. Maalesef gözümüz sadece seyrediyor bu durumda. Bıraktığımız ekmeği beğenmiyoruz. Bir gün ekmek dile gelse bizi beğenir mi acaba?

Bu güne kadar nereden ekmek alırsam alayım. Alacağım ekmeği gözüme kestirir, elimi uzatmakla poşetin içerisine koymam bir olur. Zaman zaman kuru, bayat ya da yanık ekmeğin gelmediği de olmuyor değil. Nasibime artık. Kendisinden öncekinin dokunup bıraktığı ekmeği almıyoruz. Niye? Çünkü o ekmeğin kirlendiğini var sayarız. Ya biz görmeden ekmek seçenlerin dokunduğu ekmeği almışsak..

Bu şekilde ekmek seçme benim hoşuma gitmiyor. Her birimiz kendi elimizi temiz, başkasının elini  kirli kabul ederiz. Aslında ellerimizin kirli olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü günlük hayatta elimizin temas etmediği yer yoktur. Belki de mikropların çoğu elimizden geçiyordur. Gelin şu ekmeği alırken ne olur, ellerimizle ekmeklere dokunmayalım. Gözümüzle seçelim. Ne çıkarsa bahtımıza diyelim. Bir defa ekmek kuru, yanık oldu diye hayatımız sönmez. Nasıl ki başkasının dokunduğu ekmeği seçmiyorsak, başkası da bizim dokunduğumuz ekmeği seçmez.

Bazı fırınlarda ekmekle müşterinin arasına bir engel konmuş. Ekmeğin bulunduğu tezgaha girmemiz yasak. Alacağımız ekmeğin çeşidini ve sayısını söyleyerek elinde eldiveni olan bir görevli vitrindeki ekmeği alıp poşete koyuyor. Bu durumda parasını ödeyip çıkıyoruz, içimizde bir ukde kalarak. Çünkü ekmeğe dokunamadık… Fırın, iyi ki engel koymuş. Yoksa o ekmeklerin hepsine yapacağımızı bilirdik biz.

Ne olur, gelin bu konuda bari bencilliği bırakalım. Ekmeği elimizle değil, gözümüzle seçelim. Gözüm görmez diyorsa eğer biri, gözlük masrafı benden. Yok, ben idrak yoksunuyum diyorsa. İşte o; ne alınır, ne de satılır. Kaderimiz çekeceğiz artık.  Ya da ekmek yemeği bırakacağız. 15/03/2016








22 Mart 2016 Salı

Suçların alenileşmesinde basın


Eskiden gazetelerin üçüncü sayfaları vardı. Bu sayfalar gasp, hırsızlık, tecavüz,  kan davaları vb konulara ayrılmıştı. Şimdilerde nedense bu tür haberler manşet ve sürmanşetlere taşındı. Hatta görsel medyanın flaş haberleri arasında yer bulabilmektedir.

Haber dinlerken, gazete haberleri okurken ya da bir habere yapılmış yorumu okurken  insanın içi kararıyor. İsterseniz görsel ve yazılı basından bazı örnekler vererek biraz da içinizi ben karartayım:
Karaman’da bir öğretmen, öğrencilere cinsel istismardan tutuklandı” (Haberde okulun adı, öğretmenin adı, tecavüze uğrayan öğrencilerin sayısı, nerede kaldıkları, kaçının rapor aldıkları yazılı.) 

Konya Ereğli’deki taciz skandalı meclis gündemine taşındı.” (Milli Eğitim Bakanının cevaplandırması amacıyla soru önergesi veriliyor. Okulun adı, öğretmen adı, öğrenci adı zikrediliyor)

Bu iki olay normal seyri içerisinde savcılığa intikal etmiş. Bu nahoş olaylara zaten savcılık el koymuş. Olayın meclis gündemine taşınmasıyla ne amaç elde edilecektir. Anlamakta zorlanıyorum. Basın bu tür haberleri vererek okulu, okulun tüm öğrencilerini töhmet altında bıraktığını niçin düşünmez acaba? Bu tür haberlerin vukuu beterdir. Şuyuu ise vukuundan daha beterdir. İnsanlar bu okullarda okuyan öğrencilere acaba diye şüphe ile bakacaktır. Suçların ifşası bir müddet sonra olayları sıradan hale getirebilir. Basının amacı gerçekten üzüm yemekse sanıkların en ağır cezaları almaları için adliye boyutunda takipçi olmalıdırlar.

G.Ü. 4.sınıf İngilizce öğretmenliği öğrencisi Feyza Acısu, dün yaşanan  patlamada hayatını kaybetti." (Ölen öğrenci bir başörtülü)  Bu habere yapılan yorum: “Hiç yoksa bunun öğretmen olup bağnaz bir nesil yetiştirme olasılığının ortadan kalkmış olması ufak bir tesellidir. Kimse kusura bakmasın, kafasındaki o çaputla herhalde astronot yetiştirmeyecekti. Türkiye’de 3 tane ana kesim var, Yobazlar, kürtler ve Atatürkçüler. Artık kardeşlik zamanı diye kendimizi kandırmayalım. Zayıflık göstermek sonumuz olur. Bu yüzden can düşmanımız olan yobazlardan birisinin ölmüş olmasına üzülemem. Kusura bakmayın. Yarın bunun yetiştirdiği nesil de  ışidin canlı bombası olacaktı." (Yazım ve imla hataları yorumcuya aittir.) Bu yorumcunun ruh halinde sıkıntı var. Bunun üzerinde durmayacağım. Habere böylesi yorumu yapanın yorumunu yayımlayan  editöre ne demeli. Yazık gerçekten yazık!

Terör  örgütü yetkilisi  bir demeç veriyor. Bizim gazete ve TV'lerimiz noktasına virgülüne yayımlıyor. Zaten adamın istediği de budur: Örgütün propagandasını yapmak. Böylece amacına ulaşmış oluyor örgüt.

Gün geçmiyor ki basında öğrencisinden dayak yiyen öğretmen, öğrencisine dayak atan öğretmen, doktoru döven hasta ya da hasta yakınları, öğrencisine taciz uygulayan eğitimci adı altında haberler kabak tadı verdi artık. İnsanımızın belleğine yerleşiyor böylesi haberler.


Basın haberi yayına hazırlarken yoğurdu üfleyerek yapmalıdır. Kamu yararı/zararı  olup olmadığına dikkat etmelidir. Her şeyden önce haberin aslı var mı yok mu demeden hemen yayına/basıma  girmemelidir. Bir camiayı töhmet altında bırakacak yayınlar yapmamalıdır. Her şeyden önce çocuklarımızı etkileyecek haberlerde daha titiz olmalıdırlar. 22/03/2016

İmtihanın imtihanı

19 Mart 2016 günü Açık Lise sınavında görev aldım. Görev yerine gelirken içimi sebebini bilmediğim bir sıkıntı bastı.

Gerekli açıklamalar yapıldı. Kur'alar çekilmeye başlandı. Hiç heyecan yoktu bende. Çünkü en düşük ücreti yedek gözetmen alacaktı. Zaten malum olduğu üzere bana o çıkacaktı. Hayret ki ne hayret sınav ücreti daha iyi olan salon başkanlığı çıkmıştı bana. Kendi kendime artık bahtsızlığı yendim. Bundan sonra şansım yaver gidecek diye düşünmeye başladım. Sınav evrakını alarak görevli olduğum salonuma geçtim. Ama nedense içim daralıyor. Başıma ince bir ağrı bile girmişti. Sınava girecek adaylar tek tük gelmeye başladı. Yaşı yaşıma yakın biri girdi. Elinde hiç evrak da yok. Sanırım milli eğitimden gelen denetmen olsa gerek dedim. Bana yaklaştı. Sonra ilk  sıraya oturdu. Öğrenci olduğu anlaşıldı. Adetim değildir ama sordum kendisine: "Beşikten mezara ilim öğreniniz" hadisini mi ölçü aldın dedim. "Öyle" dedi. Yaşını sordum. "67 doğumlu olduğunu söyledi. Sonra sınav başladı.

Kendi kendime sınavdan en son kim çıkar diye sordum. Merak bu ya. Adaylara göz gezdirirken gözüm en önde oturan yaşıtım adayda kaldı. Evet bu dedim. En son bu çıkar. Adama biraz alıcı gözüyle baktım. Ben bu adamı tanıyorum ama nereden düşüncesi aldı beni. İnsan yeter ki problem istesin hemen bulur. Ben de buldum. Adamı nereden tanıdığıma kafa yordum. 10 dakika düşündükten sonra ben bu adamı tanıyorum dedim.

Açık Lise sınavları

Bu adama sıra gelmeden bu sınavlar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum: Açık lise sınavları hafta sonu yapılır. Bir oturumda en fazla 8 ders bulunur. Her dersten 20 soru olur. Sınavlar test usulü olur. Oturumlarda sınav süresi 180 dakika. Yani 3 saat. Tek dersten sınava giren de 3 saat bekleyebilir. 8 dersten giren de 3 saatin dolmasını bekleyebilir. Sınavlarda tek öğrenci kalamaz. Mutlaka yanında biri daha bekletilir. Açık lise sınavlarında ilk 20 dakika gecikenler alınır. İçeriden ilk 30 dakikada kimse çıkarılmaz. 20 kişilik salonlarda genelde öğrencilerin üç ya da dörtte biri sınava gelmez. Geriye kalanların en az yarısı ilk yarım saatin dolmasını bekler. Vakit gelir gelmez evrakını veren çıkar. Cevap kağıtlarına bir göz gezdirdiğinizde seçeneklerde her türlü deseni görebilirsiniz. Geriye kalan az sayıdaki öğrenci ise genelde bir saat içerisinde sınavını bitirir. Bu sınavlarda salonlarda görev yapanlar biran evvel sınavın bitmesini bekler. Erken bitirenin mutluluğuna derman yetmez.

Kimdi bu adam?

2011 yılında  Vali Necati Çetinkaya İlköğretim okulunda hem sabah oturumunda, hem de öğle oturumunda salon görevlisi idim. Bir saat öncesinde sınav yerinde hazır bulundum. İlk oturumda bugünkü gördüğüm aday dikkatimi çekti.  Sınav ortasında  herkes sınavını yaparken bu adayın beklediğini gördüm. Sınavın ortasında sağına soluna bakıyor, ellerini birbirine bağlamış bir şekilde bekliyor. Rahatsız mısın dedim. dinleniyorum dedi. Lavaboya çıkabilirsin dedim hayır dedi. Seçenekleri hiç işaretmememişsin dedim. Sonunda yapacağım dedi. Sınavın bitmesine 1 saatten fazla bir zaman var iken tüm salon boşaldı. Sadece dikkatimi çeken o aday ve başka bir bayan kaldı. Bayan bitirip çıkmak istedi. Biz görevliler daha ağzımızı açmadan bizim ki: "Sen beni bekleyeceksin" dedi kıza. Anladığım kadarıyla bizim beyefendi tecrübeliydi bu tip sınavlarda. Çünkü sınavda en az iki aday kalmak zorunda. Bitiren diğerini bekleyecekti. 9.30'da başlayan sınav 12.30' a kadar sürdü. Tabii binada benden başka kimse de kalmadı. Saat 12.30 oldu. Hele şükür dedim. Evrakı alıp teslim ettik.
*** 
Aynı okulda öğleden sonraki 2. oturumda yine görevliyim. Kur'alar çekildi. Salonum değişti. Yeni salonuma giderken sevincime diyecek yoktu. Çünkü o adaydan kurtulmuştum. Son gülen iyi güler derler ya. Salona girer girmez benim sabahki adayım yine benim salonda. Güler misin? Ağlar mısın? Son 1.5 saat kala benim salon ve tüm okul boşaldı. Okul bina sorumlularının biri geliyor biri gidiyor haydin hocam diye. Salonda beklemek zorunda kalan yine bir kızımız: Abim beni bekliyor dediyse de bizim aday rahat tavırlarıyla sınav olmaya devam etti. Ara sıra da abin kızar mı, sinirli biri mi diye soru sordu. Ardından güldü. Sonunda 3 polis, 3 bina sorumlusu, okulun hizmetlileri, ve biz iki salon görevlisi bizim adayı bekledik. 17.00'dan önce de çıkmadı anlayacağınız.
*** 
İşte 5 yıl öncesinde iki defa salonumda sınava girerek bana sabretmeyi öğreten bu ihtiyar delikanlı yine karşımdaydı.  Maşaallah 5 yıldır açık liseyi de bitirmemiş. Azim, gayret her şey tam. Kendi kendime salondan kim çıkar sorusunu abes bir soru olarak gördüm. Yanımdaki gözetmenime de "Hocam işte en son sınavdan çıkacak aday" dedim. Bekledik. O bekledi, biz bekledik. Tabii yanındaki bekleyen kızımız da. Okuduğu her satırın önce altını çiziyor, sonra siliyor, daha sonra okuduğu sayfayı yukarıdan katlıyordu. Kodlamayı yine yapmıyordu malum olduğu üzere. Tabii hikmetinden sual olmaz. 

O da ne? Sınavdan bir saat önce hızlı hızlı kodlamaya başladı ve bir saat öncesinden evrakını teslim etti. Erken vermeye verdi de 20 salondan yine biz en sona kaldık. Bir sınav daha böylece bitti. Benim başımın ağrısının sebebi de anlaşıldı. Sınavı adam mı oldu ben mi oldum anlayamadım. Bu da benim için  imtihan imtihanı oldu. 22/03/2016


Usulsüz vusul olmaz

Bir meslek grubunun içerisinde çocuklarımızı dinden soğutan bir kesim var. Çoğunun iyi niyetli olduğunu biliyorum. Her şeyden önce bu iyi niyetle yapılan tasarruflarımızın öz eleştiri sadedinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Hepimizin bilmesi gerekir ki bu nesil bizim yetiştiğimiz nesil değil. Sıkıntı çekmeden yetişen, sorumluluk verilmemiş, her şeyi sorgulayan, her şeye karşı çıkan, her şeye bir bahane bulan bir gençlik.  Ben ve benim nesil neyin ne olduğunu sorgulayamadan; dayak, hakaret ve şiddetle büyümüş bir nesiliz. Böyle büyüyen  bizlerin bu günkü nesli kendi yetiştirilme tarzımız gibi yetiştirmeye kalkmamız telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.

Sahanın içinde olmayanlar, sahanın içinde olup da "Kırılan kol yen içerisinde kalsın" düşüncesiyle camia ve meslektaşlarına toz kondurmayanların yanlış anlayacağını bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıyı kaleme alan biri olarak bu konuda çok masum olduğumu iddia etmiyorum. Haklı ya da haksız maalesef yetişme tarzımın bir yansıması olarak zaman zaman bu günkü karşı çıktığım ve eleştirdiğim konularda bilerek ya da bilmeyerek hata ve yanlışlar içerisine girdiğimi anti parantez söylemek isterim. Bir kaç lokal örnekle konuyu irdelemeye çalışacağım: Bugün sanal alemde eski mezun bir öğrencimin bir paylaşımı dikkatimi çekti: "4.sınıf çocuğunun bir dersten muaf tutulması için idareye dilekçe verdiğini, çocuğunun dinden soğumaması için böyle bir tasarrufta bulunduğunu" belirtiyordu paylaşımında... Yine bir gün çocuğunu dövdüğü bir velisiyle mahkemelik olan bir meslektaşımı dinledim: " Çocuk mahkemede şikayetçi olmadığı halde babası şikayetçi oldu. Çıkışta bana, ' Geçmişte senin branşında bir hoca beni okuldan soğuttu. Senin de benim çocuğumu dinden soğutmana izin vermeyeceğini, hatta mesleğinden atılman için elinden geleni göstereceğini' söyledi dedi." Yine ezberini yapmadığı ya da yapamadığı için dayak yiyen, notu düşük ya da zayıf düşen öğrenci ve velilerin serzenişlerini duyarsınız zaman zaman. Örnekleri çoğaltabiliriz.

Zayıf not veren, ezber ya da dersinden dolayı dayak atan kişilerin iyi niyetinden şüphem yok. Fakat görüldüğü gibi iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyor. Bir kısım hocalarımız bize yaptılar, öğrenci böyle yetişir diye biz de onların metodunu uygulamamalıyız. Artık çocuklara yeni şeyler söylemek lazım. Her şeyden önce öğrencinin psikolojisini iyi okumak ve bilmek zorundayız. Dayak atmak suretiyle ancak dine soğuk, dine düşman bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklardaki öz güveni yok etmiş oluruz. Elimizden gelen çabayı gösterelim ama nefret ettirmeden yapalım. Çocuk, öğrenmemede direniyor mu bırak öğrenmesin. İhtiyaç hisseden zamanında yapmadıklarını yeri geldiği zaman çarçabuk öğrenir. Yeter ki bu dinin özünde sevgi olduğunu bilerek sevgiyle yaklaşalım yeni genç dimağlara. Bilinç altlarına düşmanlık tohumu ekmeyelim. Her çocuğun bir kabiliyeti var, yeter ki biz o kabiliyeti ortaya çıkarmaya çalışalım. İçimizde sayıları az olmayan meslektaşlarımızın metodunu uygulayalım. Hiç unutmam fakültede bir arkadaşım vardı. Aile ve içinde bulunduğu camia itibariyle İmam hatip'e ve İlahiyat'a yabancı olan biri. İlahiyat Fakültesinde iken Cuma kıldırırken bile Cuma namazını düzgün kıldıramayan biri. Bir konuşma esnasında yabancısı olduğu bu yere nasıl geldiğini anlattı: "Dersine giren bir öğretmenden çok hoşlanır. Lisede iken söz verir, ben bu adamın okuduğu okulda okuyacağım diye. Çok sevdiği öğretmeninin İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenince İlahiyat okumaya karar verir. Halen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

Amacımız insan kazanmak olmalı. Dersine girdiğimiz tüm öğrencinin meramımızı bilmesini sağlamalıyız önce. Yaptığımız işin doğruluğuna ikna edemediğimiz müddetçe biz başarılı olamayız. Vurduğumuz yerlerde gül yerine kin, intikam duyguları bitiyor haberimiz olsun.

Usulsüz vusul olmaz. İlk önce usul ve metodumuzu değiştirelim.  22/03/2016


21 Mart 2016 Pazartesi

Az mı azar işittim bu Türk filmleri yüzünden

80’li yıllarda tek kanallı TV, akşam 18.00’den itibaren İstiklal Marşı ile açılırdı.  Benim için diğer yayınlar pek bir şey ifade etmezdi. Önceleri Salı günleri çıkardı Türk filmi. Tüm mahalleli bir komşumuzda olan TV'nin karşısında toplanır. Dört gözle filmin başlamasını beklerdik. Hele 20.00'da başlayan ana haber bülteni bitmek bilmez. Reklamın ardı arkası kesilmezdi. Sonraları Türk filmini Cumartesi gününe aldılar. Geç vakitte başlardı. 

Kaldığım yurtta sadece Cumartesi akşamları ileri saatte 23.00, geri saatte ise 22.00' a kadardı izin verilirdi. Akşamında Beş Yol Kıraathanesinde en önde yerimizi kapardık. Varınca bir çay gelirdi hemen. Bir de filmin tam ortasında toptan çay servisi yapılırdı. İkinci çayı içmeden kalksak kendimizi bahtiyar sayardık. Çünkü zaten bir içimlik çay paramız olurdu.  Ama bizim Hasan çay servisini kaçırmazdı hiç. Filmin tam ortasında ya da sonlarına doğru tam heyecanlı yerinde bizim izin biterdi. Çay ocağındaki tüm yurttan öğrenciler birbirine bakardı. Biri kalktı mı hepimiz kalkar. Kalkan olmazsa korku içerisinde filme bakmaya devam ederdik. Bir taraftan da  film bittikten sonra nöbetçi öğretmen bize ne diyecek, dayak mı atacak, acaba yurda almamazlık yapar mı, bizi yok yazar da yurt müdürüyle mi karşı karşıya geliriz düşüncesi filmin içine ederdi ama yine de bakmaya devam ederdik. Anca beraber kanca beraber. Başa gelen çekilir. Ben yersem nasılsa onlar da yiyecek derdik. Film biter, yurda varınca diğer günlerde erkenden yatan nöbetçi öğretmeni bizi elindeki sopasıyla  bekler görürdük. En hafifi dövmekten beter edecek şekilde azar işitmemiz olurdu. Ama yine de dayaktan iyi gelirdi bize. Sonunda zafer kazanmış bir komutan edasıyla yatağımıza giderdik. Çünkü haftada bir çıkan Türk filmine bakmıştık. Yarım bıraksaydık, ya da hiç bakamasaydık kendimizde bir eksiklik hissederdik. Yatınca da yatakta uyuyuncaya kadar filmin analizini yapar, uykuya öyle dalardık.

Türk filminin tadı damağımızda kalırdı. İki haftada bir değişen Türk filmine gitmek için  rehberlik ve eğitsel kol derslerini kırar çarşamba günleri öğleden sonra Saray Sinemasına giderdik. Ya da 8-0 yenildiğimiz gündüz oynanan milli maçları izlemek için kahvehanedeki yerimizi alırdık. Sinemaya girerken bir korku. Çıktıktan sonra bir korku alırdı bizi. Çünkü öğleden sonra derse girmemiştik. Perşembe sabahı müdür yardımcım başkan nezaretinde bizi odasında bekliyor olacaktı. Bazen de hızını alamaz ilk derse başlamadan sınıfın kapısında alırdı soluğu. Başlardı ahiret sorularını sormaya. Biz başımızı öne eğer sorgunun bitmesini beklerdik. Mutlaka velimiz gelmeliydi. Başka türlü derse alınmayacaktık. Bugünlerde adam öldüren, terör eylemi yapan bu kadar sorguya çekilmezdi. Ama biz saatlerce ayakta sıra sıra bekler. Her bir söz, her bir azar beynimize peyderpey yerleştirilirdi. Hele bir defasında bir arkadaşımız ile birlikte  milli maç ertesi hazır kıta yardımcının huzurundaydık yine. Ceketinin yakasına bir rozet takmıştı. Yardımcının o dikkatini çekti. "Nedir bu" dedi. "Türk Hava Yollarının rozeti" deyince. "Hava yollarının rozetini takmana ne gerek var. senin havan yeter sana" diyerek başladı  uzun süre devam etti taciz. Tabii biz kafamızı kaldırmadan nasıl hava yapacaksak. Ancak başımız öne eğik bir şekilde, suçluluk psikolojisi içerisinde sadece hocamızı tasdikleyebiliyorduk: "Evet hocam, öyle hocam" şeklinde. Hele bir de  8-0 yenildiğimiz maçlardan sonra "Yendiniz mi bari" demesi yok mu?" Bizi kahrederdi gerçekten.

Nereden aklıma geldi bu Türk filmleri ve maç seyretmeleri? Zaman zaman belli gün ve haftalara göz gezdiririm.  Alın size bir gün daha. “Türk Dünyası Filmleri Günü” olarak  belirlenen 19 Mart’ı görünce  hafifçe gülümsedim.  Dağarcığımı yokladım. Eski Türk filmleri gözümün önünden geçip gitti.  Çocukluk aşkımdı ne de olsa.

Şimdilerde günün her saatinde istediğin filmi ve Türk filmini bulabilirsin. Hem de renkli renkli seyredebilirsin. Bizimkisi siyah beyazdı. Ama bugünkülerden daha kıymetliydi ve değerliydi bilesiniz. En azından TV bağımlısı değildik. Çünkü yayınlar bizi izlemeyin derdi. Sadece Türk filmine bakardık. Akşamında açılan TV, gecenin bir vaktinde yine Marşımızla kapatılırdı.

Siyah beyazın nesine özlem duyacaksın mübarek diyebilirsiniz? Sayısız kanalda insanları her akşam bağımlılık yapan dizilerimiz yoktu bir kere. Film bitince işimize gücümüze yönelirdik. Ayrıca büyüyüp sorumluluk arttıkça insan geçmişe özlem duyar ve anılarıyla yaşarmış. Belki de benimki o cinsten.

Bir başka yazımızda da  seneye -19 Mart'ta- olur belki. O zaman da Türk filmlerinin içeriği hakkında bahsederiz. Kim bilir? Nasip. 21/03/2016