29 Şubat 2016 Pazartesi

Bugün sayfamda bir misafirim var*


            27/02/2016 günü gazetemizde yayınlanan yazımda bahsettiğim gibi bugün sizleri, katsayı mağduru bir öğrencimin  yazısıyla baş başa bırakıyorum:

“Zulüm herkese, katsayı  ise İmam Hatiplereydi…
 Kâhta’nın Kilise köyünde dünyaya gelmişim. Babam bütün çocuklarını okutma gayretinde olan biriydi. İlkokulun ilk iki yılını köyümüze yarım saat mesafedeki komşu köydeki okulda, üç yılını da köyümüze yapılan okulda tamamladım…

Lisede üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladım. Hiçbir ön duyuru ve bilgilendirilme yapılmadan lise son sınıfta 28 Şubat’ın, İHL öğrencileriyle ilgili kararları  uygulanmaya başlandı. Bizler lise son sınıfa geçmenin heyecanı içinde iken bu kararlarla birlikte ne yapacağımızı bilemez olduk. Hiçbir konuda net bilgi alamıyorduk. Okul idarecilerimiz de bize gerekli yol göstericiliği maalesef yapamadılar. Bazı arkadaşlarımız okuldan kaydını sildirip açık liseye geçti ve katsayı zulmünden kurtulmuş oldular. Bizler ise imam hatipli kimliğimizi bırakmak istemiyorduk. Aldığımız eğitime ve kendimize güveniyor, bizlerden kesilecek puanları telafi edebileceğimizi düşünüyorduk. Sınav sonunda ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğümüzü acı bir şekilde gördük. Okulun medarı iftiharları olan, aldıkları puanlarla çok güzel yerlere gelebileceklerini gösteren bütün arkadaşlar, sınav sonunda büyük bir haksızlıkla karşılaştı ve hiçbiri hak ettiği üniversiteye gidemedi. Bütün soruları yapan arkadaşlarımız bile ancak bir öğretmenlik veya Fen-Edebiyat bölümüne girebildi.

Bu kadar zor ve sancılı geçen ilk yılda üniversitelerin herhangi bir bölümüne yerleşememiştim. Benim için bütün fedakârlığı göstermiş olan aileme bunu nasıl anlatacaktım… Köye dönerken nasıl bir ruh haleti içinde olduğumu çok iyi hatırlıyorum.  Ailem beni bütün sıcaklığı ile karşıladı …”Evladım İmam Hatipli isen istediğin kadar puan al sana hak vermezler” demişti annem… Ailemin niyeti onların yanında kalıp onlarla yaşamamdı. Kendilerince haklıydılar da. Bu düşünce benim için tam bir kâbustu. Çünkü ben ne olursa olsun okumaya devam etmek istiyordum. Bunun için tekrar dershaneye gitmem ve bir yurt ayarlamam gerekiyordu. Geçimini mevsimlik işlere giderek kazanan ailem için bu masrafları karşılamak hiç de kolay değildi. Zor da olsa üniversite sınavına tekrar hazırlanmaya başladım. Büyük bir zulüm olan katsayıyı geçmek için sınavdaki bütün soruları yapmak gerekiyordu. Güzel bir hazırlık sürecinin sonunda sınava girmeye hazır hale gelmiştim. Girdiğim sınavın hayatımın en önemli sınavı olduğu bilinci beni müthiş strese sokmuştu. Çok şükür hedeflediğim puanı alabilmiştim. Yaşadığım stresi hala hatırlıyorum.

Bu katsayının bize yaşattığı dünyevi bir zorluktu. Şüphesiz bu da çok zordu ama katsayının bizde yarattığı en büyük tahribat manevi olandı… Bu o kadar zor bir dönemdi ki Rabbim kimseye yaşatmasın… Bütün bu zorlukların sebebi olarak imam hatipli olmayı görüyorduk. Sanırım dönemin iktidarının… İHL’li  gençlere vermek istedikleri mesaj da buydu. Bu günden bakılınca çok net görüyor ama üniversite sınavına girip istediği puanı katsayı engelinden dolayı alamamış olan bizler için bunu o zamanlar anlamak o kadar kolay değildi.

İki yılı bulan bu sınav süreci o kadar yıpratmıştı ki, bu; üniversite hayatımı da menfi etkilemişti. Nihayetinde bu sorgulama sürecini imam hatipten aldığım eğitimim yardımıyla aşabildim. Neden böyle bir süreçle muhatap kılındığımızı çok şükür anlamış oldum. Elhamdülillah bu zorlu süreci geçebildik ama bunu yapabilmek için erken …yaşta “Taşın, sert ateşin yakıcı ” olduğunu bizzat öğrenmiş olduk.

…Kendi hayatım üzerinden anlattığım bu sürecin…daha çetinini o dönemdeki bütün arkadaşlarım yaşadı... Anlatmaya çalıştığım; 28 Şubat sürecinde yapılanların Anadolu’nun inançlı insanlarını her alandan silme projesi olduğunu gösterme gayretidir…


Rabbim gelecek nesillere böyle zulümler yaşatmasın. Yolumuzu aydınlatan hak erlerine selam olsun.” (Yasin KUŞÇİ Kâhta İHL 1998-1999 Yılı Mezunu)

02/03/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

27 Şubat 2016 Cumartesi

İlklerin adamıydı

Ömrünü mücadeleye adamış bir dava adamıydı. Ülkesine ve İslam dünyasına hizmetten geri kalmadı. Bilim adamı ve siyasetçi. Dini, ilahiyatçılardan daha iyi bilen biri idi.

Gözlerinin fıldır fıldır etmesi zekasındandı. Bilim adamı ve yüksek mühendis olarak hayatını devam ettirseydi bir eli yağda, diğeri balda olacak, paraya para demeyecek, sıkıntı çekmeyecekti. Leopard tanklarına imzasını attığı gibi yeni icatlara da mührünü basardı.

Memlekete hizmetten başka bir düşüncesi olmadığından rahatı değil zoru seçti. Memleketin gelişmesi için ağır sanayiye ihtiyacı vardı. Önce Gümüş motoru kurdu ve üretimini gerçekleştirdi. Yeterli desteği görmeyince TOBB genel sekreteri, ardından başkanı oldu. Baktı ki; üretim, sanayi siyasetsiz olmuyor.

Bağımsız olarak siyasete adım attı. Tamı tamına 5 parti kurdu. Her kurduğu parti irticanın odağı olarak görüldü. Laikliğe aykırı görülerek kapatıldı. Çoğu zaman siyasi yasaklı hale geldi. Hapiste yattı. Pes etmedi. Yılmadı. Onlar kapattı. Bu yeniden açtı.

Önceleri küçük bir parti iken rakipleri güldü geçti, dalga geçti. Ciddiye almadı. Ne zamanki büyümeye başladı, tehlike olarak görüldü. Tek kişiyle başlattığı siyaset mücadelesinde koalisyon ortağı oldu çoğu zaman. Ağır sanayi hamlesini başlattı. Her bir yere fabrika temelleri attı.  Bize hayal gelen icraatlarını yapmak için didindi durdu.

Rakiplerinin saldırma, yıldırma ve hakaretlerine karşı beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. En kötü sözü: “Sizi gidi taklitçiler sizi” idi. Bütün hayat mücadelesini “Biz ve onlar” bandına oturttu. Kendi kesimine kızmışsa “Sakallı Hüsnü” dedi.

Kapatılan, baraj altında kalan partisini iktidara taşımayı bildi. İktidar olur olmaz, “Denk bütçe” yaptı. “Havuz sistemini” getirdi. Rant ve faiz lobisine darbe vurdu. D8'leri kurdu. Memur, hayatında görmediği zammı gördü zamanında. Enflasyon da azmadı.  Silahlı ve silahsız kuvvetler, iktidarına savaş açtı. Hortumları kesilenler onun iktidarına bir yıl dayanabildiler. Okul arkadaşının ayak oyunu ile iktidardan uzaklaştırıldı. Partisi iktidarda iken yine kapatma davası açıldı. Partisinin kapatılmasına karar verildiğini bildiği halde Yüce Divanda saatlerce ayakta partisini savundu. “Savunan adam” olarak tarihe geçti. Partisini  kapatılmaktan kurtaramadı ve partisi aynı zamanda parçalandı.

Rahle-i tedrisinden yüzlerce siyasetçi yetişti.  Talebeleri yıllardır ülkeyi yönetiyor. Kendisine yaptırmadıklarının çoğunu öğrencileri yaptı.

Önce manevi kalkınma dedi. İslam Birliği fikrinden hiç vazgeçmedi.  Bugün hayal gibi görünüyor. Dün hayal gibi görülenler yapıldı. İnşallah! İslam  birliği niçin olmasın.

O, karşıt kesim için “Takunyalı” idi. Bizim içinse ilklerin adamıydı. 85 yıllık ömrüne, küçük boyuna dünyayı sığdırdı.

Kimden mi bahsediyorum. Tabiiki hocamdan. Nur içinde yat hocam... 27/02/2016

25 Şubat 2016 Perşembe

Öteki mahalleye gönderdiklerimiz/göndereceklerimiz *

Bir zamanlar  bir fikir, bir düşünce, bir ideal uğruna bir araya gelen insanlar iyi bir sinerji meydana getirerek büyük işlere imza atarlar. Başarı geldikçe birbirlerine iyice kenetlenirler. Dostlukları düşman çatlatır cinsinden olur. Aynı mahallenin insanları olurlar artık.

Mahallenin içerisinde durdukça farklı fikir söyleme imkânın yoktur. Şayet söylemeye kalkarsan bir çırpıda tu kaka   olmaya başlar; dışlanırsın, bir kenara itilir; horlanırsın. Hain ve nankör muamelesi görmeye başlarsın. Farklı fikir söyledikçe üzerine top mermisi gibi gelen eleştiri ve saldırılara karşı savunmaya geçmek durumunda kalırsın. Bundan sonra geri kalan ömrünü kendini defansta savunma yapmakla geçirirsin. Mahallen sana vebalı gibi bakmaya başlar. “Ben de sizin gibi düşünüyorum. Aynı amaca hizmet ediyorum. Sadece şöyle olursa daha iyi olur” desen de saldırı cephesi: “Hayır, sen dediğin gibi değilsin. Sen artık bizden değilsin”  şeklinde bakmaya devam eder. İçlerinde durdukça hal ve hareketleriyle sana acıyarak bakarlar. Sinirleri bakışlarına sirayet eder. Kendi mahallende parya olursun. Garip kalırsın. Kendi muhitinde seni bir boğmadıkları kalmıştır.

Böyle bir ortamda öteki mahalle sana sahip çıkmaya, ilgi göstermeye başlar. Sana kucak açar. Kendi kendine iç muhasebesi yapmaya başlarsın. “Marifet iltifata tabidir.” Ne yapmalıyım? Kendi mahallemde yabancılaştım, dışlandım diye. İçlerinde kalarak mücadele edemeyeceğini anlayarak iltifat gördüğün mahalleye gidersin. Gider gitmez ardından “Hain” salvoları gelmeye devam eder. Artık eski mahallende adın; satılmış, hain olarak anılır.

Yeni gittiğin mahalle sana kucak açmıştır. Ama kolay kolay benimsemez; tüm ilgi, alaka ve iltifatlarına rağmen. Çünkü niyetleri seni eski mahallene karşı silahşör olarak kullanmaktır. Zira sen orada da bir yabancısın, eğretisin. Mahalle değiştirmiş olmana rağmen seni, ne eski mahallen kabul eder ne de yenisi. Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırsın artık.  Hani, Hristiyan iken Müslüman olur olmaz ölen birine annesi: ‘Oğlum, İsa’yı küstürdün, yeni dininde de Muhammed seni tanımaz’ demiş ya. Durum aynen böyle.

Bir mahalleden öbür mahalleye geçişi uzun da olsa nihayet anlatabildim. Böyle mi olmalıydı? Yıllardır birlikte baş koyduğunuz, birbirinizin ciğerini bildiğiniz kardeşinizi karşı mahalleye gönderince iyi yaptık mı sanıyoruz? Kardeşiniz sırlarıyla birlikte karşı cepheye geçmiştir. İnsanın en zayıf olduğu an ise; sırlarını verdiği, paylaştığı kişilerdir.

Aynı mahallede farklı fikirlere tahammül edilmelidir. Aykırı fikirlere tahammül gösterilirse kimse mahallesinden öteki mahalleye taşınmaz. Tahammül edilmezse tarih kardeş kavgalarıyla doludur. Sonra kardeşlerin kavgası kan davası haline döner. Kolay kolay da bitmez. Birbirlerini bitirmek için uğraşırlar. Böyle mücadele ederken her iki kardeş de biter ama kolay kolay farkına varamazlar.

Peygamber, kuyusunu kazmaya çalışan münafıkların lideri Abdullah bin Ubeyy bin Selül’e bile tahammül göstermiştir. Mekke’nin fethedileceği haberini ulaştırmaya çalışan  Hatıb bin Ebî Beltea’yı affetmiştir. Herkesi kazanmaya çalışmıştır. Mekke’nin Fethi esnasında “Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa  emniyettedir…” diyerek hem kan akıtmanın önüne geçmeyi, hem de yıllardır kendisine rakip olan bir komutanı kazanmayı murat etmişti.

Farklılıklarımızı rahmete dönüştürmek lazım, zahmete değil. Hele böylesi zor durumlarda milletçe kenetlenmemiz gerek.  25/02/2016


* 03/01/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Yol kenarlarında yöresinin mahsulünü satanları nasıl bilirsiniz?**


Zaman zaman başka il ve ilçelere yolunuz düşmüştür. Kimini transit geçmiş,  kiminde de soluklanmışsınızdır. Şehrin girişinde ya da çıkışında yol kenarlarında o yöreye özgü ürünlerin satışının yapıldığı dikkatinizi çekmiştir.

Albenisi bazen durdurur alışveriş yaptırır. Çünkü: Doğaldır, tazedir, yöreye özgüdür. Aynı zamanda memleketine götüreceğin en güzel hediyedir.  Fiyatının makul olması da muhtemeldir. Çünkü her şey yerinde ucuzdur. Nakliye binmez. Bu duygu ve düşünceler içerisinde alışverişini yapar, yoluna devam edersin. Bazen de içimizde bir ukde kalır,  almadan geçer gideriz. Belki de zamanımız yoktur.

Sonunda alış veriş yapmadan geçip giden “Keşke durup alışveriş yapsaydım” diye bir pişman, alavere yapan ise bin pişman olur. Çünkü yörenin en ıskarta, en bayat, en kötü malının tezgaha konduğu ve kendi memleketindeki fiyatından daha fazlaya satın alındığı menziline vardıktan sonra ortaya çıkınca “Keşke almasaydım” pişmanlığı baş gösterir. Eve kadar getirip hamallığını yapmak da cabası. Yol kenarlarında satışı yapılan ürünler hep böyledir demiyorum. Tüm satış yapanlar kötü mal satıyor iddiasında hiç değilim.  Nasıl ki pazarcı esnafının hepsinin kötü mal satmadığı gibi. İstisnalar kaideyi bozmaz ama maalesef genel itibariyle durumumuz/görüntümüz/imajımız budur.

Örnek isteriz, örnek mi diyorsunuz. Bu sefer örnek anlatmayacağım. Zira, yine kandırılmışsın diyeceksiniz. Ben malumu ilan ettim. Bir çoğunuz bu zevki tatmıştır zaten.

Giden paradan ziyade insanın zoruna giden kandırılma duygusudur. Zaafından yararlanılmasıdır. Fırsatçılık yapmaktır. Kazanma hırsıdır. Değer mi üç günlük dünya için saf Anadolu insanını kandırmaya? İşin garibi bir yörede yaptığımız bu tür alışverişten sonra suçun ferdiliğinden ziyade çoğu zaman tüm bölge insanını kötüleyerek toptancılık yapıyoruz. Ne hakkımız var, tüm beldemizi kötülemeye/kötületmeye. Zaten müşteri ayağına gelmiş, pahalı da olsa alacak. Birinci sınıf mal satsan da gelip geçen hem senin hem de bölgen hakkında olumlu kanaatle ayrılsa ne olur?

Aslında bu tür yerlerde satış yapanlar gelip geçenlere bir defa vurur. Alan bir daha almaz. Temiz mal satsa da sürekli gelip geçen alışveriş yapsa ne olur? Sanırım bu tür satıcılarda; bu adam zaten buraya yeni geldi, nasılsa geçip gidecek, bir daha gelmez, ben her gün böyle 8-10 kişiyi avlasam bana yeter diye düşünüyor olmalılar. Eğer böyle düşünülüyorsa yazık gerçekten. Bu tür davranışlar ne insanlığa, ne hemşericiliğe, ne de Müslümanlığa sığar. Değer mi üç kuruş için ahiretimizi dünyaya/dünyalığa değiştirmeye?

Her bir meslek grubunun bağlı bulunduğu odası, derneği vardır. Kendi içinde denetleme  olmalıdır. Her meslek kendi içlerinde  çürükleri barındırmamalıdır. Nasıl ki meyve ve sebzedeki çürükleri sağlam olanlarına zarar vermemesi için ayıklıyorsak bu tür çürükler de ayıklanmalıdır. Sıkı ve ciddi denetimlerle her meslek temizlenmeye gitmelidir. Bu gidişle kimin kimseye maalesef güveni kalmayacaktır.


Gelin hep beraber teorideki dürüstlüğümüzü bir tarafa bırakalım. Pratikte dürüst ve güvenilir olalım. Namazımız, orucumuz kendimizin olsun. Bize bu ibadetlerin yansıması olan güveni verin zekat olarak… Çok mu şey istedik?.. 25/02/2016

04/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "Çok şey mi istedik" başlığıyla yayınlanmıştır.

24 Şubat 2016 Çarşamba

T9’un azizliği*



T9’un azizliği

20/02/2016 tarihinde gazetemizde yayınlanan “ Cinayetlerden katliamlara” isimli  yazıma göz gezdirirken  gözüm, ikinci paragraftaki  Sonuç: Masun insanların hunharca öldürülmesi, geride gözü yaşlı, öksüz ve yetim kişilerin bırakılması, yaralananların özürlü ve sakat kalması...vs.”  cümlesindeki “Masun” kelimesine ilişti.

‘Masum’ şeklinde  olması gereken kelime, ‘Masun’ diye çıkmıştı. Toplumumuzun yapısında hemen karşı tarafın suçlama vardır ya, benimkisi de o türden. Gazetemizdeki redaktörün bir yanlışını buldum dedim içimden. Ardından gönderdiğim yazının kendimdeki orijinaline baktım. Yazımı düzenleyen/düzelten redaktörün suçu yoktu. Çünkü bendeki yazıda da ‘Masun’ şeklinde yazılmıştı. Halbuki ne de hazırlamıştım kendimi: Sayın hakimim ben masumum diye. Hasılı yanlış tamamen bana aitti. Burada masum olan gazetemizin redaktörü idi. Burada ben bir defa daha T9’un azizliğine uğramıştım. Yazdıktan sonra okumuş olmama rağmen görmeyince görmüyordu göz. Düzeltmeyi  sanaldan yapınca 25. kare dedikleri bu olsa gerek dedim. Çünkü beyin, saniyede 24 kareyi algılayabiliyorken 25.sinde sos veriyordu yine.
Zaman  zaman yazılarımı yazmaya toplu taşıma araçlarında başlarım. Mesafenin uzaklığına ve konunun durumuna göre yazımı bitiririm bu ortamda çoğu zaman. Eş-dost ile  haberleşme ya da mesajlaşmayı bu esnada ve bu ortamda iken hallederim çoğu zaman.
Önceleri yazılarımı cep telefonumdaki “Super note” adı verilmiş not defterine yazdım. Not defterinin bir sayfalık kapasitesi  küçük, yazılarım da uzun olunca 8-10 sayfalık bir yazı olup çıkıyordu. Sonra her bir sayfayı kopyalayarak e-posta adresime gönderiyordum. Nihayet bir gün telefonuma Word sayfası indirdim. Şimdilerde bu sayfaya yazıyorum. Otobüsün sallamasına aldırmadan… Yazıyorum yazmasına da yazdıktan sonra T9’un azizliğine uğradığımı nice sonra anlıyorum.
T9: "Text on 9 keys"in kısaltması . Yeni cep  telefonlarında hızlı mesaj yazmayı sağlayan sistem. Herhangi bir harf için 1,2,3 ya da 4 kez basmanız gereken yere bir kez basmak suretiyle yazmak istediğiniz kelime geliyor. Yazmak istediğin kelimenin yanında o tuşlarla yazılan diğer kelimelerin listesi de geliyor. Onlardan en doğru olanı seçmek gerekiyor. T9 dedikleri bu.
Gerçekten hızlı mesaj ya da Word dosyasında yazı yazmada kullandığımız bir sistem. Çoğu zaman her harfe basıp zaman kaybetmemizin önüne geçiyor. Yazarken istediğimiz kelime çıkınca keyfimize diyecek yok.  Buraya kadar sorun yok.
Sorun, mesajı ya da bir yazıyı yazıp gönderdikten sonra ortaya çıkıyor. Yazıyı okuyunca  yazdığım kelimenin başka bir kelimeye dönüştüğünü görüyorum. Sayın: satın, ve: be, Ali:sli, ama; sma…şeklinde  olup çıkmış.
Yine bir gün grubumdaki dostlarıma  “Hayırlı Cumalar” yazıp ‘Gönder’ butonuna bastım. Sonra telefonu cebime koydum. O değilden gönderdiğim mesaja bir baktım. Mesaj: “Hayırlı atmalar” şeklindeydi. Bunu nasıl becerdim diye düşünürken gözüm tuşlara takıldı, ‘Atmalar’ kelimesinin harflerine baktım; ‘Cumalar’ kelimesine tekabül ediyordu. Ben böyle düşüne durayım. Gönderdiklerim ne yaptı, ne kadar düşündüler kim bilir? Biraz da onlar düşünsün.
Evet T9 ile yazmak güzel olmasına güzel. Ama tamamen aklımızı bu akıllı telefonun akıllı haline terk etmemek lazım. Aklımızı kiraya verince o bizim kelimeleri istediği şekle dönüştürüyor. Tıpkı, aklımızı kiraya verdiğimiz insan ve grupların bizi istediği yere sürüklediği gibi. Sonra, çık işin içerisinden çıkabilirsen?..
Teknolojinin her türlü aracından, imkanlarından faydalanalım ama dizginleri elden bırakmayalım. Ne telefona ne de başkasına; asla aklımızı kiraya vermeyelim.

Bu yazıyı da yine T9 marifetiyle yazdım. Bundan sonra da aynı sistemden faydalanmaya devam edeceğim. Yazım ve imla hatalarım olursa şimdiden affola.
*24/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Bir nesli yok ettik

Her devirde bu ülkede belli bir kesim ihya olurken diğer kesimler mağdur olmaktadır. Gücü elinde tutanların rakiplerini alt etmek ya da cezalandırmak için yürürlükteki mevzuatla oynamaları olağan hale gelmiştir bu ülkede. Yapılan mağduriyetler bazı zamanlar zulüm seviyesine çıkmıştır.

Bana bu ülkede yapılan en büyük zulüm nedir diye sorsanız katsayı adaletsizliği derim. Şimdi katsayı adaletsizliği mi kaldı. Bu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Genelde unutkan bir milletiz. Amacım geçmişi kurcalamak değil. Gözden kaçırılan bir ayrıntıya dikkat çekmektir.

 1999 yılında genelde meslek liselerini özelde İHL'yi ilgilendiren bir katsayı zulüm ve komedisi uygulamaya kondu bu ülkede. Bir buldozer geçti üzerlerinden: Günahsız, masum, gepegencecik genç dimağların. Meslek liselerini yok etme ve okuyanlarını cezalandırma zulmü 2012 yılına kadar sürdü.

Zulüm bunun neresinde? Herkes kendi alanında okumak için yapılan bir düzenleme diyebilirsiniz. Burada bilgiye, bir zihniyete savaş açıldı. Ceremesini de zamanında eşit şartlarda yarış var düşüncesiyle bu meslek liselerine kaydolan masum öğrenciler çekti. O günün gücü elinde bulunduranları: “1999-2000 yılından itibaren meslek liselerine kayıt yaptıranlar ÖSS’ye girişte alanları dışında bir tercihte bulunurlarsa sınav çarpanı 0,3 olacak” deselerdi -haksızlık olsa da- kimsenin bir diyeceği olamazdı. Çünkü o yıl o okulları tercih eden durumunu bilerek tercih etti diyebilirdik. Fakat biz ne yaptık. Aynı anda bir düzenleme yaparak mevcut öğrencileri heba ettik. Harcadık. Hayata küstürdük. İçlerine kapandılar. Birçoğu hedeflerine ulaşamadılar. İşi o kadar büyüttüler ki, başka okullara nakil gitmesine bile izin vermediler. Nakil alan müdürleri de görevlerinden uzaklaştırdılar. Sonra bu çocuklar kimdi Allah’ın aşkına. Daha 18’ine bile girmemiş, hayatın cenderesinden geçmemiş, neyin ne olduğunu bilmeyen, çalışmaktan, yarışmaktan başka suçu olmayan taze dimağlardı.

Büyük bir çoğunluğu başarılı, hedefi olan öğrencilerdi. Eşit şartlarda yarıştırılsalardı belki de bir kısmı başaramayacaktı. Başarama nedenini katsayıdan dolayı mazeretini öne süremeyecekti. Ben o zamanlar Adıyaman’da görev yapıyordum. O dönemde sınava girip emsallerinin aldığı  tıp fakültesi puanından daha yüksek puan alan öğrencileri biliyorum. Bunlardan biri de Yasin’di. Ancak  Fen Bilgisi öğretmeni olabildi. 2010 yılında Konya’da bir okulda göreve başladığımda okulun Fen öğretmeniyle tanıştım. Biraz deşeleyince 99 yılının okul birincisi ve aldığı tıp puanıyla Fen Bilgisi öğretmeni olduğunu duyunca yeniden yaram depreşti. İçim burkuldu. Bu süreçte mağdur olan daha ne Yasinler, ne  Gülhanlar vardı. Kim bilir.

2012 yılından itibaren bu mağduriyet giderildi. Peki, o dönemin öğrencilerinin hakkını kim verecek? Bugün onlara Türkiye’nin en yüksek kademedeki görevini de verseniz memnun edemezsiniz. Onlar, bu işi yapanları Allah’a havale ettiler. Sadece O’nu vekil kıldılar. Bilesiniz.

Sonuç: Bir zamanların gözde okulları bu süreçte boğuldu. 4 yıldır katsayı kalktı. Ama hala bu okullar eski görkemli günlerine dönemediler. Görünüşe göre pek de belini doğrultacağa benzemiyor.

Yazımı  Prof. Dr. Abdullah TOPCUOĞLU’nun şu cümlesiyle  bitirelim: “Bir hekim hata yaparsa hasta ölür. Eğitimde hata yapılırsa toplum ölür.” Biz toplumdan geçtik, bir nesli yok ettik maalesef.18.02.2016

21 Şubat 2016 Pazar

Arabamdaki ses


-Ustam  geçen gün kış lastiklerini değiştirdik burada. Dönüşlerde bu arabanın sağ tarafından ses geliyor. Bir bak.
-Kış lastikleri takılınca olur. Bakmaya gerek yok.
-Geçen yıl da takmıştık ama ses yoktu.
-Geçen sene kar yağdıktan sonra takıldı. Şimdi daha kar yağmadı.

# Arabada sorun yok diye binmeye devam ettik sese rağmen... Kar yağdı ama ses yine eksilmedi. Hatta arttı.
***
 Sonunda tamirciye götürdüm sabahın erken saatinde. Usta halen gelmemiş.

Kalfası var. Arabanın sağından, solundan ses geliyor dedim. Arabayı şuraya çek ve çıkart” dedi. Arabayı çekip çıkarttım. Ustan gelince söyle. Yapacaklarını aha bu kağıda yazdım:
-Direksiyonda da  çekme var.
-Rot balanscıya götür. Bizlik işi  yok.
-Eyvallah.
***
Arabayı ustası halen gelmemiş, tamircinin tarif ettiği rot balanscıya bırakıp toplantıya gittim. Usta ardımdan telefonla aradı: “ Sağ üst tablası kırılmış, bilmem neresi eğilmiş, yenisi bu kadar, muadili şu kadar. Ben tamir yapmaya çalışacağım. Ayrıca balans yapılacak. En az 275-300 lirayı bulur. Tamirine başlayalım mı “ dedi. Tamirini yap dedim.

Toplantı bitimi gelip arabayı aldım.  Arabanın çalışmasını göstermek için beni yanına aldı. Şöyle bir tur attık. Bir bardak çay içip tamir  bedeli olan 275 lirayı ödedim:
- Arabayı tamirciye götürmene gerek yok. Yapılması gereken her şeyi ben yaptım.
-Araba çalışınca tak tuk ses yapıyor. Tamirciye bir göstereyim.
-Kış günü arabanın çalıştığına şükretmek lazım. Çalışırken her yerinden ses gelir. Bu normaldir.
***
Arabaya, gelen tak tak sesiyle birlikte  20 gün daha bindik. Daha doğrusu benim mahtumlar bindiler. Onların, arabadan ses geliyor sözüne kulak tıkadım. Öyle ya. Daha 3-5 yıldır binmeye başlayan benim çocuklar mı daha iyi bilir? Yoksa yılların lastikçisi, rot balans ustası, tamircisi mi bilecekti.
Yine bir gün arabadan hiç inmeyen ikizin ikincisi, babaannesini hastaneye götürme için evden çıktı. Real tarafında arabanın direksiyonu dönmez olmuş. Az sonra da araçtan çıkan bir duman, beraberinde   içinden aracın altına bir şeyler akar. Tarafıma açılan telefonla birlikte durumu tamircime bildirdim. Sonuç: Çekici marifetiyle aracın servise getirilmesine kara verildi. Araç; kayış koparmış, devir daimi dağıtmıştı.

Akşamına kadar bir uğraş sonucu aracımız  tamir edildi.
Bu kayış niye kopar? Hemen mi kopar sorusuna:
-Kayış çok önceleri kopacağım diye haber vermiş ama sizin haberiniz olmamış.
-Ne haberi?
-Arabadan tak tak sesler gelir. İşte o ses, kayışın kopacağının işaretidir. Sizin haberiniz olmamış.

Sonunda arabadan gelen tat tak sesinin;  kayışın: ‘Ben kopacağım’ sesi olduğunu içine sıkışmış 325 lira karşılığında öğrenmiş olduk.

Sizin de arabanızdan ses geliyorsa hiç merak etmeyin 325 lira karşılığında öğrenebilirsiniz.  Bu da benden size bir kopya. İyiliğimi unutmazsınız, umarım. İyilik bunun neresinde derseniz. Mübarek ben o sesin ne olduğunu öğrenmek için aylarımı verdim ve bana toplamda 600 liraya mal oldu.
***
En garibime giden de araca binmeden, bakmadan muayene etmeleri. Ha binip bir baksanız. Bu arabanın şu derdi var deseniz ne olur? Doktorlar sizi muayene etmeden şikayetinize göre ilaç yazsa ne dersiniz?
***
Ne zaman tamirciye gitsem, şuna bir bakın desem: “ Arabanın neyi var. Sen ne dersen biz oraya bakarız.” Cevabı alırım. Mubarekler! Ben 40’ından sonra araç sürmeye başladım. Ne anlarım ben neyi olduğundan. Sonunda yazlık-kışlık bakımını yapın, en azından yağını, suyunu değiştirin derim. Dediğim yerlere bakarlar. Diğer taraflar Allah kerim. Sonuç: Araç  duruncaya kadar yola devam.
***
Önce 8 yıllık zorunlu eğitim, akabinde gelen 12 yıllık eğitimle beraber maalesef sanayide çırak kalmamış. Ustalar mevcutla yetiniyorlar. Mevcut kalfalar ve ustalar bu işi bırakırsa arabalarımızı kim tamir eder. Tamirci bulursak kaça tamir eder, hiç düşündük mü?
Ha benimkisi Pazar Pazar felaket tellallığı...
  21/02/2016