17 Şubat 2016 Çarşamba

Evlilik programları*

Son yıllarda televizyonlarda evlilik programları yayınlanmaya başladı. Hem de saatlerce süren. Üstelik canlı yayınla evlerimizde arzı endam ediyorlar.

Bildiğim kadarıyla birkaç kanalda bu tür programlar izleyicinin karşısına çıkıyor. Aynı program yıllar yılı devam ettiğine göre seyirci kitlesi bakımından izlenme oranı yüksek olsa gerek.

4-5 yıl önceleri mesai bitip eve geldiğim zaman kanalları gezerken karşılaşmıştım böylesi programla. Önceleri nedir, ne değildir diye hayret, ibret ve dehşetle izlerken   baktım bağımlısı yapacak. Kendimi kurtardım. Kurtardım kurtarmasına da sanal alemde gazeteleri takip ederken  “ Bilmem ne programında x hastalığı olan gelin adayının yalanı ortaya çıktı” haberlerini okuyunca  “Evlilik programlarını” kaleme almalıyım dedim kendi kendime.

Bu tür programların yayın akışı içerisinde seyirciyi çekmek, izlenme oranını yükseltmek için yayıncı veya sunucu tarafından bazı konuşma ve hareketlerin senaryo gereği yaptırıldığı kanaati hakim bende. Günlük hayatta bu programların seyircisinin ne kadar da çok olduğunu konuşmalar arasında gözlemlemekteyim.

Nereden nereye. Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar evlenecek yaşa gelmiş çocuğumuza aday aramak için eşe dosta haber bırakırdık. Çoğu zaman haber bıraktıklarımızdan ses çıkmaz, herhangi birini tavsiye etmezlerdi. Acaba geçim olmaz da ben sorumlu olur muyum düşüncesiyle… Bazıları da eş adayı arama zamanı geçti. Artık gençler kendileri buluyor demeye başladı. Bulan buluyor. Bulamayan da soluğu TV’lerdeki evlilik programlarında alıyor.

Bu tür  programlar için ihtiyaç olan eleman sıkıntısı yok gibi görünüyor. Programı yapacak/sunacak kişi var. Programa çıkacak damat ve gelin adayı var. Programa izin veren TV sahibi var. Programa seyirci olarak katılanlarımız var. Evinin köşesinde izleyen insanımız zaten var. Yani anlayacağınız: Yok yok. Yetkili makamlardan ses seda yok. Bu tür programlara sıcak bakmayan sessiz milyonlardan zaten tık yok. Her türlü yardımlaşmada boy gösteren sivil toplum kuruluşlarından hiçbir tepki yok. Gördüğünüz gibi alan razı, veren razı. O halde sanane be Ramazan.

Doğru. Banane demem lazım. Halen yılan bana/sana  dokunmuyor. Tedavisi olmayan bu toplumsal  virüs halen ne zamana kadar devam edecek. Yarın benim oğlumun, senin kızının oralarda boy göstermeyeceğine dair bir garantimiz mi var? Toplumsal dokumuz bozuluyor. Bu gidişle aile yapımız, değerlerimiz diye bir şey kalmayacak. Zaten şimdiki gençler çok seçici. Ya evlenemiyor. Ya evlenmek istemiyor. Ya da evlenmesiyle boşanması bir oluyor. TÜİK raporlarına göre zaten evlenmelerde bir azalma, ayrılmalarda ise bir artış söz konusu. Bir toplumu bozmak/yıkmak  istiyorsan topa, tüfeğe ihtiyaç yok. Ailenin temeline dinamit koy yeter. Bu tür programlar dinamit koymaktan beterdir.

Bu konuyu dile getirmemi abartılı bulabilirsiniz. Ama ben oldum olası “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü sevmedim. Sevmeyeceğim de. Kanayan bu yaramıza parmak basılması gerekir. Etkili ve yetkili kurum, kuruluş ve kişilerimizin bu konuya acilen el atmasını istiyorum.

Kadın ve Aile Politikaları Bakanlığı, Tv’lerden sorumlu bakanlık, Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, TBMM, DİB, STK’lar, RTÜK  lütfen bu evlilik programları komedisine/rezaletine son vermek için ellerinden  geleni yapmalı. Bu evlilik programları kaldırılsın. Yok kaldırılamıyorsa nasıl ki futbol için şifreli kanallar var. Bu tür programlar şifreli hale getirilsin. İzlemek isteyen bu tür programlara abone olsun. 

Vatandaş olarak bizler de şikayet mekanizmamızı işletelim. Kamuoyu oluşturalım. Dert ediniyorsak bu meseleyi dertlenelim. “Bir kötülük görürsek elimizle, gücümüz yetmezse dilimizle, ona da gücümüz yetmezse kalbimizle buğzedelim.”

Yok, hiçbir şey yapamıyorsak en azından izlemeyelim. Neredesin ey edep! 
   
*17/02/2016 tarihinde Anadolu’da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


"Yemekte pırasa var"

-Alanya’ya seminere gitmişsin. Yolculuk nasıl geçti?
-Yolculuk meşakkatsiz olmaz biliyorsun. Menzilimize iki saat gecikmeli vardık.
-Niye?
-Cevizli’ye yaklaşırken otobüs su koyuverdi. Hararet yaptı. Yeni otobüs gelinceye  kadar bekledik.
***
-Seminer nasıldı?
-Verimli geçti.
- Alanya güzel miydi?
-Bilmiyorum.
-Ne demek bilmiyorum.
-Alanya'ya 10 km kala bir oteldeydi seminerimiz.
-Eee?
-3 gün boyunca otelden dışarı çıkmadık.
-Yani sizi gezdirmediler mi?
-Hayır.
-Ya ne yaptınız?
-Seminer için geldik. Sabahtan akşama ders yaptık. Dersin arasında namaz kıldık, yemek yedik. Çay içtik. Akşam 17.00’den sonra isteyen havuz, sauna, hamam vb. yerlerden faydalandı o kadar.
-Otelin yemekleri nasıldı?
-Güzeldi.
-Çeşidi?
-Kuş sütü yoktu.
-Doya doya yediniz mi?
-Doyduk doymasına da. Otel yetersizdi.
-Hangi açıdan?
-Gözümüzü doyuramadı.
-Göz doymaz. Açgözlü olur.  Nefsin istekleri de bitmez. Belki de nefis: “  Ya Rabbi! Ya midemi  genişlet, ya da canımı al” bile demiştir.
***
-Kaç gün kaldınız?
-3 gün.
-Dönüşünüz nasıldı? Gidişiniz gibi maceralı olmamıştır umarım.
-Belli bir süre orta kapı iyice kapanmadan yol aldık. Doğal klimamızdı yani. Sonra alışveriş molasında kapatılabildi.
-Ne aldınız?
O yörenin meşhur meyvelerinden aldık.
-Hesaplı ve organik olmalı.
-Muz aldık kilosu 3.5 liradan. Portakal aldık 1.50 liradan.
-Konya’da ne kadar bunların fiyatı?
-Hanım muzu 3 liradan, portakalı da 1.50 liradan almış.
-Alanya'nın meyveleri kaliteli olmalı.
-Kalitesini bilmem de muzun tadı aynı. Portakal ise Konya’dan  alınan daha sulu ve lezzetli. Alanya'daki portakalın suyu bile yok. Ta oradan buraya hamallığını yapmam da cabası oldu.
-Portakalın kötü olduğunu anlayamadın mı?
-Anlardım anlamasına da. Kelli-felli bir müdürü portakalı seçerken gördüm. Sordum o değilden; hocam! Çok mu kötü diye. Kötü değil, iyi cevabı aldım. Anlar mısın dedim. Anlarım dedi kendinden emin bir şekilde. Aslında portakalı elime bir aldım. Beğenmemiştim. Müdür arkadaşımızın beğenmesini görünce ‘Sen ne anlarsın Ramazan' dedim içimden. Onun tecrübe ve aklına uydum. Yenmeyen portakala verdiğim paradan ziyade Konya'ya kadar hamallığını yapmam zoruma gitti. Bir de portakaldan anladığını söyleyen yoldaşımın kendinden emin konuşması... Neyse aklını kullanmayan akılsız başın ceremesini ayaklarım ve kollarım çekti. Bir defa daha aklımı kiraya vermemin pişmanlığını duydum. Bu pişmanlık, yine güven esasına dayalı bir başka pişmanlığa kadar devam edeceğe benziyor.
***
-Dönüş yolculuğu bitmek bilmez. Zor olmuştur.
-Zor olmaya zor oldu gerçekten. Bitmek bilmedi. Bir de yolda iken “Ne zaman inersin? Sofrayı hazırlayalım” diye evimden telefon gelince; “Sanırım benim için ziyafet hazırlandı” diye kendi kendime gelin güveyi oldum.
-Eve dönünce “Kuş sütü eksik” açık büfeden sonra ev halkı seni nasıl karşıladı?
-Pırasa yemeğiyle karşılandım.
-Şaka yapıyorsun.
Hiç öyle bir halim var mı? Eve girince en küçük oğlum daha hoş geldin bile demeden: “Baba, pırasa yemeği var” diyerek müjdeyi verdi. Şaka mı dercesine eşimin yüzüne baktım: “Zeytin yağlı” dedi. Zeytin yağını bari heba etmeseydiniz dedim içimden.

Gözümü sofraya çevirdim. Her şey gerçekti. Pırasa beni bekliyordu. Böyle bir karşılama bana sürpriz oldu.
-Pırasa yemeğini sevmiyor musun?
-Yemek seçmem normalde. Hepsi bir nimet. Ama pırasayı ölmeyecek kadar yerim. Hasılı açık büfe, tam pansiyon -ne dersen de- yemeklerinden sonra akşam menüm pırasaydı. Ya yersin. Ya yersin. Ev halkı bana pırasa ikram etti. Ben de onlara susuz portakal ikram ederek birbirimize hediyelerimizi verdik. Ama ne yalan söyleyeyim, evimde yediğim zeytin yağlı pırasa bana açık büfe yemeklerden daha hoş, daha lezzetli geldi.
-Afiyet olsun.
-Bilmukabele...  17/02/2016





14 Şubat 2016 Pazar

“Ama kıymetimiz bilinmiyor …”***

“Ama kıymetimiz  bilinmiyor  …”

2013 yılında bir kurumdan diğer kuruma  naklen atandığımda  vedalaşmak için komşu bir kaç kuruma ziyarete gittim. Habersiz vardığımdan kurumun amirinin işi dolayısıyla kurum dışında olduğunu öğrendim.

Yardımcısının yanına girdik; selam verelim, hal hatır soralım, ziyaret sebebimizi izah edelim, küçük hediyemizi bırakalım düşüncesiyle.

Yardımcı, küçük odasında  hummalı bir çalışma içerisindeydi; sağlı-sollu ayakta bekleyen iki karşıt cins ‘yardımcısıyla’ beraber.

Oturduk karşısına. Hediyemizi takdim ettik. Vedalaşmaya geldik desek de, işe kendini kaptırmış yardımcı, ara sıra yüzümüze baksa da işinden kendini alamıyordu.

Sizinle yeterince ilgilenmeyecek kadar ne  iş yapıyordu derseniz; efendim bu günü sümen altının içindeki gereksiz kağıtları temizlemeye adamıştı anlaşılan: Önce sümen altını kaldırıyor. Aldığı kağıda öylesine bir göz atıyor. Sonra sağdaki ayakta bekleyene veriyor. O , kağıdı buruşturup önündeki çöp kutusuna atıyor. Sonra yardımcı, çıkardığı başka bir kağıdı da solundakine veriyor. O da, buruşturup önündeki çöp kutusuna atıyor.  Böylece devam ediyor. Kendisi koltukta oturuyor. Diğer ikisi, önlerindeki çöp kutusuna verilen kağıtları buruşturup atmak için ayakta bekliyor. Veren razı, alanlar razıydı anlaşılan. İş o kadar önemli, ciddi ve acil olmalıydı ki, ayaktakiler oturmuyor. Oturan ise; “Arkadaşlar, oturun” demiyor. Tam müdür olacak adam dedim içimden. Ama yardımcı kalmış. Müdür dediğin böyle olmalıydı: Emretmesini ve iş yaptırmasını bilen. Bir fırsatını bulup: “Hocam yoğunsunuz anlaşılan” dedim. “Hocam hiç durmuyoruz. Durmadan çalışıyoruz. Ama kıymetimiz bilinmiyor…” dedi.  Kolay gelsin diyerek ayağa kalktık. Bizim yardımcı elini lütfedip verdi. Sonra vedalaşıp ayrıldık.

Dışarıdan kurumun amirini aradım: “Hocam amma çalışkan yardımcınız var. Hem kendisi çalışıyor. Hem de iki kişiyi birden çalıştırıyor. Sırtın yere gelmez. Gözün arkada kalmaz” dedim. Telefonun öbür tarafından gülme sesiyle birlikte: “Dışı sizi, içi beni yakar” dedi.

Yolda giderken kendi kendime, bu arkadaş birkaç ay önce  Kutlu Doğum dolayısıyla kurumu adına düzenlenen bir organizasyonda uzun bir konuşma yapmış. % 99’u bayan olan salondakilere: “Birkaç ay önce gördüğüm rüyamı ilk defa burada sizinle paylaşıyorum. Ben rüyamda Abdülkerim Satuk Buğrahan’ı gördüm. Bana, ‘Beni niye unuttunuz. Niçin anmıyorsunuz’ dedi. Haydin onu analım. Hepimiz 3 İhlas bir Fatiha okuyalım” dediği aklıma geldi.

Kurumunda kıymeti bilinmeyen bu arkadaşın değeri sonunda anlaşıldı. Üniversitenin bir fakültesine yönetici olarak atandı.  Bize düşen hayırlı olsun demek. Ne diyelim!...

Şimdi kalkıp yükselmenin yolu, iki kişiye çöp attırmak deyip bu yardımcının yaptığını yapmaya kalkmayın. Bu şans her zaman her kapıyı açmayabilir tamam mı?  Ayrıca o arkadaşın bir grup bağlantısı vardı. Çöp attırmaya kalkarken bunu da düşünün olmaz mı? Benden söylemesi...

Siz yine de kalbinizi  bozmayın. Çalışkanlığından ve başarısından dolayı gitti diye bilin. 14/02/2016

16/02/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır


"Harca harca bitmez"

-Bizim burada bir çok  mesken var. Bir çok market var. Fakat  A-101  yok.
-Açılma şartı oluşmamıştır.
-Şartı ne olabilir ki?
-BİM olması lazım.
-Ne alaka Bim ile?
-Kardeş, bir yere A-101 açılması için orada mutlaka Bim marketi olması lazım. Yoksa asla açılmaz. İstediğin kadar müşteri olsun.
-Gerçek mi söylüyorsun?
-Denemesi bedava. Git dolaş nerede bir Bim var ise karşısında ya da yanında "Harca harca bitmez'i bulursun. Eğer bir yere Bim açılmış  da, A-101 açılamamışsa bil ki yer yoktur. Bir yerin boşalmasını beklerler.
-Ya bina yoksa Bim'in etrafında?
-O zaman önce bina yaptırıyorlar. Sonra alt kata A-101 açıyorlar.
-Bunun sebebi nedir? Haydi onu da söyle.
-Belki mevzuatı öyledir. Kim bilir!...
-Peki, isminin altında yazan " Harca harca bitmez" ne demektir?
-Ne bileyim ben. Sanırım harcaman bitmez. Durmadan alırsın demek olsa gerek.
14/02/2016

13 Şubat 2016 Cumartesi

Belli günlere hapsedilmiş sevgilerimiz*


Belli günlere hapsedilmiş sevgilerimiz

Üşenmedim, ‘Belirli gün ve haftalara’ baktım. Ne kadar da günümüz varmış gerçekten. Neredeyse 365 günümüz yetmeyecek. Sevgiler, saygılar, anmalar, hatırlanmalar nedense belli günlere hapsedilmiş.

Bazı gün ve haftalar vardır; mesajla, basın toplantısıyla geçiştirilir, bazıları formalite icabı etkinliklerle yerine getirilir. Bazılarının gelip gitmesinden kimsenin haberi olmaz. Bir sivil toplum örgütünde görev yapan biri: “Dünya Posta Gününü kutlamak için  PTT müdürünü ziyarete gittim. Gününüz kutlu olsun diye çiçeği takdim ettim. Müdür, ‘Ne günü?’ diye şaşırdı. ‘Efendim, bu gün 9 Ekim sizin gününüz’ deyince şaşırdı. Adamlar günlerini bile bilmiyorlar” şeklinde bir anısını anlatmıştı.

 Bazı günler ise tamamen tüketime dönük günler. Özellikle tüketime dönük olan günlerin günler öncesinden gündemimize gelmesi hemen hemen her kesimde beklenir hale geldi. Ayrıca alınan hediyelerde abartıya gidildiğini gözlemlemekteyim. Ömrümüz gün kutlamakla geçecek bu gidişle. Bir bakıyorsun günlere karşı olanlar da kendilerini bu badirenin içinde bulabiliyor. Çünkü sen karşı olsan da karşı taraf beklenti içerisine girebiliyor. Amaca ve öze dönük hiçbir günün kutlanmasına, anılmasına taraftar değilim.

İşin garibi tükettikçe tükendiğimizin farkında değiliz. Bir yarıştır gidiyor bakalım nerede duracak. Hediye almak-vermek güzel bir şey. Aradaki buzların erimesine sebebiyet verdiği gibi sevgiyi de ön plana çıkarabilir. Sevginin, hatırlanmanın bir güne indirgenmesi son zamanlarda moda oldu. Herkese gününde hediye almakla işin içinden sıyrılabileceğimizi düşünüyoruz artık. Halbuki “Sevmek; hediye almak/ vermek değil, emek vermektir” der  Fatma BARBAROSOĞLU bir yazısında.  Sevgiyi bir güne indirgemekten ziyade bir yıla, bir ömre yayabilmektir asıl olan. Hediyeleşme güzel, eyvallah. Buna kimsenin bir diyeceği olmaz. En güzel hediye emek vermektir aslında. Sevgimizi verdiğimiz, emek sarf ettiğimiz  bir şeyden ancak sonuç alabiliriz. Emek sarf edilmeyen sevgilerde çoğu zaman anmalar banal hale gelebiliyor.

Demem odur ki, her sevginin temelinde emek vardır. Emeğin, yüreğin, içtenliğin olmadığı hiç bir yerden, hiç bir ortamdan, hiç bir günden verim alınamaz. Kapımızın önündeki köpeğe bile sevgimizi versek bir ömür boyu köpek vefasını gösteriyor. Yaptığı yemeği zevkle, özenerek yapan bir anne ya da eşin yemeğinin tadı damağımızda kalır. Eşe göstereceğimiz içten sevgi bir ömre bedeldir. Öğrencimize gösterdiğimiz ilgi, alaka yıllar sonrasında saygı olarak karşımıza çıkıyor. "Tebessümü bile sadaka olarak değerlendirir Peygamber efendimiz. Belli kimselerin belli günlerinde paraya kıyabildiğimiz kadar sevgimize de kıyabilsek, paylaşabilsek, bunu sürekli hale getirebilsek; hediyelerin, hediyeleşmelerin en güzeli bence. Mutlu ve huzurlu geçimin kapısıdır. Başka da bir şeye gerek yok. Alınan pahalı hediyeler sadece günü kurtarır, vaziyeti idare eder. Yasak savma/dostlar alış verişte görsün babındandır. Hediye almakla, gün kutlamakla mutluluğun devamı sağlanmaz. Çocuğa oyuncak alınca anlık sevinir ya, bizim büyüklere aldığımız hediye de anlık mutluluk getirir.

Yaptığımız harcamanın  bir de emsal boyutu var. O; şuna şunu aldı. Bu; buna bunu aldı. Benim neyim eksik şeklinde… Artık bir yarıştır gidiyor. Dışarıda yemek yemeler de işin bonusu artık.

Ne dersiniz? Mutluluk ve huzurun kapısını gelin bu şekilde açalım; pamuk elleri cebe atarak değil. Sevgimiz, saygımız anlık ve günlük   değil; ömürlük olsun, bir ömre bedel olsun.


Alınan çiçeklerin günlük solduğu gibi sevgimiz solmasın. Çiçeğimizi her daim sulayalım ki; kurumasın...
*13/02/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayınlanmıştır.



11 Şubat 2016 Perşembe

Ver elini Alanya


Dedik, çıktık yola. Çıktık çıkmasına da... Konya'nın hemen çıkışında otobüslerden birinin motoru parçalandı. İçerisinde benim de olduğum diğer otobüs de 3 saat yolculuktan sonra hararet yaptı.

Motoru parçalanan araca çözüm yolu buldular. Bir saat gecikmeli de olsa araç değiştirerek yoluna devam etti. Hararet yapan ise  önce tamir edilmeye uğraşıldı. Olmayınca araç gönderildi.  Soğuk bir havada hacı bekler gibi aracı bekledik. Ama nafile. Sanki kara trendi. Bekle ki gelsin.  Kara tren olsa çoktan gelirdi. 10 dakika sonra   gelecek denen araç yine gelmedi. Konum bildirilmiş olmasına rağmen bizi almaya gelen takviye araç, bizi almak için bir başka yoldan başka yerde aramaya gitmiş, ipe un serercesine... Sonunda kara göründü.

Ver elini Alanya dediğimiz yolculuk parolası bizi Alanya’ya götürmemek için elinden geleni ardına koymadı. Alanya’da bize bir türlü elini uzatmadı. İstenilmediğimizi anladık ama, “ inadımız inat” dedik, pes etmedik. Bir defa biz, bir yüzümüzü karartmaya razıydık. 2 saat beklemenin ardından  aracımız geldi. 09.00’da başladığımız yolculuk 16.00 sularında bitmek suretiyle  limanımıza ulaştık bildiğimiz tüm duaların eşliğinde.

Bekleme esnasında içimizdeki bahtsız ve uğursuzu aradık. Sonunda her işimiz de olduğu gibi suçlu bulundu. Uçurumdan aşağı atalım ki otobüs ve geri kalanların üzerindeki kara bulutlar gitsin  görüşü de konuşulmadı değil.  Otobüsün arıza yapıp gecikmesinin rajonu bana kesildi. Firma ve otobüsün masum olduğu tespiti yapıldı.

İleride yolculuk yapmak için bir firmaya  ihtiyaç duyarsanız bir telefon kadar yakınım size. Hazır  firmanın temizliği ortaya çıkmışken.  Arayın. Hemen firmanın numarasını vereyim size. Benimkisi ücretsiz danışmanlık... Bilesunuz. 11.02.2016

9 Şubat 2016 Salı

Deveyi damda aramak

-Kardeş, ne hayır? İş-güç zamanı  bu otelde işin ne?
-Bir proje için buradayım.
-Ne projesi?
-Eğitim ve öğretimi geliştirme ve artırma...
-Eğitim ve öğretim var mı ki, kalitesini artırmaya kalkıyorsun? Sonra yanlış yerde aramıyor musun?
-Anlamadım. Ne demek istiyorsun?
-Yanlış yerde arıyorsun aradığını.
-Ya nerde aramalıydım?
-Aslan düştüğü yerden kalkar.
...?
-Kaybettiğin yerde.
-Nerede kaybettim ki?
-Eğitim ve öğretimin kalitesi okullarda kayıp oldu. Yine oradan bulacaksın. Sırça köşklerde değil.
-Ama...
-Senin bu proje doğmadan ölü doğar, haberin olsun. Seninkisi dostlar alış verişte görsüne benziyor.
-...?
-Aradığını türkü çağırarak arıyorsun.
-...?
-Nasrettin Hocanın karanlıkta kaybettiği eşyasını aydınlık yerde aramasına benzer.
-Daha başka neye benzer?
-Belh Sultanı  İbrahim bin Ethem'in durumuna benzer.
- O ne yapmıştı ki?
-İbrahim; saltanat sahibi, her türlü imkana sahip biridir. Bir gün sarayında  tahtında uyurken damdan  gelen bir tıkırtıya uyanır. “Kim o” der. Damdan: “Kaybettiğim devemi arıyorum” cevabı gelir. Be adam, damda devenin işi ne, arayacak yer bulamadın mı diye kızar. Damdaki adam da, “Bre gafil!  Sen Allah’ı ipek ve atlas döşekler içinde, inci ve altın tahtlar üzerinde arıyorsun. Ben de kaybettiğim devemi damda arıyorum. Aramızda ne fark var” demiş.
-Yani ben otele gelip kalamaz mıyım?
-Kalabilirsin kalmasına da. Otelde dinlenme, gezme gibi başka bir amaç için kal. Sakın eğitim ve öğretimi iyileştirmeye kalkma. Buna kargalar bile güler bilesin. Hele bir de başkasının sırtından...
-Yahu benimki din eğitiminin başarısı...
-Onu da cami, mescid ve okulda aramalısın.
-Yani?
-Bu dünyada işin iş. Ama öbür dünyanı bilemem. İnşaallah korktuğum gibi olmazsın.
-Sana hiç gıcık/çatlak diyen oldu mu?
-Sen ne ilksin. Ne de son!... 09/02/2016