Ana içeriğe atla

“Ama kıymetimiz bilinmiyor …”***

“Ama kıymetimiz  bilinmiyor  …”

2013 yılında bir kurumdan diğer kuruma  naklen atandığımda  vedalaşmak için komşu bir kaç kuruma ziyarete gittim. Habersiz vardığımdan kurumun amirinin işi dolayısıyla kurum dışında olduğunu öğrendim.

Yardımcısının yanına girdik; selam verelim, hal hatır soralım, ziyaret sebebimizi izah edelim, küçük hediyemizi bırakalım düşüncesiyle.

Yardımcı, küçük odasında  hummalı bir çalışma içerisindeydi; sağlı-sollu ayakta bekleyen iki karşıt cins ‘yardımcısıyla’ beraber.

Oturduk karşısına. Hediyemizi takdim ettik. Vedalaşmaya geldik desek de, işe kendini kaptırmış yardımcı, ara sıra yüzümüze baksa da işinden kendini alamıyordu.

Sizinle yeterince ilgilenmeyecek kadar ne  iş yapıyordu derseniz; efendim bu günü sümen altının içindeki gereksiz kağıtları temizlemeye adamıştı anlaşılan: Önce sümen altını kaldırıyor. Aldığı kağıda öylesine bir göz atıyor. Sonra sağdaki ayakta bekleyene veriyor. O , kağıdı buruşturup önündeki çöp kutusuna atıyor. Sonra yardımcı, çıkardığı başka bir kağıdı da solundakine veriyor. O da, buruşturup önündeki çöp kutusuna atıyor.  Böylece devam ediyor. Kendisi koltukta oturuyor. Diğer ikisi, önlerindeki çöp kutusuna verilen kağıtları buruşturup atmak için ayakta bekliyor. Veren razı, alanlar razıydı anlaşılan. İş o kadar önemli, ciddi ve acil olmalıydı ki, ayaktakiler oturmuyor. Oturan ise; “Arkadaşlar, oturun” demiyor. Tam müdür olacak adam dedim içimden. Ama yardımcı kalmış. Müdür dediğin böyle olmalıydı: Emretmesini ve iş yaptırmasını bilen. Bir fırsatını bulup: “Hocam yoğunsunuz anlaşılan” dedim. “Hocam hiç durmuyoruz. Durmadan çalışıyoruz. Ama kıymetimiz bilinmiyor…” dedi.  Kolay gelsin diyerek ayağa kalktık. Bizim yardımcı elini lütfedip verdi. Sonra vedalaşıp ayrıldık.

Dışarıdan kurumun amirini aradım: “Hocam amma çalışkan yardımcınız var. Hem kendisi çalışıyor. Hem de iki kişiyi birden çalıştırıyor. Sırtın yere gelmez. Gözün arkada kalmaz” dedim. Telefonun öbür tarafından gülme sesiyle birlikte: “Dışı sizi, içi beni yakar” dedi.

Yolda giderken kendi kendime, bu arkadaş birkaç ay önce  Kutlu Doğum dolayısıyla kurumu adına düzenlenen bir organizasyonda uzun bir konuşma yapmış. % 99’u bayan olan salondakilere: “Birkaç ay önce gördüğüm rüyamı ilk defa burada sizinle paylaşıyorum. Ben rüyamda Abdülkerim Satuk Buğrahan’ı gördüm. Bana, ‘Beni niye unuttunuz. Niçin anmıyorsunuz’ dedi. Haydin onu analım. Hepimiz 3 İhlas bir Fatiha okuyalım” dediği aklıma geldi.

Kurumunda kıymeti bilinmeyen bu arkadaşın değeri sonunda anlaşıldı. Üniversitenin bir fakültesine yönetici olarak atandı.  Bize düşen hayırlı olsun demek. Ne diyelim!...

Şimdi kalkıp yükselmenin yolu, iki kişiye çöp attırmak deyip bu yardımcının yaptığını yapmaya kalkmayın. Bu şans her zaman her kapıyı açmayabilir tamam mı?  Ayrıca o arkadaşın bir grup bağlantısı vardı. Çöp attırmaya kalkarken bunu da düşünün olmaz mı? Benden söylemesi...

Siz yine de kalbinizi  bozmayın. Çalışkanlığından ve başarısından dolayı gitti diye bilin. 14/02/2016

16/02/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde