6 Aralık 2015 Pazar

Yetiştirme kursları-2


02/09/2015 tarihinde yayınlanan yazımda okullarda açılacak yetiştirme kurslarından verim alınması isteniyorsa ne şekilde yapılırsa verim alınır konusunu değerlendirmişim. Aslında sınavlara hazırlık, derslere takviye içerikli her türlü kursun açılmasına çok sıcak bakmıyorum.

2015-2016 öğretim yılının açılmasına ramak kaldı. Okulların iç ve dış paydaşlarında yazdan beri bir hareketlenme başladı. Bildiğiniz gibi dershaneler kapandı. Yeri nasıl doldurulmalıydı?
1.Çocuğumu etüt merkezine vermeliyim.
2.Çocuğuma özel ders aldırmalıyım.
3.Dershaneden dönüşen kurs merkezlerinden çocuğuma 3 dersten takviye aldırmalıyım. 
4.Eğitim desteğine başvurup çocuğumu özel okula ya da özel temel liseye almalıyım. Bir kısmını devlet karşılar bir kısmını da ben öderim.
5.Son çare okullarda açılacak olan kurslara gönderirim.

Veli gözüyle baktım olaya. Yazım uzamasın diye diğer paydaşlara değinmeyeceğim. Bildiğim bir şey var. Bu işte iyi paraların döndüğüdür.  Durumun geldiği noktayı görmek bakımından Konya merkezde iyi derecede eğitim ve öğretim yapan bir okulun  lise müdür yardımcısının "Devletin eğitim teşviğinden yararlanmak için gelen  velinin elinde fakirlik belgesi ile müracaat ettiğini" anlatması vardı. Varın siz gerisini düşünün.

Bütün bu olup bitenleri ibretle izlerken durumu özetleyen şu fıkrayı paylaşmak isterim: Yaya yürüyüşle 40 günde gidilip gelinen bir mesafeye  Çin hükümeti tren yolu döşemek için fizibilite çalışması yapmaları için mühendisleri görevlendirir. Bunları gören köylülerle mühendisler arasında şu diyalog geçer:
-Ne yapacaksınız buraya? 
-Tren yolu yapacağız.
-Ne işimize yarayacak bu? 
-Efendim, gidiş gelişi 40 gün süren mesafeyi bundan sonra 4 günde gidip geleceksiniz. 
-İyi güzel de... Geri kalan 36 gün biz ne iş yapacağız?

Çocuklarımızın öğretimi ve iyi bir geleceği konusunda düştüğümüz durumu en iyi anlatan fıkra bu olsa gerek. Devlet "Okullarda, Halk Eğim Merkezlerinde, "ben ücretsiz kurs açıp çocuklarımızı geleceğe hazırlayacağım, paranızı gidin başka ihtiyaçlarınıza harcayın," diyor. Biz ise, "Ne olacak çocuklarımızın hali? Hafta sonu çocuklarımız ne iş yapacak? Dershane için ayırdığım parayı ne yapacağız?" diyoruz. Türkiye'de 2 milyon kişi YGS-LYS sınavına girer. 200000 kişi bitirdiği zaman iş bulabileceği bir okula yerleşir. Bütün çaba, gayret, hırs ve kavga budur aslında.

Bugün öğrencilerimiz  ortaokullarda haftalık 35, İmam-Hatip Ortaokullarında 
36, liselerimizde 40 saat ders olmak üzere günlük ortalama 8 saat ders işlemektedirler. Biz ebeveynler hafta sonu tatilini -istirahat edelim diye- iple çekerken hafta sonu dünyaya geldiğine pişman edecek şekilde çocuklarımızı dershane, etüt merkezi, özel ders alma-aldırma, okul kursu vb. yerlere ek ders görmesi için gönderiyoruz. 

Devlet, millet olarak niçin çocuklarımızın pedagojisini dikkate almıyoruz. Bu çocukları yarış atı gibi bu tür yarışlardan ne zaman vazgeçeceğiz. Yahu bu çocuklara yüklerinin üzerinde yük veriyoruz. Gerçekten çatlatacağız. Bu çocuklar tarihin en şanssız ve bahtsız çocukları olarak tarihe geçeceklerdir. Bir defa bu çocuklar yarışa hazırlandıkları için çocukluğunu yaşamıyor. 

Bu nesil tıpkı hormonlu yetiştirdiğimiz besinlerimiz gibi fast-foodla, cips ve kola ile  beslenen hormonlu bir nesildir. Siz boyuna, bosuna, gelişimine bakarak çocuk büyüttük diye övünmeyin.

Çocuğuma iyi bir ortam sağlayarak iyi bir geleceği olacak diye çabalamayın. Çünkü bu neslin beyni, zihni doludur. Haftada 40 saat ders gören bir öğrenci, hafta sonu da kursa gidecek ve okul ve kurslarda gördüğü dersleri tekrarlayacak, ilgili konu ile ilgili soru çözecek, deneme sınavı  yapacak. Bu vücut çekerse buyurun yükleyin. 

Biz eğitimcilerin, eğitime yön veren yetkililerimizin, çocuğun gelişimini açacağı kurslarla ticarethane gören özel müteşebbislerimizin, anne babalarımızın yani hepimizin çocuklarımıza iyi niyetle yaptığı kötülüğü kimse yapamaz. Bir defa çocuğun analitik düşünebilmesi için boş zamana ihtiyacı vardır, öğrendiği bilgiyi harmanlayabilmesi gerekir. Dolu  beyin yeni bilgi almaz.Tok insanı zorla doyurmak istemek gibidir.

Bunları yazarken okullarda, eğitim ve öğretimde hiç sorun yok demiyorum. Sorun var ki, çözümünü başka yollarla halletmeye çalışıyoruz. Yalnız yanlış metot doğru sonuç vermez. 

Yazıyı uzattım biliyorum. Ama kısaca ne yapılmalıdır, sorusuna değinip yazımı noktalamak istiyorum. Okul  dersi dışında öğrenciye okullarda dahil hiçbir takviye ders yapılmamalıdır. Peki, başarı nasıl gelecek diyorsanız:
1.İlkokulu bitiren bir çocuk kayıt alanındaki ortaokula 1 Temmuz'a kadar yazdırılır.
2.Okullardaki öğretmen-yönetici  nakli, gelecek-gidecek 1 Temmuz'a kadar çözülür.
3.Derslerin, haftalık ders saatlerinin ve ders konularının kesinlikle azaltılması gerekir. Haftalık 25 saat idealdir.
4.Eylül ayının ilk haftasında 1 Temmuz'a kadar kaydı yapılan  5.sınıf öğrencilerine MEB tarafından merkezi olarak seviye tespit ya da seviye belirleme sınavı yapar. Her okulun yapılan derslerden neti ya da puanı belirlenir. Belirlenen bu netler okulun taban puanı olur. Hepsi olmasa da soruların bir kısmı kesinlikle klasik sınav olmalıdır.
5.Eğitim ve öğretim başlamadan öğretmen gireceği sınıfın net ve puanını dikkate alarak derslere başlar. Öğretmenin görevi sadece bakanlık tarafından belirlenen kazanım ve amaçları öğretmektir. Ayrıca sınav yapmaz. Sınavları bakanlık TEOG'da olduğu gibi yılda en az 2 defa olmak üzere kendisi yapar. Sene sonunda elde edilen not ve puanlar öğrencinin sınıf geçme ve 4 yılın sonunda liseye yerleşme puanı olarak belirlenir. TEOG'da sınavı yapılan 6 dersin dışındaki derslerden öğrenci başarılı-başarısız olarak sınıfı geçer ya da kalır. Ayrıca notla değerlendirilmez.
6.Sınıfında SBS-STS'ye göre başarılı olan öğretmenin maaşı yıl sonu başarısına göre artırılır. Başarı derece ve kriterine göre öğretmenin hizmet puanı artırılır. Maaş artışı ve hizmet puan artışı mutlaka öğretmeni motive edecektir. Öğretmen bir okula atandığı zaman 4 yıl kalır. 4 yıl öncesinde hiç bir şekilde yer değiştirme yoluna gidilmez. Sadece belirlenen başarı kriterini yakalayamayan öğretmenin 1 yılın sonunda yeri değiştirilir, maaşında artış yapılmaz. Yeni gittiği yerde de başarı performansını yakalayamayan öğretmen bir defaya mahsus hizmet içi eğitimine alınır.
8.Başarı için okul yönetiminin, öğretmenin veli ve öğrenci üzerinde belirli yaptırımları olmalıdır.
9.Eğitimde tam gün eğitim uygulaması başlatılmalıdır.
Burada eğitimin en önemli faktörü öğretmen üzerinde de durmak isterdim.Yazım uzadığı için öğretmen konusunu da -kısmet olursa- bir başka yazımda ele almak istiyorum. 06.09.2015


Amme adına iş yapanların keyfi ziyaretleri

-Duydum ki benim muhitime gelip gitmişsiniz.
-Evet geldik. Özel bir durum vardı.
-Peki, bana niye uğramadınız?
-Efendim zamanımız kalmadı.
-Planınızda var mıydım?
-Elbette.
-Efendim zamanımız kalmadı.
-Şuna plansızım. Ya da ihtiyaç hissetmedik desenize.
-Olur mu öyle şey? Seviyoruz elbette de...
-Peki,  o "de" ne demek?
-Yani şey.
-Özel durum neydi?
-Bir dostumuzun başına gelen sıkıntıya destek olmak için gitmiştik.
-Dostunuzun sıkıntısına destek olmak güzel. Tebrik ederim sizi. Fakat muhitimdeki falan ve falan kimseyi de ziyaret etmişsiniz. Onların da mı sıkıntıları vardı?
-Onların efendim bir sıkıntısı yoktu. Onlar yol üstündeydi
-Peki ben yol kenarında mıydım?
-Ama hocam.
-Aması ne? Bu yaptığınıza ne denir? Kardeşler arasında ayrımcılık değil mi?
-Hocam biz hepimiz birimiz, birimiz hepimiz içindir.
-Öyleyse bu yaptığınız dışlama değil de nedir, söyleyin Allah aşkına. Yaptığınız özel bir ziyaretse eyvallah. Yok, ait olduğunuz topluluk adına yani amme hizmeti ise bu neyin nesi?
-Hocam sana da geliriz merak etme.
-Ne zaman?
-Fırsat bulduğunuz zaman mı? Başıma bir şey gelirse o zaman mı?
-Hocam Allah göstermesin!
-O zaman ben başıma dert olacak bir mesele bulayım, belki o zaman teşrif edersiniz.
-Yok, hocam olur mu öyle şey?
-Yahu mübarekler, iyi günde destek olmayan kötü günde nasıl destek olabilir?
-Şuna biz istediğimize gider, istemediğimize gitmeyiz desenize. Allah hayrınızı vere...22/11/2015

Arabama Vuran Beni Buldu

Bugün park halindeki aracıma vurup kaçana serzenişte bulunurken kaza kazayı açtı. 2001 yılında aracıma çarptığı halde kaçmayan bir sürücü aklıma geldi.

-Sanırım- Mustafa Kemal Bulvarında seyir halindeyken arka arka gelen birisi vurdu aracıma. İndim baktım arka sağ teker üstü kaporta ve boya darbe yemişti. Kalabalık hep birden anlaşmışçasına, "bir şey yok, bir şey yok" diye seslendi. "Bir şey yok mu gerçekten" dedim. Kalabalık tekrar bir şey olmadığını teyit etti. Hele şükür, vuran da kaçıp gitmemişti. 
Bir şeyin olduğu belli olan aracıma, bir şey yokmuş muamelesi yapılarak bindim ayrıldım. Araba yıkatmaktan vaz geçip evin yolunu tuttum. Tıraş olmam lazım. En iyisi tabanvay diyerek yürümeye başladım. Akşam karanlığında biri beni durdurdu.
—Beni tanıdın mı?
—Hayır.
—Senin arabaya vuran benim, kaportacıya göster, neyse masrafını ödeyeyim. Ben belediyede zabıtayım. Bir ara uğra.
—Eyvallah kardeş, teşekkür ederim.
Gündüz meydana gelen moral bozukluğunun yerini akşam huzura bırakmıştı. İçten içe, "helal olsun be adama, insanlık ölmemiş hâlâ. Adamı tanımıyordum. Ama adam geldi beni buldu" şeklinde konuşmaya başladım. 
Nice günler sonra zabıtayla tanış olan birisi ile belediyeye giderek bizim zabıtayı bulduk. Selam kelâmdan sonra:
—Arabayı gösterdin mi?
—Evet.
—Ne kadar?
—30 TL 
—Öyle mi, bir dakika ben şu çocuğumu eve bırakıp geleyim, siz bekleyin, hallederiz.
Adamı bekledik epeyce, hem de yaya olarak Kahta'yı bir kaç defa tur atacak şekilde. Ne gelen oldu ne de giden. 
Bir bardak soğuk su ile birlikte geri döndük.
Anlayacağınız, arabama vurup kaçandan  da bana hayır gelmedi vurup kaçmayandan da. Gelen vurdu giden vurdu. Canları sağ olsun. Ancak durup kaçmayana çok da gönül koymadım. Belki de imkanı yoktu. Kim bilir? 18/09/2015

Alavere Olmuş Dalavere

...

"Tek Suçum Güvenmek"

           04/12/2015 Cuma günü bir esnaf ziyareti yapmak üzere iş yerine uğradım. Otururken 2 misafir daha geldi. Birinin müflis bir tüccar, diğerinin ise halen çalıştığını tanışma esnasında öğrendim.

İşler nasıl diye bir dokundum. Bin âh işittim. Adamlar dertli mi dertliymiş. Biri bıraktı, diğeri söz aldı. Dünyaları farklıydı. Dertleri ise benim gibi bordro mahkumundan farklıydı. Hepsinin ortak yönü yaptıkları işin ücretinin zamanında gelmemesinden şikayetçi idi. Sözleri "Bu nasıl Müslümanlık" ile başlıyor. Yine "Bu nasıl Müslümanlık" ile bitiyordu.

Bir tanesi 5 yıl önce işyerinden ceketini alıp çıktığını söyledi, sözlerinin arasında.
Kime bıraktın işyerini dedim. Ortağıma, yani enişteme. Ne yaptı? "Ben polis emeklisiyim. İşyerini ortak açtık. Benim anladığım bir iş değildi. Ben hiç para işine de karışmadım. Hiç bir şey de sormadım. İyi işimiz vardı. Herkes bize açık çek verirdi. Duydum ki iflas etmişiz. Ceketimi alıp çıktım. Çoğu zaman evime ekmek götürecek param olmadı" dedi. Kazancınız da iyiymiş  Niçin iflas ettiniz? Dedim. Eniştemin uçkuru sayesinde dedi.
Ortaksın, fakat para pul işlerine  karışmamışsın. Burada suçun yok mu dedim. Benim tek suçum güvenmek dedi.

Diğeri aldı lafı bu sefer. Piyasaya, nice fabrikatörlere mobilye işi yaptığını, hiçbir işinin karşılığını zamanında alamadığını, aylar sonra güç bela alabildiğini, hatta bazılarının telefonuna çıkmadığını söyledi. Hatta öyle biri var ki işçilerinin parasını bile 15 gün gecikmeli verdiğini söyleyince adama acıdım. Uzun süre paramı istemedim bile. Sonra bir baktım ki işçilerin parasını veremiyorum diyen adam, 2.hanımını almış, kendisinin ve hanımının altına son model iki araba almış, ben neyse paramı 5 ay gecikmeli aldım. O asgari ücretle çalıştırdığı adamların parasını 15 gün gecikmeli verince o işçiler 15 gün ne yedi ne içti hayret ettim. Bu nice Müslümanlık böyle.

Dedim ya esnafın dünyası bambaşka diye. Daha başka örnekler de anlattılar. Anlatılanlardan borcumuza sadık olmadığımız, zamanında vermediğimiz ortaya çıkıyor. Borçlandığımız zaman ise işimizi sağlam yapmıyoruz. Ortaklığımız güven esasına göre işliyor. Kur'an'ın en uzun süresinin en uzun ayeti borçlanmanın esaslarını belirlerken hiç birine riayet etmediğimiz ortaya çıkıyor. Sonunda da suçu Müslümanlığa yıkıyoruz. Kendimize uydurduğumuz İslam bizi rezil ediyor. Bu gidişle cenazemizi de kılar. 

Güvenmek güzel. Fakat tedbiri elden bırakmamak gerektiğini düşünmüyoruz. İnsanlar parayla, dinarla imtihan oluyor. Her alanda olduğu gibi ticaretimiz de berbat anlaşıldığına göre. Sonuç, sınıfta kaldık. Aynı deliğe bin defa girip girip sokuluyoruz. Hâlâ da ibret almıyoruz.

Bundan sonra yapılan bu işlere alavere demeyelim. Yaptığımız olsa olsa dalavere olur. Suçu da Müslümanlığa bulmayalım.
Peygamberimiz, söz verip sözünde durmayana, konuştuğu zaman  yalan konuşana, emanete ihanet edene Münafık demiştir. 

O zaman suçu Müslümanlığa değil de Münafıklıkta arayalım.
05/12/2015

5 Aralık 2015 Cumartesi

"Yazdıklarını bir kitapta toplasan ya"

-Arkadaş, sen bu yazdıklarını bir kitapta toplasan ya.
-Niçin?
-Güzel yazıyorsun.
-Dolduruşa getirme beni?
-Alıcısı olur, hem yazdıkların kaybolmaz.
-Tarihe geçerim belki!
-Nasıl yani?
-Kitabı hiç okunmamış biri olarak tabii.
-Tevazu yapma.
-Tevazu, mevazu değil. O kadar yazılmış kitaplar var. Bir kaç popüler kitabın dışında o kadar yazılmış kitap, kitapçıların tozlu raflarında okuyucu bekliyor. Zaten okuyan bir toplum değiliz. Kim okuyacak?
-Ben okurum.
-Bu şekilde söyleyen tanıdıklarım var.
-Daha ne istiyorsun o zaman?
-Mahalle ve sokağına; doğalgaz gelsin, hemen alırız diye dilekçe üstüne dilekçe verip ortak imza toplayan kimseler tanırım. Firma istek üzerine dolduruşa gelir, doğalgazı geçirir. Doğalgaza abone olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bizimki böyle olmasın?
-Sen de taktın bu "Dolduruşa" ha...
-Dolduruş deyip de geçme. Geriye dön bir bak. Dolduruşla orta yerde kalanların sayısı az değildir.
-Meselâ?
-Ferruh BOZBEYLİ.
-O da kim?
-Adalet Partisinde milletvekilliği, TBMM başkanlığı yaptıktan sonra 41'ler hareketiyle birlikte partisinden ayrılarak  Demokratik Partinin kurucuları arasında yer almış ve partinin genel başkanlığını yapmış bir siyasetçi.
-Eee ne var bunda?
-Demokratik Partinin genel başkanlığına geçmesi -kendisinin anlattığına göre- tamamen bir dolduruş sonucu olmuş.
-Gerçekten mi, nasıl olmuş bu?
-1970 yılında 41'ler hareketiyle birlikte partiden ayrılarak DP'yi kurdukları zaman kendisine genel başkanlığa geçmesi için partililerden epey bir baskı gelir: "Efendim, biz seni orada görmek isteriz. Sensiz olmaz, siz oraya layıksınız vb." şeklinde. Tüm rica ve teşviklere rağmen yapamam diye görevi kabul etmez. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
"Partimin ısrarlarına rağmen başkanlığı kabul etmedim. Ofisimde çalışmaya devam ederken yanımda babam da vardı. Sekreter, 'Efendim Kayseri'den kalabalık bir ekip geldi, sizinle görüşmek istiyor' dedi. 'Al içeri' dedim. Heyet, 'Efendim biz Kayseri olarak sizi genel başkan görmek istiyoruz, bunun için geldik. Bizi kırmayın' dedi. Ertesi gün Kırşehir ekibi, Sakarya ekibi gelmeye başladı. Her gün birkaç ilden gelen heyetin 'Seni başkan görmek istiyoruz' talepleri birbirini takip etti. Ben yine olmaz diye talepleri reddettim. Türkiye'nin birçok ilinden gelen bu heyetler karşısında babam, 'Oğlum, bu halk seni başkan görmek istiyor. Halkın bu teveccühü karşısında duramazsın. Geç bu partinin başına deyince mecburen kabul ettim. Genel başkan olduktan sonra oyuna getirildiğimi anladım. Meğersem her gün benimle görüşmeye gelen ekip aynı ekipmiş. En önde heyet sözcüsü olarak konuşan birkaç kişi dışında arkadaki kalabalık aynı kişilerden oluşuyormuş."
-İlginç olmuş gerçekten. Sonra ne olmuş?
-İstediği başarıyı elde edemeyince  genel başkanlıktan ve aktif siyasetten çekilmiş.
-Nereye gelmek istiyorsun?
-Sirke olmadan küpe girmek istemiyorum.
-Yani?
-Şimdilik dolduruşa gelip orta yerde kalmak istemiyorum.
-Ben samimiydim halbuki.
-Biliyorum. Senin ve diğer eş ve dostun samimiyetinden şüphem yok. Teşekkür ederim teveccühünüz için. 05/12/2015

4 Aralık 2015 Cuma

İncir misin Yoksa Patlıcan mı?***


(Anne babalarımız yaşlanınca niçin yanımızda kalmazlar?)

Bundan 25-30 yıl önceleri bir iki odalı evlerde ortalama 5-6 kardeşli evlerde otururduk. Evde genelde sadece baba çalışır. O kadar kişiye bakardı. 
          
Kardeşler aynı yatağı, yorganı paylaşır, büyüğün elbisesi küçülünce küçüğe geçerdi. Dizler eskidiğinde yama vurulurdu. 

Zengin-fakir her aile ayağını yorganına göre uzatırdı. Lüks tüketimden ziyade zaruri ihtiyaçların giderilmesi öncelikliydi.

Ağabeyimizin evlenme vakti gelince kız istenmeye gidilir. Kız babası "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" diye sormazdı. Evin bir odası ağabeyimize ve yengemize tahsis edilirdi. Birkaç yıl sonra evlenme sırası gelen ağabey evleneceğinde önceki evlenen bir başka eve çıkar. Ağabeyin boşalttığı oda yeni gelin-damada bırakılırdı. Bu şekilde evin en küçük erkeği de evlendirilir. En küçük,  babanın yanında oturmaya devam ederdi.

Eve gelen gelinler kayınbabayı, kayınvalideyi, çelebiyi ve görümceyi daha iyi tanırdı. Gelin-kaynana, gelin-görümce arasında çıkan sorunları tek otorite olan evin direği baba çözerdi. Babanın sözünün üzerine söz söylenmezdi. Yeni doğan torun/yeğen tüm ailenin içerisinde akrabaları tanıyarak büyürdü. Kimse birbirini yabancı görmezdi. Herkes ailenin birinci sınıf ferdiydi. Anne-babalar gelin-oğul-torun elinde dünyasını değiştirirdi. Diyeceğim o ki her aile büyük aileydi. O kalabalık nüfusa küçük  evler dar gelmezdi. 

90'lı yıllarla başlayan, günümüze kadar  artarak devam eden yeni modelimiz; Küçük aile modeli. Yani önceki hayatın tam tersi…

Önce hayatımıza 100 m karelik evler girdi. Önceki evlere göre saraydı. Oğlan evleneceği zaman kız istenmeye gidildiğinde "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" soruları sorulmaya başlandı. Çok geçmedi,  "beraber alacağız"  sözü ayıplanır oldu.  Şimdilerde sorulmaz  oldu artık böyle bir soru. 

Oğlan evlenmeden ilk önce damat evi kiralanır oldu. Artık herkesin evi barkı ayrı... Eskiden herkes birbirine bakarken şimdi herkes kendine bakar oldu. 100 m’’lik evler şimdi fakir ve dar gelirlinin oturacağı evdir. 120, 130, 140, 150... vb metre karelik evler  çekirdek ailelerin tercih mekanları oldu. Haftada, on beş günde baba-oğul, gelin kaynana misafir gibi birbirine lütfen gelir gider oldu. Çocuklar; büyükler olmadan koca evlerde, kreşlerde, bakıcıların elinde büyümeye başladı. Çocuk, bakıcıyı  kendine daha yakın bulmaya başladı. Çocuk/torun; anne-babaya, büyükanne-büyükbabaya, amca ve halaya yabancı büyüyor artık.

Mehmet Okuyan'ın oğlu ile Mustafa İslamoğlu'nun kızı evlendiği zaman "İslamoğlu, "Kız evden gitti" deyince Okuyan, " Senin kız evden, benim oğlan elden gitti" diyerek günümüzü anlatmıştır.

Günümüzde ataerkil aileden anaerkil aileye, büyük aileden küçük aileye doğru evirildik. Bir Fransız atasözü var: "Oğul kazanmak istiyorsan kızını evlendir. Kaybetmek istiyorsan oğlunu evlendir" diye.

Sadede geleyim. Şimdi anne babalar koca evlerde yapayalnız. Oğlan gelecek, gelin gelecek, kız gelecek, torun gelecek diye bekleyiş içerisinde. Yalnızlara oynuyorlar. Gelin-damat, "Gelin burada kalın" dese de anne babalar evladının evinde kalamaz oldu. Çünkü kendilerini yabancı hissediyorlar, eğreti görüyorlar. Rahatsız etmeyeyim, rahat edemezler ya da rahat edemem diye düşünmektedirler. Bakıma muhtaç olsalar da evlerini terk edemiyorlar. Acaba sebebi nedir? Bunun üzerinde durmak gerekiyor.

Kanaatimce oğlan-gelin, kaynana-kaynata ile hiç birlikte kalmayıp ilk evlendiğinde ayrı evde oturunca birbirlerine karşı ısınma, tanıma ve ülfet meydana gelmiyor. 

Anne ve babalar, bakıma muhtaç oldukları zaman eğer çocuklarının evine taşınmak zorunda kalırlarsa o kaldıkları ev kendilerine zindan hale gelebiliyor. Anne-babaların en rahat ettiği evladının evi, eğer oğlan-gelin geçmişte baba-annenin yanında kalmışsa o oğlan ve gelininin yanında daha rahat kalabiliyor.

Eskiden imkansızlıklar dolayısıyla bir evde kalmak, insanları terbiye ediyormuş gerçekten. Şurada 8-10 yıl sonra anne-babalar, oğlumun evine gitmektense evimde yalnız ölürüm ya da huzurevine sığınırım deme noktasına gelecekler. Hele anne-baba, bakıma muhtaç hale geldiğinde evlatları arasında bir gün dahi sektirmeden "Sıra sende" nöbeti, sanırım en fazla bize saçını süpürge eden anne babalarımızı yaralar. Hoş devlet hasta olana bakana para da veriyor artık. 

Anne-babalarımızla kalmayan bizler sanki yaşlanmayacağız, bakıma muhtaç olmayacağız. Şunu unutmayalım ki sağlamken anne babasını ihmal eden hastayken hiç bakmaz. Halbuki doğduğumuzda ne kadar da sevinmişlerdi. Hastalandığımızda sabahlamışlardı belki de. Yüreğimiz varsa bir soralım: "Doğduğumuz zaman ki sevinciniz devam ediyor mu" diye.  Soramayız. Çünkü iyi yapmıyoruz. Doğru yolda değiliz. Belki de içimizdeki mutsuzluğun sebebi budur. 

Hani inandığımız dine göre, onlara biz öf bile demeyecektik. Küçükken bize baktıkları gibi biz de büyüdüklerinde onlara bakacaktık. İstisnalarımız vardır. Onlardan Allah razı olsun. Ama büyük bir çoğunluğumuz iyi bir imtihan vermiyor. Bu gidişle biz sadece huzurevlerinin sayısını artırırız. Unutmayalım ki Peygamberimiz, 3 kişinin duası geçerlidir der. Bunlar: "Misafirin duası, anne-babanın evladına duası, mazlumun duası." Babaların evladına yapacağı dua bedduaya dönmez inşallah. Şunu hiç birimiz unutmayalım ki herkes ektiğini biçer. Kim, kime ne şekilde davranırsa evladından onu görecektir. Ayrı evlere alıştık. Bari sık gelinip gidilse...

Yazımı uzattım farkındayım. Ama şu fıkrayı da yazmadan edemeyeceğim:

Babası küçük Nasrettin'e incir getirir şehirden. Küçük Nasrettin çok sever bu meyveyi. Gel zaman git zaman hoca büyür, yolu şehre düşer. Hemen bir manavın önünde durur. Meyvelere göz gezdirir. Tadı damağında kalan meyveyi göremez. Ne aradığını sorar manav. Hoca, ismini unuttuğunu söyler. Manav, "Tarif et, nasıl bir yiyecekti" der. Hoca, "İçi çekirdekli, dışı yeşildi" deyince manav, "Hâ sen patlıcan istiyorsun" diyerek patlıcanı poşete doldurur. Hoca yılların özlemini gidermek için sabırsızlanır, daha yoldayken poşetten bir patlıcan çıkarır ve ısırır. Bakar ki tadı acı mı, acı... Eski tadı bulamayan Hoca,"Ulan büyüyünce ne kadar da acı oluyorsun" der.

Bu fıkranın üzerine var mı söz söyleyecek? Sonunda hepimiz patlıcan olduk. Babalarımız patlıcanın küçüğü inciri istiyor haberimiz olsun. Anne babasının gönlünü alan, hayır duasını alan evlatlara selam olsun... 04/12/2015

***19.06.2019 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula Haber gazetesinde yayınlanmıştır.


3 Aralık 2015 Perşembe

Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık

Takviye Dersler/Kurslar ve Başarı/Başarısızlık

-Üstat, takviye, yetiştirme adı altında açılan kursların öğrencilere faydası var mı?
-Faydası yok. Olsa da devede kulak misali.
-O zaman niye açılıyor?
-Dostlar alışverişte görsün diye.
-Gerçekten böyle mi? Faydası yok mu?
-Anne-baba ve öğrencileri "Takviye alıyor/um" diye psikolojik olarak rahatlatır.
-Eee o zaman?
-Çocuğun akşam ve hafta sonları o kadar ders görüp kafasını şişirmesi ve bedenen yorulması da işin cabası. Kurs ücreti, yardımcı kaynak vb masrafları da velinin boynunu büken ayrı bir dert.
-İyi de bu kursları Milli Eğitim istiyor, okullar istiyor. Veli ve öğrenciler de istiyor. Bu kadar kişinin istediği bir şey yanlış olur mu?
-Hepsi iyi niyetli. Fakat çocukları çatlatmak/çıldırtmak için uğraşıyor. Daha çocuklar çocukluğunu yaşamadan omuzlarına büyük bir yük yükleniyor. Bu vücut bu sıkleti çekmez. Toplum olarak yanlış yoldayız. Sadece kendimizi avuturuz.
-Yahu sen ciddi mi söylüyorsun?
-Maalesef ciddi söylüyorum. Çocukluğunu doya doya yaşayamayan çocuklar hayatı boyunca mutlu olamazlar.
-Sahi, bu kursların faydası yok mu?
-" Hedefi olan, azim ve gayretli, plan ve program dahilinde ne yaptığını bilen, bilinçli çalışan öğrenciler için faydalı olabilir. (Bu şekil çalışanlar için okul derslerine devam da yeterlidir.) Fakat bu şekil çalışanların sayısı azdır. (Hedefi olmayan, plan program dahilinde  bilinçli çalışmayanlar için ise dünyanın en iyi hocalarını getirseniz, en iyi okullara gönderseniz hiç mesafe katedemezsiniz. Çünkü hedefi olmayana yol gösteremezsiniz.) Başaranların sayısına göre başaramayanların sayısı daha fazladır.

Bugün TEOG sınavına ve YGS-LYS sınavına hazırlanıp da kurs ve etüt  merkezlerine genelde gitmeyen  yoktur. Özel ders alanlar, özel okula gidenler, Temel Liseye geçişi tercih edenler de az değildir. Hele lise bitince 2-3 yıl dershaneye gidip hazırlananlar bile var. Şu ya da bu şekilde takviye alanlar başarılı olsaydı bugün başarısız çocuklarımız olmazdı.
-Kursa devam edip de başarılı olmayana örneğin var mıdır?
-Hem de çok. Bildiğim bir öğrenci TEOG sınavı için sorumlu olduğu 6 dersten 4 tanesinden kursa yazıldı. Din Kültürü ve İngilizce'ye gitmedi. Geçen hafta Teog sınavına girdi. Toplamda 12 yanlışı var.    
Takviye aldığı derslerden;
Türkçe'den 3,
Matematik'ten 2,
Fen ve Teknoloji'den 1,
İnkılap Tarihi'nden  2  yanlışı var.

Takviye almadığı derslerden;
Din Kültürü'nden 2,
İngilice'den 2 yanlışı var.

Görüldüğü gibi öğrencinin takviye aldığı ve almadığı derslerden ortalama her dersten 2 yanlışı var.

Yine bir öğrenci OKS isimli bir sınava hazırlanmak için babası tarafından geçmişte ünlü bir dershaneye yazdırıldı. Sene başında dershanenin yaptığı seviye sınavında 31 net yaptı. Yıl sonunda yapılan OKS'de ise yine 31 net ile mezun oldu. Yani sıfır elde var sıfır.

Geçmişte ünlü bir dershanenin müdür yardımcısı ziyaretime geldi. Laf lafı açtı. Dershaneci, "Hocam 800 öğrencimiz var. Dershaneler açılmadan bir seviye belirleme sınavı yaparız. İlk 200 tanesinin üzerinde yoğunlaşırız. 600'ünün parasını alırız.
-Lafı nereye getireceksin?
-Demem şu ki, başarıda büyük pay sahibi öğrencinin kendisidir. Öğretmen, okul, dershane yol gösterir; rehberlik yapar. Gösterilen yoldan giden başarılı olur. Yoldan sapanlar dökülür.

Lisede çalışırken kayıt yaptırmaya gelen veliler ahiret soruları sorardı: " Okulunuzun başarısı nasıl, 4 yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenciniz var. Okulunuz şu âna kadar kaç tıp/hukuk çıkardı. Öğretmenlerinizin yaş ortalaması kaçtır, öğretmenleriniz başarılı mı..vb sorular sorulurdu. Ben kendilerine, "Siz Konya'da o kadar Anadolu Lisesi varken niçin bizim ilçe okulunu tercih ettiniz" diye sorardım. "Konya'daki Anadolu'ları kazanamadı. Kazansaydı burada ne işim vardı zaten." cevabını alırdım. Yine kendilerine "Okulu okul yapan öğrencidir. Kumaşınız iyiyse öğretmenlerimiz iyi bir terzidir.
-Başarılı olamayanların kapasitesi mi yok?
-Bir çoğunun kapasitesi var. Hatta başaranlardan daha fazla bir zekaya da sahip olanları çoktur. Ergenlikle beraber derslere ilgisizlik, düzenli, tertipli çalışmama onları bir müddet daha başarılı kılar. Hazırdan yerler...Sonra  ipin ucunu kaçırırlar, bir çoğu  bir daha kendisini toparlayamaz. Toparlamadıkça da başta ailesinden başlamak üzere dışlanma ile karşı karşıya kalır.
-Peki ne yapmak lazım?
-Yapılacak olan basittir. Bir çocuğun başarısında ilkokul 1-4/5 okutan sınıf öğretmeninin payı büyüktür. Çocuk eğitimini, ders çalışma yöntemini, kişiliğini, temelini ilkokuldan alır. Daha sonra üzerine bina eder. Başarıda öğretmenin değişmemesi esastır. Çocuğun seviyesine inme önemlidir. İlk okul öğretmenlerini seçerek almak gerekir. Eğitimde en yüksek maaşı onlar almalıdır. Çocuğu birinci sınıftan alan öğretmen onu mezun etmelidir.
-Teşekkür ederim.
-Eyvallah...
Ramazan YÜCE  03/12/2015