8 Şubat 2016 Pazartesi

Kaporta

Toplum olarak fiziğe önem veririz. Öze, içe pek önem vermeyiz. Önemli görsek de birinci önceliğimiz değil. Biraz kapalı mı geldi. Ne mi demek istiyorum? Örneklerden gidelim o zaman:

Bir araç satın alacağımızda ilk önce kaportaya bakarız. Çürük var mı? orijinal mi? Boya var mı? Önden, arkadan vuruk var mı? Yani iskeletine bakarız öncelikle. Aracın motoru kesinlikle ilk önceliğimiz değildir.

Eş adayı ararken de namzedin boyuna, bosuna, endamına ve fiziğine bakarız. İçi, iç dünyası öncelikler arasında ilk üçe pek girmez. Hele bir de kadrolu çalışan ise aliyyül âlâ olur vesselam.

Kurbanlık hayvana mı bakacağız, yine gözümüz hayvanın fiziğinde. 

Hasılı her şeyimiz fizik. Alaverelerimiz  fizikle başlıyor, fizikle bitiyor. Lise 1'den itibaren hayatımıza bir de öğrencilerin korkulu rüyası Fizik dersi giriyor. Ne olduğunu doğru dürüst anlamadan sınıf geçmek ve test çözmek için uğraşır dururuz.

Hayatımız, içimiz, dışımız fizik dersek yeridir. Fizikle yatar, fizikle kalkarız. Rüyalarımıza girer. Bütün derdimiz fiziktir. Elde etmeye dünyayı veririz. Elde ettikten sonra kerevetimize eremiyoruz. Esas hayat, esas sıkıntı bundan sonra başlıyor. Çünkü biz Allah'tan fizik istemiştik verdi.

Görüntüsüne aldanıp aldığımız aracın içine binince motor başta olmak üzere diğer aksamının teklediğini, sos verdiğini görürüz. Ama iş işten geçmiştir artık. Bundan sonra geri kalan ömrümüzü araçla beraber sanayide tamirci ustasıyla geçireceğiz demektir. Görüntüsüne hayran olduğumuz kaportaya bir vuruldu mu, kaportacının elinden nasıl kurtulursun bilemem.

Hayatımızı birleştireceğimiz eşimizin albenili görüntüsü çektikçe çekmiştir seni. O cazibe merkezi, dünyanın merkezidir artık. Geri kalan ömrünü ona hizmet ederek onu memnun etmek için geçirirsin. Allah vere de görüntüsü meleği andıran perinin içi de güzel olsun. Özü de güzelse keyfine diyecek olmaz. Değilse yat ağla. Kalk ağla onu memnun edeceğim diye.

Kurbanlık hayvanın görüntüsünü beğenirsen genelde içinden de memnun kalırsın. Çünkü hayvanların genelde içi dışı birdir; şayet satıcı bir hile yapmamışsa.

Derslerden Fizik'ten pek yüzün gülmez. Çünkü bu ders sevdirmek için değil. Sanki nefret ettirilmek için icad edilmiş gibidir. Ders kolaylaştırılırsa öğrenci sınıfı geçeceğinden öğretmen pek cazibe merkezi olmaz. Ağırlaştıracaksın ki öğrenci peşinden ayrılmayacak. Gördüğü zaman sana saygı gösterecek, bir dediğini iki etmeyecek, selam verirken gözü sana bakacak, gerekirse senden ya da bir başka okuldaki meslektaşından özel ders alacak. Meslektaşınla çaprazlama paylaşacaksın. Gördüğün gibi çekim alanın hiç yok olmayacak.

Dediklerimden ve verdiğim örneklerden ikna olmadıysan seni sanal aleme davet edeyim. Orayı biraz izle. Paylaşımları gör. Gerçek hayatın yansımasını tüm çıplaklığıyla görürsün orada.  Ne mi demek istiyorum. İstersen kaportanı orada bir paylaş. Kısa zamanda beğeni rekorları kırarsın. Gelen beğenir, giden beğenir kaportanı. En beğeni almayan kaportanın sayısı yüzün altına düşmez. Ama kazara bir de orada fikir, düşünce, yazı paylaşırsan kaportana verilen değerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Onlar da ayıp olmasın diyedir. Çünkü önemli olan senin fikirlerin değildir. Dış kaporta daha önemlidir. Çünkü fikir, düşünce gibi şeyler okuma gibi bir sorumluluk gerektirir. Oldum olası sorumluluğu sevmeyiz. Kazara okusa bile, sen ona; iyi ol, adil ol vb. Şeyler söyleyeceksin. Bir defa bu alem sorumluluk yeri, hatta hatırlatma yeri hiç değildir.

Eğer illa yazı ve düşünce paylaşacağım diyorsan ya etkili bir makamda, ya da ünlü bir yerde ağırlığın olmalıdır. Yerin iyi olunca bir hayırlı geceler diye bir yazı paylaşsan yine beğeni rekorları kırarsın. Yok böyle bir yerin yoksa otur oturduğun yerde. Fikrim de, zikrin de senin olsun...

Baharı beklerken*

İlkokulda okurken sınıfımızın panosunda mevsimlerin yazılı olduğu bir bölüm vardı: “İlkbahar, yaz, sonbahar, kış” diye.  Öğretmenimiz ülkemizde yaşanan mevsimler bunlar derdi. Her üç aya bir mevsim düşüyordu. Arkadaşlar arasında en iyi mevsimin ilkbahar olduğunu konuşurduk.

Büyüdükçe mevsimleri takip etmeye başladım. İçinde  altı ay süren kış ve altı ay süren yazdan başka bir mevsim göremedim.  Kışın donduk, yazı bekledik. Yazın da kavruldukça kışı bekledik. Bu ülkede mevsimlerin en iyisi dediğimiz,  ya kışa dahil oldu. Ya da yaza. Kışın habercisi sonbahar da; ya yaz,  ya da kış olarak kendini gösterdi. Baharın özellikle ilkbaharın hep yalan, ya da gelmesiyle gitmesinin bir olduğunu gözlemledim hep.

Tıpkı yalancı bahar gibi ülkemizde barış, adalet, demokrasi, insan hakları, huzur ve sükunet gibi değerler de yalanmış maalesef. Gördüğüm herkes  ülkemizin en fazla ihtiyaç duyduğu bu şeylere özlemini dile getirir. Sonuç, sıfır; elde var,  sıfır. Yarım asrı devirdim doğru dürüst bahar görmedim. Barış, demokrasi, huzur vb şeyleri bekleyen ve isteyen herkesin de -istisnalar kaideyi bozmaz- beklediğinin kendi barışı, huzuru ve adaleti olduğunu gördüm. Bu değerlerimiz, yetkili makamlara gelenlerin unuttuğu, yetkisizlerin  dile getirdiği kavramlar oldu.  Bir gün yetkisizler yetkili olunca onlar da kendi adaletini, demokrasisini oluşturdular. Bu ülkenin sessiz çoğunluğunun kaderi hiç değişmedi. Tıpkı gelmesiyle gitmesi bir olan yalancı ilkbahar gibi bu ülkeye hiç huzur gelmedi. Bizden görünen “İçimizdeki İrlandalılar”  ve kendi ihtiraslarımız yüzünden pek geleceğe de benzemiyor. Gelmeyen bu bahar yüzünden hepimiz birbirimizi suçluyoruz. Her birimiz sorunu diğerinde aramaktadır. Nedense hiç birimiz bu konuda burnundan  kıl aldırmıyor. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Rakip/düşman gördüklerimizin derdi, sıkıntısı, ihtiyacı nedir diye düşünmüyoruz bile. Herkes; kendi çizdiğimiz, belirlediğimiz çizginin dışına çıkılmasın istiyor.

Eskiden “Huzur İslam’dadır” derdik.  Huzur, yine İslam’dadır. Buna eyvallah. Bilelim ki, gelmeyen huzur, dirlik ve birliğin sorumlusu İslam değil. Yaşadığımızı sandığımız İslam’dadır.

Adalet, huzur, dirlik isteyen bizler  ilk önce kendimizden ziyade karşı taraf için istesek sorun çözülür aslında. Her birimiz bozulmamış aklımızla hareket etsek bu akıl, vahiyle çatışmaz. Aklımızla konuştuğumuzu sandığımız birçok hususta aslında midemizle, nefsimizle hareket ediyoruz. Nefislerimizin çarpışmasından  huzur gelmediği gibi  bu mücadelenin kazananı da olmaz. Ah bir bilsek! Ah bir anlasak!

Eğer samimiyetle adalet, huzur, demokrasi vb hususlarda baharı bekliyorsak hepimiz ilk önce kendimize bakalım. Çünkü  Maide 105’de Allah: “Ey iman edenler! Siz, kendinizi düzeltmeye bakın. Siz, doğru yolda oldukça sapmış olan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O size neler yapıyor olduğunuzu haber verecektir.” Buyurmaktadır.

Her birimiz mevcut pozisyonuyla  devam ettiği müddetçe  Sünnetullah dediğimiz yasa değişmez. “…Bir toplumu oluşturan fertler kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez….”(Ra’d Süresi 11) Görüldüğü gibi istediğimiz iyi şeylerin gelmesi için öncelikle kendimizi değiştirmemiz lazım. Eğer Allah’ın verdiği güzel şeylerin yok olmamasını istiyorsak bunun da yolu yine ayette bellidir: “Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”(Enfal 53)

Barış , huzur, adalet.. istiyorsak, bu konuda samimiysek haydin öyleyse ilk önce kendimizden başlayıp taşın altına elimizi koyalım… Kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyelim.

*08/02/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
      

5 Şubat 2016 Cuma

155 polis imdat

1992 yılında Nizip’de görev yaparken binsinler diye çocuklarıma 450 liradan 3 taksite bir bisiklet almıştım. Sevincimize diyecek yoktu. Çünkü ailenin ilk aracı idi.

Yaşları yaşıt ve birbirine yakın 3 çocuğum bu bisikletle büyüdü. Her yaz tatil için Konya’ya gelirken bile bisikleti, arasındaki kırma yerinden ikiye bölerek getirirdik. 1994 yılında tayinim Kahta’ya çıktı. Bizimle beraber bisiklet de taşındı. 9 yıl geçmesine rağmen bisikletin özellikleri, görüntüsü, sağlamlığı, rengi ve temizliği görenlerin dikkatini çeker. “Yeni mi aldınız diye sorarlardı.

7 yıl sonrasında Kahta’dan Adana’ya tayinim çıkmış, biz bir taraftan toparlanma hazırlıkları yaparken  çocuklar da bisiklete biniyorlardı. Heveslerini aldıktan sonra  bisikleti evin girişindeki uygun olan yere bırakırlardı. Bir gün bindikleri bisikleti yukarı çıkarmayıp duvarları yüksek olan bahçemize bırakmışlar. Ertesi günü baktığımızda gözümüz gibi koruduğumuz, yağmur, kar bile görmeyen bisikletimizin yerinde yeller esiyordu.

Bir-iki gün geçtikten sonra karakola gidip bisikletimizin çalındığını söyledim.  Bisikletin özelliğinden;  şekline, şemailine varıncaya kadar tutanağa geçirdiler. Ahiret sorusu gibi sorular sordular. Verdiğim her cevabı kayıt altına aldılar. Ben söyledim onlar yazdı. Polislerin gösterdiği ilgi, alaka 10 numaraydı gerçekten. Bisikletim çalınmıştı ama gösterilen hassasiyet beni fazlasıyla memnun etmişti.  Öyle de tarif etmiştim ki, ailenin ilk göz ağrısı bisikleti, bu özellikleriyle; nerede görülürse, kim görürse görsün gözü kapalı bulurdu.  İfadeyi çıkarıp bana imzalattılar. İçten içe “Ramazan, polis şimdi Kahta’da benzeri bulunmayan bu bisikleti şıp diye bulur. Bisikleti cebinde bil, İyi ki akıl edip gelmişsin buraya. Vatandaşlık da bunu gerektiriyor” dedim.  Kalktım giderken görevli bana: “Hocam, bisikleti görürsen kendin almaya kalkma. Bize haber ver biz alalım. Kimseyle tartışma” dedi.

O gündür bugündür bisikletten hiç ses seda çıkmadı. Bisikletin üzerine ailecek bir bardak su içtik. Bisikleti emniyet aradı mı aramadı mı bilmem ama görevlilerin ilgisi mükemmeldi. En azından bisikletimizin çalındığı kayıt altına alınmış oldu.
*
2001 yılında Adana’ya nakil geldim.  Belediye Evleri Mahallesinde önü, ekili arazi  olan bir eve taşındım.  Arazinin hasadı yapıldı. Her yıl anızı ateşe verilirmiş. Etrafa duman, is, koku yayılırmış. 

Bu sene haber vereyim, vatandaşlık görevini yapayım, tedbir alsınlar, sahibini uyarsınlar diye 155 polis imdadı aradım. Adresi aldılar. Ardından: “Yaktıkları zaman haber ver” dediler. 

Günler geçti. Okuldan eve   etrafıma bakmadan girdim. Kapı, pencere kapalı. Niye kapalı, nasıl duruyorsunuz bu şekilde  dedim. “Yangını görmüyor musun? Etraf is, duman” dedi. Pencereden dışarıya  baktım. Koca arazi baştan başa ateşe verilmiş. Yanmış, kül olmuş. Bir ucunda sönmeye yüz tutmuş az bir yer kalmış. Aradım polisi. Anızı yakmışlar dedim. Hemen adresi aldılar. Adresi aldıktan sonra: filmlerdeki Türk Polisi gibi yine geç kaldınız deyince memur: “Beyefendi ne yapmamız lazım” dedi. Kardeşim ben size daha önce haber verdim. Mahalleyi duman kapladı. Kapıyı pencereyi açamıyoruz dedim . Ben böyle konuşunca polis de “Bu görev aslında bizim görevimiz değil. Anızlara valilik bakıyor” dedi. Biraz da kızarak. Ardından ben telefonu kapattım. Az sonra sönmeye yüz tutmuş köşedeki ateşi söndürmek için 2 itfaiye, bir ambulans, bir polis arabası görev başına geldi. Görevlerini layıkıyla yaptılar.

Olan bize oldu tabii. Adana gibi bir yerde pencere kapalı nasıl durulacaktı. O gün kapı, pencereyi hep kapalı tuttuk. Polisin önceden tedbir almaması beni üzmüşse de bana ilk defa “Beyefendi” diye telefonda hitap edenin polis olması beni fazlasıyla memnun  etti tabii.
*
2005 yılında bir Ramazan günü Pazar yerinde şahsımın üzerine yürüyüp bıçak çeken birinin elinden kurtulduktan sonra “Adama haddini bildirip, eline kelepçe taktırayım, yanına kar kalmasın diye 155 polis imdadı aradım. Durumumu anlattım. “Karakola gelip şikayet dilekçesi vereceksin” dedi görevli memur. Ben de kendisine “Sağ kalırsam gelir veririm” dedim kapattım telefonu.
*
Yıl 2016. İki haftadır apartmanın hemen girişine yamuk bir şekilde park edilmiş bir araç var. 2 hafta boyunca hiç hareket ettirilmedi. Sahibinin de kim olduğunu bilmiyoruz. Apartmana ancak kenardan dolaşarak  girebiliyoruz. Kimindir, necidir, hırlı mıdır, hırsız mıdır, acaba çalıntı bir araç mı diye endişelendim.  Yine vatandaşlık görevimi hatırlayarak 155 polis imdadı aradım. Aracın plakasını verdim. “Çalıntı görünmüyor, biz bir araştıralım efendim” dediler. 5 dakika sonra 155’den arandım. “Beyefendi , araç …isimli şahsa ait. Apartmanınızın birkaç apartman ilerisinde oturuyormuş. Aracın aküsü bittiğinden kaldıramamış. Bu gün akşama kadar aracını kaldıracak” dendi. Bu defa şahsıma “Efendi”, “beyefendi” denmesine falan sevinmedim. Akşam baktım. Araç yerinden çekilmiş. Polisimiz dört dörtlük görevini yapmış ve şahsımı da bilgilendirdiler. Kendi kendime 155 polis imdadımız iyi ki var. 2001 yılından günümüze epey gelişmiş, sağ olsunlar dedim.
*
Bütün bunları niye anlattın be kardeş dersen. İçimde hiçbir şey kalmasın istedim.