15 Ağustos 2025 Cuma

Himayelerinde

Günümüz siyasetinde zaman zaman kullanılan “Af talebinde bulunmak” ve “... himayelerinde...” tabirlerini çok itici buluyorum.

İtici bulmam, kelime ve kavramlara değil. Kullanıldığı yer itibariyledir. Daha doğrusu kullanan kişilerin kişiliğine uygun bulmadığımdan ve onların da onurunu korumak gerektiğini düşündüğümdendir.

Bizde pek işlemese de istifa gibi bir kavram varken bunun yerine son yıllarda af talebinde bulunmak deyiminin kullanılması akıllara zarar. İkisi de aynı kapıya çıkar. Ne fark eder demeyin. Af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden sanki suçluymuş. İşlediği bu suçtan dolayı af diliyor anlamı çıkar. Yine af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden kişinin onuru geri plana itilmiş, o kişinin haysiyeti korunmuyor demektir.

Gelelim, “himayelerinde” kelimesine. Bu kelime de siyasilerin dilinde bugünlerde sıkça kullanılıyor. Bu kelimeyi de bu yazıya eklememin sebebi, parti değiştiren bir siyasinin rozet takma merasiminde yaptığı kısa konuşmasında kullandığı bu kelimenin dikkatimi çekmesi: “Sayın ...’ın himayelerinde daha fazla hizmet edeceğime bir kere daha söz veriyorum”.

“Himayelerinde” kelimesini sadece siyasiler değil, bazı üst düzey bürokratlar da kullanıyor.

Önce himaye kelimesinin anlamına yer vereyim. Arapçadan dilimize geçmiş himaye kelimesi, “koruyuculuk, kayırma ve elinden tutma” anlamlarına gelmektedir. Buna, koruyup kollama, gözetme, destek olma, destek çıkma, başkalarına göre kayırma ve torpil yapma, referans vs. diyebiliriz.

Koruyup kollama ve gözetme anlamında söylenirse eh dersin. Ama kayırma ve torpil anlamında kullanılırsa kullanıldığı yer itibariyle bu kelimenin savunulacak bir yanı olamaz.

Bu kelime, horozlanan biri için halk arasında “Seni bir himaye eden var. Arkanda kim var” şeklinde söylenir.

Himaye kelimesiyle ilk müşerref olmam, siyer okurken Hz Muhammed’in Ebu Talip’in himayesine girmesi. Amcasının vefatı sonrası Taif’ten dönerken Mekke’ye girebilmek için müşrik olmasına rağmen Mutim b. Adiy’in himayesine girmesi.

Hz Muhammed’in, davasını anlatmak, malına ve canına zarar verilmemesi için Ebu Talip ve Mutim’in himayesine girmesi doğaldır ve anlaşılır. Çünkü Arap kültüründe birinin himayesine girdikten sonra kimse ona zarar veremez. Zarar veren hamiyi (himaye edeni, himayeyi üstleneni) karşısına almış olur. Bu yüzden himaye eden güçlü bir aktör olmalı.

Hiçbir menfaat beklentisi olmadan davasını anlatmak için Hz Muhammed’in güçlü aktörlerin himayesine girmesi anlaşılır.

Himaye, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, bu kelimeyi de tıpkı af talebinde bulunmak deyiminde olduğu gibi şık bulmuyorum. Çünkü bu kelime de himayesi altına giren kişinin onurunu zedeler. Her tarafa çekilebilecek ve farklı anlamlara sebebiyet verecek bu kelime yerine, “Sayın falan kişiyle bir ekip olacağız. Ekip ruhu içerisinde çalışacağız, güçlerimizi birleştirerek şehrime/ülkeme daha iyi hizmet edeceğime inanıyorum” dense özellikle bu sözü söyleyen kişinin onuru zedelenmemiş olur.

Günümüzde güçlü aktörlerle işbirliği yapmak avantajlar getirse de ne kadar aksaklıklar olsa da kanun ve kurallarıyla işleyen bir devletimiz var. Her kim olursa olsun kanunun kendisine verdiği yetkiyi kullanır. Aksi, yetki aşımı olur. İş yapmak, daha fazla hizmet etmek amacıyla illa birinin ya da birilerinin himayesine girmek gerekmez. Böyle olsa bile himayelerinde ifadesini kullanmamak gerek. Çünkü yaşadığımız devlet Arap kültürünün getirdiği bir sistem değil. O gün kaba kuvvet hakimdi. Bugün ise Anayasa, kanun ve yönetmelikler herkesi bağlar. Herkes mevzuatın verdiği yetkiyi kullanır, mevzuatın verdiği imkanlardan yararlanır.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Dışarıda Top Koşturan Futbolcularımız

Başta şampiyonluğa oynayan büyük takımlarımız olmak üzere Süper Lig ve PTT 1.Liginde, yabancı ülkelere mensup futbolcuların ağırlığının olduğu bir vakıa.

Yüksek paralar vererek büyük umutla transfer edilen yabancılar, takımların ilk on birinde yer alsa da almasa da verimli olsa da olmasa da kapağı bu ülkeye attı mı, kolay kolay gitmiyor. Gerekirse bir başka takıma kiralık gidiyor, başka takıma transfer oluyor ama kolay kolay gitmiyor. Yani kahir ekseriyeti bu ülkede kalıcı oluyor.

Niçin gitmiyorlar? Ya iyi kazanıyorlar ya bu ülkede top koşturmaktan mutlular ya elleri mahkum ya da profesyonelliğin gereğini yapıyorlar.

Sebep her ne ise görünen o ki bu ülke yabancı futbolcular için bir cennet mesabesinde. Bu ülkede bol bol para kazanıyorlar.

Yabancı futbolcuların durumu bu iken bu ülke insanının dışarıda top koşturan kaç futbolcusu var? Bildiğim kadarıyla bir elin parmaklarını geçmez. Bugün Avrupa kulüplerinde top koşturan milli futbolcularımız da Avrupa kulüplerinin alt yapısından yetişen futbolcular. Bu ülkede parlayıp da Avrupa kulüplerine transfer olan milli futbolcularımızın da tutunamayıp geri geldiğini görüyoruz. Kazara tutunan bir futbolcumuz olsa bile bir başka kulübümüz yüklü miktarda para vererek o futbolcuyu tekrar ülkeye getiriyor.

Aklımda kaldığı kadarıyla 2000 UEFA kupasını kazanan GS alt yapısından yetişen milli futbolcular, Avrupa kulüpleri tarafından transfer edilmişti. Bu futbolcuların çoğu, gitmesiyle geri dönmesi bir oldu. Emre Belazoğlu biraz tutunacak gibiydi. Aziz Yıldırım FB'ye transfer etti. GS'den Benfica kulübüne giden Kerem Aktürkoğlu'nun ismi de FB'ye transfer edilecek diye geçiyor. Halbuki Kerem gideli daha bir sezon oldu. İsterim ki Kerem yurtdışına kalsın. Sadece Kerem değil, giden her futbolcu gittiği yerde kalıcı olsun. Bu vesileyle bu ülkeye döviz getirsin.

İşin garibi bu ülkeden kelepir fiyata transfer edilen bu futbolculara astronomik paralar vererek geri getiriyoruz. Avrupa'ya giden futbolcularımız da haliyle tutunamayıp annelerinin ligine geri dönüyor.

Bunun tek istisnası, Tugay Kerimoğlu. GS alt yapısından yetişip uzun yıllar takımında ter döktükten sonra Ranger'de bir sezon top oynayıp ardından 8 yıl da Blackburn Rovers'da oynadı. Avrupa'ya gidip tutunan belki de tek futbolcumuz Tugay'dır. Başka varsa da bilmiyorum. Bugün Avrupa'da top koşturan lejyonerleri saymıyorum. Çünkü onlar Avrupa kulüpleri alt yapılarında yetişmiş milli takımda oynayan futbolcular.

Bu demektir ki Avrupa, Afrika vs. ülkelerden hep futbolcu transferi yapıyoruz. Fakat biz o kadar futbolcu ihraç edemiyoruz. Ülkemizdeki yabancı futbolcular ülkelerine döviz götürüp ülkelerine katkı sağlıyor. Bizimkiler ise kazandırmadığı gibi üste para verip geri alıyoruz. Bir türlü profesyonelliği öğrenemedik gitti.

Kulüplerimiz dünyanın parasını vererek transfer ettiği yabancı futbolcular ile Avrupa’da başarı gösterseler, hiç gam yemeyeceğim. Her sezon ülkemizi Avrupa kupalarında temsil eden takımlarımız tel tel dökülüyor. Avrupa’nın mahalle takımlarına elenip annelerinin ligine geri dönüyor. İnanın, kendi insanımızdan oluşturulacak futbolcularla şampiyonluğa oynayan takımlarımız yine şampiyon olurlar. Durum bu iken yabancı futbolculara bu kadar para niye?

Bir de şu durum var. Bu da profesyonellikle bağdaşmıyor. Bir takımla özdeşlesen bir futbolcu başka bir kulübe geçince hoş karşılanmıyor. Satılmış olarak görülüyor. Kazara eski takımına bir gol atsa, gol sevinci yaşasa ya da ayağına her top geldiğinde yuh tezahüratları yapılıyor. Bunu da anlamadım gitti. Bu da profesyonelliği anlamadığımız ve her şeye duygusal yaklaştığımızın bir göstergesi. Halbuki etik olan, kim hangi kulübün formasını giyiyorsa, formasının hakkını vermesi ve o kulübü namına ter dökmesidir.

Tarihi Buğday Pazarı'nda Tarih Kokmuyor

Bir yazımda, Avusturya'ya gitmek için başvuru yapan çifte, Avusturya hükümetinin; "Niçin gelmek istediklerini, geçimlerini nasıl sağlayacaklarını, düşündükleri iş yeri için o bölgede aynı işi yapan şu kadar firma olduğunu, bu bölgede o iş yerini açmaya izin veremeyeceklerini, bu iş yerini ancak falan bölgede açabileceklerini, iş yerini açtıktan şu kadar zaman sonra bu kadar kazanç elde ettiklerini belgelemelerini, aksi takdirde oturum izni vermeyeceği" türünden sorup soruşturduğunu, şartlar yerine getirildikten sonra Avusturya hükümetinin çifti ülkelerine kabul ettiğini yazı konusu edinmiş, bizde niçin böyle oturmuş bir devlet düzeninin olmadığına dikkat çekmeye çalışmıştım.

O yazımda açılacak iş yerinin yerine bile Avusturya hükümetinin müdahale ettiği, bunun o bölgedeki aynı işi yapan firmaları korumaya yönelik olduğu da dikkat çeken husustu. Bizde ise iş yeri planlaması yapılmamakta. İsteyen herkes istediği her yerde ve aynı bölgede aynı işi yapabildiği ise hepimizin malumu.

Avusturya ve ülkemizi bırakıp Konya'ya geleyim. Sizi Tarihi Buğday Pazarı çarşısına götüreyim. Burasını Konya'da yaşayanlar bilir. Nicedir atıl durumda olan bu yer bir zamanlar Eski Buğday Pazarı diye bilinirdi.

Bu tarihi çarşı restore edildi. Daha doğrusu aslına uygun yeniden yapıldı. Halkın ve esnafın hizmetine sunuldu. Atıl durumda iken in cin top oynayan bu çarşı, şimdilerde insan yoğunluğu bakımından hareketli. Çarşının hareketliliği, esnafın müşteri çekmesinden kaynaklanmıyor. Çarşı içinde bulunan 7-8 tane çay ocağına geliyor insanımız.

Çay ocakları küçük olmasına rağmen çarşının avlusuna konan masa ve sandalyeler, sabahtan akşama eşiyle, dostuyla muhabbet edip vakit geçirecek ve çay içecek kişilere ev sahipliği yapıyor.

Bu kadar çay ocağını görünce, bu çarşıya Tarihi Buğday Pazarı demekten ziyade "Çay Ocakları Çarşısı" ismini vermek daha uygun düşer.

Hepsinin az veya çok müşterisi olsa da bir çarşı içinde yan yana ve karşılıklı bu kadar çay ocağı plansızlığımızın bir göstergesi. Avlusunda bu kadar oturmuş erkeği gören kadın müşterinin de bu çarşıya gelip küçük esnaftan alışveriş yapması pek mümkün görünmüyor. Zaten çay ocakları dışında burada dükkan açan esnaf adeta sinek avlıyor. Çünkü diğer esnaf da pek farklı bir şey satmıyor. Haliyle çarşı müşteri çekmiyor. Sadece çay satıyor.

Aslına uygun yapılan, zaman zaman oturup çay içtiğim ve vakit geçirdiğim bu çarşının, adına uygun tarihi bir çarşı olmasını isterdim. En azından tarihi hatırlatan, tarih kokan bir çarşı planlanabilirdi. Bu çarşıda ne olabilir ya da neler satılabilirdi? Pekala çarşıdaki kaç dükkanın hangi işi yapabileceği planlaması yapılabilirdi.

Mesela, bu tarihi çarşıda, yok olmaya yüz tutmuş ve can çekişen mesleklere yer verilebilirdi. Kalaycılık, bakıcılık gibi. Sanat değeri olan el sanatları gibi. Antika halı gibi. Yine bu çarşıda, adına uygun olarak ata tohumu satan esnaflara yer açılabilirdi. Aynı şekilde antika eşya satan esnaf da düşünülebilirdi.

Bir çarşıda elbette çay ocağı, wc, küçük bir mescit olsun. Ama bu çarşıyı çarşı yapacak, müşteriyi buraya çekecek satış çeşitliliği olmalı. Adına Tarihi Buğday Pazarı denmişse, bu çarşı buram buram tarih kokmalıydı. Bu çarşı da diğerlerinden farklı olmayacaksa, isteyen istediği şeyi satacaksa, o zaman bu çarşının başındaki Tarihi ibaresini kaldırmak gerek.