13 Nisan 2025 Pazar

Dönemlik mi, Ömürlük mü? *

ABD'nin tarihine bakıyorum. 1776 yılında kurulmuş. 1789 yılında yapılan ilk başkanlık yarışını George Washington kazanarak ABD'nin ilk başkanı olmuş.

ABD'de başkan seçilenler teamül olarak en fazla iki dönem olarak başkanlık yapmışlar. Teamül olmasına rağmen bu teamülü hiçbir başkan çiğnemez. İki dönem başkanlık yapan köşesine çekilmiş.

Bu teamül çiğnenmemesine rağmen 1951 yılına gelindiğinde, bu iki dönem teamülü, yapılan değişiklikle anayasaya koyar ABD: "Herhangi bir başkan üçüncü kez seçilemez. Başkanlık makamının boşalması sonucunda görevi üstlenen kişi en fazla 10 yıl başkanlık yapabilir. Makam boşaldığında seçimlere iki yıldan fazla süre kaldıysa, başkanlık görevini üstlenen kişi yalnızca bir kez seçilir".

Bu demektir ki ABD kurulduğu andan itibaren başkanlık sistemiyle yönetilmekte. O zamandan bu zamana seçilen başkanların süresine göz atıldığında, kimi başkanlar bir defa seçilerek dört yıl kimi de iki dönem seçilerek 8 yıl başkanlık yapmış. Hem teamül hem de anayasaya girdikten sonra hiçbir başkanın görev süresi ne uzatılmış ne teamül çiğnenmiş ne de anayasa delinmiş.

Görevi başında iken vefat eden başkanlar var. Başkan vefat edince seçime gidilmiyor. Yönetimi başkan yardımcısı devralıyor. Çünkü ABD'de başkan yardımcısı da seçimle yardımcı oluyor.

Seçimi erkene alma durumu da söz konusu değil. Seçimler dört yılın sonunda kasım ayında yapılıyor. Yeni seçilen başkan 20 ocakta başkanlık koltuğunu devralıyor.

Gördüğüm kadarıyla ABD'de başkanlık sistemi tıkırında devam ediyor. Çünkü hiç boşluk bırakılmamış.

Sistemi öyle oturmuşlar ki şu başkan çok başarılı. Bunun için anayasayı değiştirelim de bir dönem daha uzatalım ya da erken seçim kararı alalım da üçüncü kez aday olsun denmiyor.

Başkanın vefatı durumunda ülkede hükümet krizi gibi bir belirsizlik olmuyor. Çünkü yerine başkanlık yapacak bellidir.

Anladığım kadarıyla ABD, başkan seçerken kimse vazgeçilmez ve bulunmaz Hint kumaşı demiyor. Şu başkan gibisi bir daha gelmez, bu giderse halimiz harap diyen yok. Başkan seçilen süresinin ne zaman biteceğini biliyor, halk da başkanın dönemlik seçildiğini biliyor ve koskoca ABD, içinden yeni bir başkan çıkarır diye düşünülüyor. Bundandır ki her seçilen başkan bir veya iki dönemle sınırlı başkanlık yapıyor, ABD ve dünya tarihine adını yazdırıyor.

ABD'den ülkemize gelmek istiyorum. Ülkemize dair çok şey söyleyip çok örnek vermeyeceğim. Bizde yönetim şöyle veya böyleydi demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki bizde hem vekil hem başbakan hem Cumhurbaşkanı hem muhtar hem belediye başkanı hem oda başkanı hem şeyh hem dernek ve vakıf başkanı; ister seçimli ister atamalı ister seçimsiz olsun, her nereye seçilirse seçilsin, seçilen dönemlik değil, ömürlük olmak ister. Tıpkı padişahlık sistemi gibi. Ölünceye kadar koltuk, post bırakılmak istenmez. Şu kadarlık diye bir süre olsa bile bir şekilde kişiye özgü değişiklik, yeni yorum getirme, sistem değişikliği i, erken seçim vs. gibi sebeplerle süre uzatımına gidilir. Görev esnasında ölümcül hasta da olunsa, altına bez de bağlansa bu makam ölünceye kadar devam eder. Her birinin ölümü de yeni kaos demektir. Çünkü yerine kimin geleceği belirsizdir.

Kısaca ABD’de başkanlar dönemlik seçilirken bizde istisnalar hariç özellikle siyasetimizde iktidar veya muhalefet fark etmez, hepsi ömürlük seçilir. Genelde mezara kadar devam eder.

*16.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Nuray Mert *

90'lı yıllarda ekranlarda sıkça gördüğümüz bir profil idi.

28 Şubat sürecinde herkesin sustuğu bir ortamda gözünü budaktan esirgemedi.

Yabancısı olduğu bir kesimi savunuyordu durmadan. Çünkü onlar, başörtülü okullarına alınmıyor, yok yere ceza alıyor, savundukları partileri eften püften nedenlerle kapatılıyor, yöneticilerine siyasi yasak getiriliyor. Dışlanıyor, horlanıyor, insan muamelesi yapılmıyordu.

Kendi camiasına, bu insanlar özgürlük istiyor, bunlara yasakları reva görerek yanlış yapıyorsunuz diyordu hem ekranlarda hem de yazılarında. Söylediklerinin ve yazdıklarının kendi mahallesinde bir karşılığı olmamasına ve onlardan tepki almasına rağmen mağduru savunmayı bir görev bildi.

Onca ekranlarda gördüğüm, konuşmalarıyla gönlümde taht kuran, bizi savunuyor, helal olsun dediğim bu kadın, bir profesörmüş aynı zamanda. Ama ekranlarda ve yazılarında isminin altında ben bu unvanı hiç görmedim. Anladığım kadarıyla etikete önem veren biri değil. Belki de unvanıma yer verilmesin, sadece ismim yeterli demiş olmalı.

Ne zamandır ekranlarda görmediğim ve yazılarını okumadığım soyadı gibi mert olan Nuray Mert, öldü mü, kaldı mı derken meğerse Medyascope'ta yazıyormuş. Son yazısında da akademik unvanına yer vermemiş. Yazısını haber yapanlar Prof. Unvanına yer vermiş. "Veda ediyorum" yazısı sanal aleme düşünce haberim oldu. "Ülkeme ilişkin siyasi yorum yazısı yazmaya ve görüş bildirmeye son verme kararı aldım" demiş son yazısında. Son verme nedeni olarak da "Sadece, kendi adıma da ülkem adına da artık korkuyorum. Kendi adıma, soluğu cezaevinde alırsam kedilerime kim bakar diye korkuyorum. “Torun” saydığım, yeğenimin küçük kızından ayrı kalırım diye korkuyorum. Geçirdiğim ölümcül hastalığın izleri, sağlık durumum, yaşım itibarıyla tahammülüm, mecalim bitmek üzere diye korkuyorum. Ülkem adına, bir karanlık tünelde nereye gittiğimiz meçhul hale geldiği için korkuyorum. O küçük kız için korkuyorum. Gocunulacak yanı yok, insan korkan bir varlıktır." şeklinde yer vermiş son yazısında.

Veda ediyorum” yazısındaki görüşlerine katılır veya katılmazsınız. Korkuyorum endişesini yerli veya yersiz bulursunuz. Çok abartmış. Böyle bir endişeye mahal yok diyebilirsiniz.

Böyle bir endişe var veya yok. Ama bir zamanların korkusuz kalemi, korkuyorum diyorsa ve bu noktaya gelmişse bu konunun üzerinde bir kez daha düşünmek lazım. Eğer görüş açıklamadan dolayı insanların başına bir şey geliyorsa özgürlükleri genişletmek lazım. Yok, yersiz yere böyle bir korkuya kapılmışsa, korkun yersiz diyerek bu kişiyi ikna etmek lazım.

Bir zamanların korkusuz söz sahibi ve kalem erbabı korkuyorsa yazıp çizen ve görüş açıklamaya çalışanların hayli hayli korkması lazım. Buna rağmen yazıp çizene ise cahil cesareti demek herhalde yanlış olmaz.

Sözün özü, Vefa İstanbul’da bir semtin adı olduğunu bir kez daha hatırlamış olduk. Çünkü görünen o ki insanın vefası yok. Bakmayın bir kahvenin kırk yıl hatırı olur dendiğine. Eğer vefamız olsaydı, “Bu kadın en zayıf ve güçsüz olduğumuz zamanda laik kesimin tepkisine, akademik unvanı tehlikeye girmesine ve mahallesinden dışlamayı göze alarak bizim haklarımızı savundu. Bugün farklı düşünüyor, bizi eleştiriyor ama geçmiş yaptıkları adına koruyup kollamak, ona olan vefa borcunu ödemek lazım ya da görmezden gelmek veya eleştirilerine kulak vermek lazım” demek varken geçmiş bir fotoğraf görüntüsü üzerinden terör örgütü üyesi iddiasıyla hakkında dava açmak hiç olacak şey olmasa gerek.

Görünen o ki Nuray Mert ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmış biri. Görüşlerinden dolayı zamanında laik kesim dışlamış, sonrasında da bir zamanlar kendilerini savunduğu dindar, mütedeyyin ve İslamcı kesim dışlamış.

Kim ne derse desin, kim onu dışlarsa dışlasın, nazarımda ayrı bir yeri vardı. Bundan sonra da olmaya devam edecek, bu korkusuz Mert kadının.

*16.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Nisan 2025 Cumartesi

Mücadelelerde En Etkili Silah *

“Konstantin, Rum hükümdarı olduğunda yaşı ilerlemiş ve ahlakı da kötüleşmişti. Ayrıca cüzzam hastalığına yakalanmıştı.

Halk onu tahttan indirmek istedi ve bunu ona bildirip şöyle dediler:

“Tahtı bırak. İçinde bulunduğun nimet ve imkânlardan hiçbir şey kaybetmeyecek şekilde sana mal-mülk vereceğiz.”

Konstantin danışmanlarıyla istişare etti, ona dediler ki: “Sen halkla baş edemezsin. Onlar seni tahttan indirmek için birleştiler.”

Konstantin: “Peki çözüm nedir?” diye sordu.

Danışmanları: “Dini kullanarak çözüm bulacaksın. …Hristiyanlık dinine girer ve insanları bu dine davet edersin. Böyle olunca insanlar ayrılığa düşecektir. Sana itaat edenlerle birlikte isyan edenlere karşı savaşırsın. Şu bir gerçek ki din uğruna savaşan hiçbir millet asla kaybetmez” dediler.

Konstantin bu denilenleri yaptı ve Rumlara karşı zafer kazandı. Onların kitaplarını ve felsefi eserlerini yaktırdı. Kiliseler inşa edip insanları Hristiyanlığa davet etti”. (İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-Ümem, I, 111.)

Kıssadan hisse, Konstantin, altından kaymakta olan iktidar koltuğunu koruma yolu olarak çareyi dine sarılmada bulmuş. Hikayeden anlaşıldığına göre bunda da başarılı olmuş. Yine bu hikayeden anlaşıldığına göre Konstantin din silahını kullanmadan önce Hristiyanlığa inanmıyor. Bunun için önce Hristiyanlığa giriyor, sonra hem Hristiyanlık propagandası yapıyor hem de kiliseler inşa ediyor. Kısaca dinin yılmaz bir savunucusu ve koruyucusu olup çıkıyor.

Dini ilk kullanan Konstantin mi, daha önce başka iktidar sahipleri de dini bu şekil kullandı mı bilmiyorum. Bildiğim, Konstantin’den sonra dini kullanan kullanana. Üstelik bu kullanma sadece iktidarda kalmak için değil, iktidara gelmek için de kullanılıyor. Belli ki din rekabette etkili bir silah. Bu silahla yola çıkanların mağlup olması mümkün değildir. Çünkü kimse din üzerinden yapılan satışla başa çıkamaz ve rekabet edemez. Yoluna din ile çıkanlar rakiplerine göre maça her daim 1-0 önde başlarlar. Çünkü din, halkı motive etme, kenetleme ve taraftar kazanma, aynı zamanda kutuplaştırma özelliğine sahip.

Gerçekten amaç iktidar olmak ve iktidarda tutunmak olunca, din burada bir aparat bir araç olmakta.

İktidar sahiplerinin hedefinde iktidar olmak ya da iktidar kalmak var. Ama rakiplerle rekabet ise din üzerinden yürütülmekte. Özellikle zorda kalındığı durumlarda din iyi bir araç olmakta. Dinî kullananlar dinin yılmaz savunucusu olur, karşı tarafta rakip olarak belirledikleri ise din düşmanı, dini özgürlükleri kısıtlamak isteyen olarak gösterilir. Buna dava denir, uğruna ölürüz denir. Olur biter. Din düşmanı damgası yiyenler ise bu algıdan kolay kolay kurtulamaz. Hep savunmada kalırlar.

Din sadece iktidar olmak için değil aynı zamanda savaşlarda da kullanılır. Avrupalı devletlerin Osmanlı ile yaptıkları savaşın gerisinde ekonomik ve toprak elde etme sebepleri varken, halkı savaşa katmak ve haklı olduklarını göstermek için dini öne sürüyorlar. Bundandır ki bu savaşlar tarihe Haçlı Seferleri diye geçmiştir.
Yine İsrail, devletinin küçücük toprağını genişletme hedefini arzımevûd (vaat edilmiş topraklar) demek suretiyle yayılmacılığına din sosu veriyor.

Aynı şekilde Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlının da yaptıkları çoğu savaşlara, ila-yı kelimetullah ve fetih demek suretiyle toprak elde etmeye başka bir anlam yüklediklerini söyleyebiliriz.

Kısaca dinler hemen hemen her alanda kullanılmaya müsait ve birilerinin emellerini ve hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları en büyük silahtır.

*14.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.