3 Ağustos 2021 Salı

Sabotaj mı, Küresel Isınma mı? *

“2010 yılında ‘Küresel ısınma’ konulu bir seminer dinlemiştim. Aklımda kaldığı kadarıyla “Dünyayı küresel bir ısınma bekliyor. Susuzluk kapıda. Heyelanlar eksik olmayacak, toprak kayması artacak. Sular çekiliyor, buzullar eriyor. Yağışlarda süreklilik olmayacak. Ormanlar yok oluyor, Anadolu kuraklaşıyor, özellikle Konya kuraklıktan en fazla pay alan illerimizden... Çünkü dünyada ağaç ve ormanlıklar % 30’lar civarında iken, Türkiye’de % 18, Konya’da ise % 12 dolaylarında. Bu yüzden tedbir almalıyız.” açıklamalarını yapmıştı seminer yetkilisi”. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2016/05/rahmetine-susadk-biz-rahmann.html)

Yıl 2021 olmuş. O günden bugüne bakıyorum. Seminerde dinlediğim küresel ısınmanın etkilerini her geçen gün daha fazla hissetmeye başladık. Bu tehlikeye karşı neler yapılabilirdi? Aslında bu tehlikelere karşı çok bir şey yapmamıza gerek yok. Elimizi doğadan çekiversek, dünyayı hoyratça kullanmasak, kötü emellerimize dünyayı alet etmesek, atalarımızdan emanet aldığımız bu dünyayı gelecek nesillere güzelce teslim edebilsek, ne biz sıkıntı çekerdik ne de bizden sonraki gelecekler. Çünkü doğa kendi kendini rektifiye ederdi. Tüm bu yaptıklarımıza rağmen dünya gerçekten iyi ayakta duruyor.

Küresel ısınma, etraflıca düşünülmesi gereken bir konu. Bu bizi aşar. Orman yangınlarına gelmek istiyorum. Yangınla ilgili bilgiler an be an değişiyor. Bu yazıyı orman yangınlarının yedinci günü ele aldım. Tarım Bakanının açıklamasına göre 137 yerdeki yangınlar kontrol altına alınmış, ama hala yanmaya devam eden bölgelerimiz var. Yangınlar önce kontrol altına alınır, ardından tamamen söndürülür. Temennimiz bu yönde.

Devlet bu yangınları kontrol altına almak için eldeki tüm imkanları kullanmaya çalışırken, bu bölgelerde oturanlar zehir solarken, kimi yangına teslim olup canını verirken, yangınları söndürmeye çalışanlar ölümle burun buruna gelirken, bazı yerleşim yerlerinin tahliye edilmesi konuşulurken, oturduğumuz yerden “şöyle olsaydı yanmazdı, böyle olsaydı olmazdı, uçak vardı/yoktu” demenin zamanı değil diye düşünüyorum. Zira olan olmuş ve yangın devam ediyor. Bu durumda yapılması gereken elimizden geleni yapmaktır. Yangın bölgesinde olanlar ölüm ve yanma riskine rağmen nasıl ki gönüllülük esasına dayalı olarak imdada koşuyorsa, yangın bölgelerinden uzak olanlara düşen; soğukkanlı olmak, sağduyuyla hareket etmek ve yangına körükle gitmemektir. Çünkü içimiz yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor, bize nefes olan geleceğimiz yanıyor.

Tüm yangın riski bittikten sonra mağdurların yaralarını sarmaya çalışalım. Sonra bu konuyu enine boyuna masaya yatıralım, ihmali olanlardan ve ucu kime dayanıyorsa onlardan hesap sorulsun ve ilgilileri bedeller ödesin ki bir daha böyle afetlerle muhatap olmayalım.

Burada soğukkanlılığımı koruyarak şu sorulara cevap aramak istiyorum:

Basının yazdığına göre yangınları, terör örgütüne bağlı bir inisiyatif üstlenmiş. Bunlar yakmış olabilir mi? Yoksa biz bunu üstlenelim ki bu vesileyle gücümüzü göstermiş oluruz politikası güdülüyor olabilir mi? Çünkü meşhur olmak için illaki iyi yönde adını duyurmak gerekmiyor. Eğer bu örgüt yaktı ise bildiğim kadarıyla bu örgüt, 2019 yılında yanan ormanları da üstlenmişti. Sosyal medyada dolaşan bir videoya göre bu inisiyatif, “Çakmağın atom bombası değerinde olduğunu ve ormanları yakın emri verdiği” görülüyor. Bu video sanal alemde dolaşımda iken devletin istihbaratı nerede ve ne işle uğraşıyor, bunu sorgulamak lazım. Aynı anda çok yerde ormanlar alev aldığına göre bunu yapan kişilerin bir elden yönetilmiş olması, bunların da haberleşmeyi iletişim yollarından sağlamış olabileceği ihtimali çok yüksek. Gerçekten burada devletin istihbaratını sorgulamak lazım.

Yangınların küresel ısınmanın bir sonucu olabileceği de bizi düşündürmesi lazım. Çünkü ısınmayla birlikte nem oranının düşmesi sonucu, ağaçlar ufacık bir kıvılcımda ateş alabiliyor. Bu konuda yani ısınmayla birlikte sıra dışı orman yangınlarının olabileceği çok önceden açıklanmasına rağmen bu yangınları en aza indirmek için yetkililer ne tür tedbirlere başvurmuşlardır? Sanki bir yansın, bakarız görüntüsü veriliyor.

İster sabotaj ister küresel kaynaklı olsun, görünen o ki her yıl önceki yıllara oranla orman yangınlarında artış olacağı anlaşılıyor. Zaman kaybetmeden elde kalan ormanları yakmadan, geleceğe nasıl taşıyacağımızın plan ve programını yapmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü asıl olan atalarımızdan miras olarak aldığımız bu ormanları çocuklarımıza devretmektir. Bunu yapmazsak emanete ihanet etmiş oluruz. Yoksa görüldüğü gibi yanan ormanları söndürmek öyle kolay olmuyor ve maalesef yerine yenilerini eksek bile çoğu bakımsızlıktan tutmuyor, tutsa da doğal ormanın yerini vermiyor.

Hangi sebeple olursa olsun, ormanları yaktırmamak, yanıyor/yakılıyorsa da bunu en aza indirgemek, yanan ormanları çabucak kontrol altına almak için her türlü imkân ve teknolojiden yararlanmak, devletin asli görevleri arasındadır. Her ne kadar hırsıza kilit dayanmaz ise de caydırıcı olması yönünden, devletin bir dizi tedbirleri devreye sokmasında fayda vardır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Bunlar neler olabilir?

1.      Yangınların arttığı yaz dönemlerinde, ormanlara giriş ve yaklaşmak yasaklanabilir.

2.      Ormanların etrafında belli mesafelere gözetleme kulesi yapılabilir. Mesela 250-500 metre gibi. Buralarda nöbet usulü görev yapacak şekilde askere gönderdiğimiz ve yanaşık düzenden başka bir eğitim almayan askerlere görev verilebilir. Uyarıya rağmen yaklaşan ve girmeye çalışanları yıldırmak ve engellemek için askere ateş etme yetkisi verilebilir.

3.      Piknik yapmak, mangal yakmak yasaklanabilir. Gezmek, dolaşmak, temiz hava almak ve spor yapmak için orman bölgesine giriş yapanların girişlerde kimlik bilgileri alınabilir. Ormana girerken arabalarında ve ceplerinde kibrit ve çakmak kontrolü yapılabilir.

4.      Ormanların belli noktalarında gözetleme kuleleri oluşturulabilir.

5.      Herhangi bir orman yangınında, bir yerde başlayan yangının diğer bölgelere sıçramayacak şekilde yolların açılması, gerekirse birbirine sık olan ağaçların kesilmesi yoluna gidilebilir.

6.      Suç işleme ve orman yakma potansiyeli olanların telefon konuşmaları sürekli dinlenebilir, yazışmaları ve sosyal medya hesapları ve belli örgütlerin paylaşımları takip edilebilir. Bunlar yaktıktan sonra değil, yakmadan önce derdest edilmelidir.

7.      Orman yakan ve orman yakmaya yeltenenlere caydırıcı olması yönünden “Yaş kesenin başı kesile” misali hiçbir indirimden yararlanamayacak şekilde en ağır ceza düzenlemesi yapılarak hayata geçirilmeli. Ateşle oynayanın geri kalan ömrü dört duvar arasında geçireceği bir düzenleme Meclisten geçirilmeli.

8.      Bugün ve her an orman yangını çıkacakmış gibi devlet hep teyakkuzda olmalı. Yeterli ekipman ve yangın söndürmede kullanılacak uçak, helikopter vb. malzeme ve materyaller çalışır vaziyette hep hazır tutulmalı.

9.      Herhangi bir olumsuzluğun ve tehlikenin önüne geçmek amacıyla yaz aylarında ormanların üzerinden SİHA ve İHA’lar sürekli uçuş yapmalı.

10.  Orman yangınları başta olmak üzere tüm doğal afetlerde iktidarı, muhalefeti, devletin tüm kurumları birbirini suçlamak yerine kenetlenmeli. İşbirliğine gitmeli.

11.  Devleti yöneten iktidar eleştiriye açık olmalı, önerilere kulak vermeli. Muhalefet de eleştiri zamanını iyi ayarlamalı.

*06-07/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır. 

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşı Muamması *

2009 yılı olsa gerek. Domuz gribi kamuoyunu epey bir meşgul etti. Tehlikeli bir hastalıktır, öldürücüdür dendi durdu. Bu hastalıktan korunmak için dönemin sağlık bakanı, aşı ithal etti. Vatandaşa aşılanmaları yönünde tavsiyelerde bulundu.

İnsanımız, aşı olmaya başlayınca olayım mı, olmayayım mı derken iş dönüşü sağlık ocağının bahçesinde, sağlık grup başkanını gördüm. Selâm verip hal hatır sorduktan sonra doktor bey, domuz gribi aşısını olmamı önerir misin dedim. Elbette, dedi. Dedim, bilime karşı gelinmez. Gidip ertesi günü aşı oldum.

Dönemin başbakanı, benim aşı olmamı bekliyormuş sanki. Akabinde, ben aşı olmayacağım dedi. Aşı olmak isteyenler de aşı olmaktan vazgeçti. Aşı kampanyası da sona erdi. Para verilerek getirilen onca aşıya ne oldu bilmiyorum. Bildiğim, hastalık kaynaklı ölümün fazla olmadığı. Bildiğim bir şey daha var: Aşıyı bulan ve üretenler köşeyi dönmüştür.

Yıl 2021. Bu sefer covid-19 ile boğuşuyoruz. Ne olduğu, nereden bulaştığı hala tespit edilememişken, bu hastalıkla mücadele için neredeyse hayatı durdurduk: İki yıldır maskeliyiz. Dili olsa da dezenfektanlardan ne çektiğini elimiz bir anlatsa. Ateşimiz ölçüldü. Aralarımıza uzun mesafeler koyduk. Yetmedi, evlere kapatıldık. Riskli işyerlerine kepenkler vuruldu. Paranoya seviyesinde temizlik hastaları oluştu. Bu olağanüstü hal, üç gün değil, beş gün değil, zaman zaman esnetilse de bu durum iki yılı geçti. Daha ne kadar gündemimizde kalacak, burası muamma. 

Bu virüs belasından kurtuluşun, aşıda olduğu umudu aşılandı. Bekledik aşı bulunacak diye. 2020’nin son aylarında değişik ülke ve markalarda aşılar -hikmeti nedir bilinmez- peşi sıra piyasaya sürüldü. Koruma özelliği şu kadar dendi. Hepsinin de koruma özelliği farklı farklıydı.

Öncelik sağlık çalışanlarında olmak üzere devlet erkanı ve riskli meslek grupları aşılandı. Ardından yaşlılardan başlanarak gençlere kadar aşı sırası geldi. Şu ana kadar iki doz aşının üzerine üçüncü dozunu olanlar da oldu.

Aşı olanların yanında aşı olmayanlar da var. Çünkü kafaları karışık. Aşı olana niye aşı oldun demem. Olmayana da niye olmuyorsun demem. Zira herkesin kendi tercihidir. Aşı olanlar tarafından aşı olmayanlara karşı “Niye aşı olmuyorsunuz? İnsanların hayatını riske atıyorsunuz. Aşı olmayanlar şuralara, buralara alınmasın” şeklinde mahalle baskısı uygulamak yerine, onların kafasındaki soru işaretlerini gidermek gerektiğini düşünüyorum. Üstelik aşı diye vurulduğumuz, adına aşı denen aşı değil, aşı adayı bir aşıdır. Yani aşı aşamaları tamamen tüketilmeden aşılar piyasaya sürülmüştür. Belli sayı ve oranda, belli bir zaman diliminde, gönüllülük esasına dayalı olarak test edilmesi gereken aşılar piyasaya sürülerek tüm dünya kobay olarak kullanılmaktadır. Gerçek aşı olsa insanımız aşı olmaya niçin karşı çıksın.

Bir diğer husus, vurulduğumuz aşıların ne kadar antikor ürettiği, ne derece koruyucu olduğu, kaç doz vurulacağımız bile belli değil. Önceleri iki doz yeterli denirken üçüncü doz da gerekli denmeye başlandı. Böyle giderse dördüncü, beşinciyi de olmak lazım denirse hiç şaşırmam.

Hasılı, dört gözle beklediğimiz aşıların koruma özelliği, gördüğüm kadarıyla açıklandığı gibi değil. Aşı olanlar da hastalanıyor, aşı olmayanlar da. Aşı olanlar da ölüyor, olmayanlar da. Güya dünyanın yarısı aşı olursa virüs belasından kurtulacaktık. Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan’ın açıkladığına göre “Aşının olmadığı geçen yaz, günlük vaka sayısı 150 binlerde iken dünyanın yarısının aşılandığı bu yaz döneminde ise günlük vaka sayısı, 500 binler” civarında imiş. Yani aşıya rağmen virüs tırmanıyor. Bu demektir ki yeniden kapanmalar kapıda.

Sözün özü, aşı muamması devam ediyor. Virüse karşı etkili diye umut bağlanan aşı adayları maalesef fare doğurmuştur. Durum bu iken olunan aşıların insanı koruduğu kesin değil iken, aşıların insan vücudunda ileride hasara yol açıp açmayacağı bilimsel olarak tespit edilmemişken, aşıya rağmen hala aramızda covid-19 hastalığı dolaşıyor iken, bilim (!) adına yapılan açıklamalar ve tespitler birbirine çelişir şekilde borsa gibi değişiklik gösteriyor iken, toplumda aşı olmayanlara karşı aşırı tepki gösterilmesini çok doğru bulmuyorum. (Bu arada beni aşı karşıtı falan görmeyin. İstemeyerek de olsa iki doz aşımı oldum. Aşı olmayanlara da saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.

*04/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

1 Ağustos 2021 Pazar

Yurdum İnsanı ve Kaşıma Hastalığımız *

Ülkemin 85 noktasından, ciğerlerimiz olan orman yangınları haberleri gelmeye devam ederken, temmuzun son cumartesi günü, yaşları 58, 60 ve 65 olan üç ihtiyar delikanlı, Meram Dere-Altınapa, Altınapa-Meram Dere güzergahında bir yürüyüş yapmaya koyulduk. 15.05’te sıcakta başlayan yürüyüşümüzün sessizliğini bozan, dar ve stabilize yoldan geçen tek tük araçlardı. Az kenara çekilip onlara yol verdik. Tanımadığımız bu kişiler bize selam verdi. Bazısına, Altınapa’ya daha ne kadar var sorusunu sorduk. Her soruya farklı cevaplar alsak da daha çok var cevapları karşısında dönüşte karanlığa kalacağız endişesi bizi sarsa da menzile varmaktan beri kalmadık. Kaç km kaldığına dair telefonlarımıza da bakamıyoruz. Çünkü ne telefon çekiyor ne de İnternetimiz. Uzun, ince ve kıvrımlı yollardan Allah ne verdiyse, tabana kuvvet deyip yürüyoruz durmadan.

Az önce yanımızdan bize selam vererek geçen bir araç sahibi geri dönerek bize, “İleride çalışma var. Ben aracımla geçemedim. Belki siz geçebilirsiniz” dedi. Moralimiz bozulsa da yürümeye devam ettik. Belirtilen yere vardığımızda, derenin içindeki toprak, moloz ve kumların, bir operatör tarafından yolun ortasına park etmiş kamyona boşaltıldığını gördük. Yaya da olsak geçilecek gibi değildi. Zaten geçmeye çalışsak bile ardı arkasına kepçeden boşaltılan topraklardan çıkan toz bulutundan geçmek mümkün değildi. Ne yapalım derken, baktık ki kamyon dolmak üzere. Bekleyelim, nasılsa hareket eder dedik. Dediğimiz gibi oldu. Kamyon hareket etti, az sola alındı ve bize yol açıldı.

Dönemeci geçer geçmez “Aha köprü, gelmişiz” dedik. Köprüyü görmemiz, çölde yürürken susuzluktan ileride serabı gören çöl yolcularına benzedi. Yüzümüzde beliren bu sevinçle yol alırken az önce operatörlük yapan genç, kamyonla yanımızdan geçerken “Biz şu şantiyedeyiz. Çayımız var. Buyurun gelin, çay içelim” dedi. Çayınız size ancak yeter dediksek de genç bize ısrar etti, tamam dedik.

Köprünün eteğindeki konteynırdan yapılmış şantiyeye vardık. Selam verdik. Boş bulduğumuz plastik sandalyelere oturduk. Bizi çaya davet eden genç demlenen çayı getirdi. Hal hatırdan sonra çalışan işçilerin bir tanesinin Tuncelili, diğerinin Ağrılı, bir tanesinin de Aksaraylı olduğunu öğrendik. Az sonra 3-4 kişi daha geldi. Onlara, nereli olduklarını sormadık ama yüz hatlarından ve aksamlarından Güneydoğulu oldukları anlaşılıyor. Sanırım yemek vakti olsa gerek. Bir yarım saat kadar kendileriyle sohbet ettik. Paydos saatinden sonra yiyecekleri akşam yemeğinin ardından, birlikte içecekleri çaydan bize çay ikram ettiler. İkram ettikleri bu bir bardak çay, yorgunluğun üzerine bize bir servet gibi geldi. Namaz kılacak yer var mı sorumuza, bizi içeriye alarak seccadeyi serdiler ve kıbleyi gösterdiler. İkindi namazını kıldıktan sonra kendileriyle vedalaşıp hemen iki adım kalan baraja doğru geçip gittik.

Bize hanelerini açan yurdun değişik bölgelerinden gelen; içlerinde Kürt’ü, Alevi’si ve Türk’ü olan bu işçileri çok sıcakkanlı gördüm. Kıt kanaat ve zor şartlarda ekmek davası için bir araya gelmiş, değişik ırk ve meşrepteki bu gençler, aralarında iyi bir sinerji oluşturdukları gibi yoldan geçen, tanımadıkları bizi de bir süreliğine misafir ettiler. Yurdum insanının bu engin hoşgörüsü ve misafirperverliği bizi ziyadesiyle mesrur etti. Anlattıklarına göre barajdan salınan suyun geçtiği derelerin etrafına bent örüyorlar, tabanına da beton döküyorlar. Öyle zannediyorum, buradaki işleri daha epey sürer. Bir başka zaman çam sakızı, çoban armağanı ikramda bulunmak üzere onları tekrar ziyaret etmek isterim. Allah razı olsun kendilerinden.

Cumartesi günü başımdan geçen bu anekdotuma yazımda uzunca yer verdim. İstedim ki bu ülkede ırk üzerinden siyaset yapan, bunu durmadan kaşıyan ve bundan nemalanan kişilere dair birkaç lafım olsun.

Bildiğiniz gibi söndürmekte zorlandığımız ormanlar içimizi dağlarken, cuma akşam saatlerinde, Meram ilçesi Kalfalar Mahallesinde Karslı bir ailenin yedi ferdi öldürüldü haberi ile irkildik. Ne oluyor, bunun arkasında ne var diye bu menfur cinayeti sorgularken ve kimse olayın aslını astarını bilmez iken, uzun yolculuğun ardından haberlerde ne var ne yok diye ajanlara bir göz attığımda, “iki komşu arasında eski husumet vardı, mangal yüzünden çıktı, kedi meselesi varmış” haberleri yer alırken, yetkililer üç savcıyı görevlendirerek olayı derinlemesine soruşturmaya başlatmışken HDP Eş Başkanı Sayın Sancar, “Kim bu olayın arkasında eski husumet var, başka sebepler ararsa…” diye başlayan konuşmasında “Türk’ün Kürt’ü öldürdüğü ırkçı bir eylem” diyerek işi ırkçılığa getiriyor ve sanki hakim ve savcı imiş gibi kesin hükmünü veriyor. Bu nefret dili karşısında gerçekten dehşete kapıldım. Şantiyede çalışan ilkokul mezunu Kürt’e, Alevi’ye, Türk’e bakın, bir de profesör ve bir partinin genel başkanı, okumuş ve bir sorumluluğu olması gereken Mithat Sancar’a bakın. Yangına körükle ve benzin bidonuyla gidiyor. Yazık gerçekten yazık!

Sayın Sancar (ve öldürülen aile adına açıklamalarda bulunan, işi ırkçılığa bağlayan avukat bey) bilsin ki bu ülke Kürt’ünün Türk ile Türk’ün Kürt ile Alevi’nin Kürt ve Türk ile bir alıp veremediği yoktur. (Olayın sıcaklığına rağmen Türkiye’nin bir mozaiği olan gençlerin bize muamelesini yukarıda işledim.) Sizin tüm derdiniz, olayları bu şekilde kaşıyarak hem seçmeninizi kutuplaştırmak hem de kendinize oy vermeyen diğer Kürtlerin de oylarını almaya çalışmaktır. Lütfen cesetler üzerinden siyaset yapmayın. Birbiriyle iç içe geçmiş insanımızın iyi niyetini kendi emellerinize alet etmeyin. Size buradan ekmek çıkmaz. Çıkarmaya kalkarsanız bu ülke hepimize mezar olur. İnsaf, basiret, feraset ve sağduyu lütfen. Okumuş siyasetçiler bilsinler ki Anadolu insanının irfanı sizden kat be kat daha üstündür ve sizin süfli emellerinizi yener. 

*02/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.