Ana içeriğe atla

Yurdum İnsanı ve Kaşıma Hastalığımız *

Ülkemin 85 noktasından, ciğerlerimiz olan orman yangınları haberleri gelmeye devam ederken, temmuzun son cumartesi günü, yaşları 58, 60 ve 65 olan üç ihtiyar delikanlı, Meram Dere-Altınapa, Altınapa-Meram Dere güzergahında bir yürüyüş yapmaya koyulduk. 15.05’te sıcakta başlayan yürüyüşümüzün sessizliğini bozan, dar ve stabilize yoldan geçen tek tük araçlardı. Az kenara çekilip onlara yol verdik. Tanımadığımız bu kişiler bize selam verdi. Bazısına, Altınapa’ya daha ne kadar var sorusunu sorduk. Her soruya farklı cevaplar alsak da daha çok var cevapları karşısında dönüşte karanlığa kalacağız endişesi bizi sarsa da menzile varmaktan beri kalmadık. Kaç km kaldığına dair telefonlarımıza da bakamıyoruz. Çünkü ne telefon çekiyor ne de İnternetimiz. Uzun, ince ve kıvrımlı yollardan Allah ne verdiyse, tabana kuvvet deyip yürüyoruz durmadan.

Az önce yanımızdan bize selam vererek geçen bir araç sahibi geri dönerek bize, “İleride çalışma var. Ben aracımla geçemedim. Belki siz geçebilirsiniz” dedi. Moralimiz bozulsa da yürümeye devam ettik. Belirtilen yere vardığımızda, derenin içindeki toprak, moloz ve kumların, bir operatör tarafından yolun ortasına park etmiş kamyona boşaltıldığını gördük. Yaya da olsak geçilecek gibi değildi. Zaten geçmeye çalışsak bile ardı arkasına kepçeden boşaltılan topraklardan çıkan toz bulutundan geçmek mümkün değildi. Ne yapalım derken, baktık ki kamyon dolmak üzere. Bekleyelim, nasılsa hareket eder dedik. Dediğimiz gibi oldu. Kamyon hareket etti, az sola alındı ve bize yol açıldı.

Dönemeci geçer geçmez “Aha köprü, gelmişiz” dedik. Köprüyü görmemiz, çölde yürürken susuzluktan ileride serabı gören çöl yolcularına benzedi. Yüzümüzde beliren bu sevinçle yol alırken az önce operatörlük yapan genç, kamyonla yanımızdan geçerken “Biz şu şantiyedeyiz. Çayımız var. Buyurun gelin, çay içelim” dedi. Çayınız size ancak yeter dediksek de genç bize ısrar etti, tamam dedik.

Köprünün eteğindeki konteynırdan yapılmış şantiyeye vardık. Selam verdik. Boş bulduğumuz plastik sandalyelere oturduk. Bizi çaya davet eden genç demlenen çayı getirdi. Hal hatırdan sonra çalışan işçilerin bir tanesinin Tuncelili, diğerinin Ağrılı, bir tanesinin de Aksaraylı olduğunu öğrendik. Az sonra 3-4 kişi daha geldi. Onlara, nereli olduklarını sormadık ama yüz hatlarından ve aksamlarından Güneydoğulu oldukları anlaşılıyor. Sanırım yemek vakti olsa gerek. Bir yarım saat kadar kendileriyle sohbet ettik. Paydos saatinden sonra yiyecekleri akşam yemeğinin ardından, birlikte içecekleri çaydan bize çay ikram ettiler. İkram ettikleri bu bir bardak çay, yorgunluğun üzerine bize bir servet gibi geldi. Namaz kılacak yer var mı sorumuza, bizi içeriye alarak seccadeyi serdiler ve kıbleyi gösterdiler. İkindi namazını kıldıktan sonra kendileriyle vedalaşıp hemen iki adım kalan baraja doğru geçip gittik.

Bize hanelerini açan yurdun değişik bölgelerinden gelen; içlerinde Kürt’ü, Alevi’si ve Türk’ü olan bu işçileri çok sıcakkanlı gördüm. Kıt kanaat ve zor şartlarda ekmek davası için bir araya gelmiş, değişik ırk ve meşrepteki bu gençler, aralarında iyi bir sinerji oluşturdukları gibi yoldan geçen, tanımadıkları bizi de bir süreliğine misafir ettiler. Yurdum insanının bu engin hoşgörüsü ve misafirperverliği bizi ziyadesiyle mesrur etti. Anlattıklarına göre barajdan salınan suyun geçtiği derelerin etrafına bent örüyorlar, tabanına da beton döküyorlar. Öyle zannediyorum, buradaki işleri daha epey sürer. Bir başka zaman çam sakızı, çoban armağanı ikramda bulunmak üzere onları tekrar ziyaret etmek isterim. Allah razı olsun kendilerinden.

Cumartesi günü başımdan geçen bu anekdotuma yazımda uzunca yer verdim. İstedim ki bu ülkede ırk üzerinden siyaset yapan, bunu durmadan kaşıyan ve bundan nemalanan kişilere dair birkaç lafım olsun.

Bildiğiniz gibi söndürmekte zorlandığımız ormanlar içimizi dağlarken, cuma akşam saatlerinde, Meram ilçesi Kalfalar Mahallesinde Karslı bir ailenin yedi ferdi öldürüldü haberi ile irkildik. Ne oluyor, bunun arkasında ne var diye bu menfur cinayeti sorgularken ve kimse olayın aslını astarını bilmez iken, uzun yolculuğun ardından haberlerde ne var ne yok diye ajanlara bir göz attığımda, “iki komşu arasında eski husumet vardı, mangal yüzünden çıktı, kedi meselesi varmış” haberleri yer alırken, yetkililer üç savcıyı görevlendirerek olayı derinlemesine soruşturmaya başlatmışken HDP Eş Başkanı Sayın Sancar, “Kim bu olayın arkasında eski husumet var, başka sebepler ararsa…” diye başlayan konuşmasında “Türk’ün Kürt’ü öldürdüğü ırkçı bir eylem” diyerek işi ırkçılığa getiriyor ve sanki hakim ve savcı imiş gibi kesin hükmünü veriyor. Bu nefret dili karşısında gerçekten dehşete kapıldım. Şantiyede çalışan ilkokul mezunu Kürt’e, Alevi’ye, Türk’e bakın, bir de profesör ve bir partinin genel başkanı, okumuş ve bir sorumluluğu olması gereken Mithat Sancar’a bakın. Yangına körükle ve benzin bidonuyla gidiyor. Yazık gerçekten yazık!

Sayın Sancar (ve öldürülen aile adına açıklamalarda bulunan, işi ırkçılığa bağlayan avukat bey) bilsin ki bu ülke Kürt’ünün Türk ile Türk’ün Kürt ile Alevi’nin Kürt ve Türk ile bir alıp veremediği yoktur. (Olayın sıcaklığına rağmen Türkiye’nin bir mozaiği olan gençlerin bize muamelesini yukarıda işledim.) Sizin tüm derdiniz, olayları bu şekilde kaşıyarak hem seçmeninizi kutuplaştırmak hem de kendinize oy vermeyen diğer Kürtlerin de oylarını almaya çalışmaktır. Lütfen cesetler üzerinden siyaset yapmayın. Birbiriyle iç içe geçmiş insanımızın iyi niyetini kendi emellerinize alet etmeyin. Size buradan ekmek çıkmaz. Çıkarmaya kalkarsanız bu ülke hepimize mezar olur. İnsaf, basiret, feraset ve sağduyu lütfen. Okumuş siyasetçiler bilsinler ki Anadolu insanının irfanı sizden kat be kat daha üstündür ve sizin süfli emellerinizi yener. 

*02/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde