28 Temmuz 2021 Çarşamba

Yalancı Bahar ve Sahici Bahar *

1994 ve 2001 ekonomik krizlerini gördüm. Krizin etkilerini derinden hissettim. Her ikisinde de hayat pahalılığı alıp başını gitmişti. Bugün aldığım bir ürünün fiyatını, ikinci gelişimde keşke aynı fiyata alabilsem derdim. Baktığım bir ürünü almak istemesem, pişman olursun, yarın aynı fiyata alamazsın, derdi esnaf. Ben böyle sıkıntı çekerken, esnaflık yapan bir tanıdığım, bu süreçte deli para kazandım dedi bir görüşmemizde. 

Aynı çizgide devam eden bir siyasi görüşüm olmasına rağmen insanların çektiği sıkıntıları görünce, daha ufukta seçim yokken şunları söyledim: "Bundan sonra oyum, bugünkü aldığım bir ürünü yarın aynı fiyata alabileceğim bir ortamı sağlayacak yani hayat pahalılığını durduracak bir siyasi parti olursa, istersen ateist olsun, oyum onadır" demiştim.

2002 yılındaki seçimlere, ekonomik kriz damgasını vurdu. Seçmen ekonomik krizde dahli olan partileri sandığa gömdü. Yeni kurulmasına rağmen AK Partiyi tek başına iktidara getirdi. Ülkede siyasi istikrar sağlandı. Uygulanan sıkı mali disiplin, dışarıdan gelen sıcak para ve dövizin zikzak çizmemesi yüz güldürdü. Cebimiz para gördüğü gibi paramız değerlendi ve bereketlendi. Hayat pahalılığı yok oldu, enflasyon tek haneye düştü, tereklerdeki ürünler yerinde saydığı gibi bir kısım çeşitlerde fiyatlar geriledi. Zam nedir duymaz olduk. Cebimiz para gördü, alım gücümüz arttı. Yüzümüz gülmeye başladı. At sahibine göre kişner sözü doğruymuş demeye başladık.

Geldiğimiz noktada, ekonomik halimiz hiç iç açıcı değil. Çünkü dünün yerinde yeller esiyor. Sanki ekonomik krizler bu ülkenin kaderiymiş gibi yine bir ekonomik darboğaz içindeyiz. Eski krizlere oranla likidite sıkıntısı olmasa da fiyatların yanına varılmıyor. Hayat pahalılığı yönünden yeniden çift haneli rakamları yaşıyoruz. Piyasa ürünlerine ve temel ihtiyaç mallarına konan zamlar çok astronomik. Bu da gösteriyor ki 2002’den sonra gelen ekonomik rahatlama, geçici bahardan ibaretmiş. Her geçici baharın sonu ya yakıcı ya da dondurucu oluyor maalesef.

Belirli periyotlarla mali krize girmemizde değişik sebepler olsa da birinci derece sorumluları, zamanında tedbir almayan gelmiş geçmiş siyasi iktidarlardır. Demek ki pansuman tedbirlerle günü kurtarma politikası böyle bir şeymiş ve sonuçları itibariyle acı oluyormuş. Maalesef bu acı reçeteyi de halkın kahir ekseriyeti içiyor.

Burada ekonomik krizle ilgili bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Ne zaman bir vatandaş hayat pahalılığından dem vursa, “para yetmiyor, işsizlik aldı başını gidiyor” dese, birileri sosyal medyadan “Kriz var diyorlar. Ne krizi? Baksana millet Bodrum’da, Alanya’da tatil yapıyor. Tatil beldeleri tümden dolu. Parası olmayan tatile gidebilir mi? Ya şu son model arabalar neyin nesi. Eski model araba göremiyorum. Herkeste en pahalısından cep telefonu var. Piknik yerleri dolu. Hangi mağazaya gitsen, millet bol bol alışveriş yapıyor. Ne işsizliği? İş beğenmiyorlar da ondan. Çalışana iş çok…” şeklinde paylaşım üstüne paylaşım yapıyor. Bu tür paylaşımlarda doğruluk payı var mı? Var elbet. Olan da olmayan da bulup buluşturup, karta taksit yaptırıp tatil beldelerinde soluğu alıyor. Bazı sektörler, işçi aradığı halde işe talip olmayan ve iş beğenmeyenler de var. Ama tüm bunlar halkın ekonomik darboğazda olduğu gerçeğinin üstünü örtmez. Ki kriz dönemlerinde tüm halk ekonomik darboğaza duçar olacak diye de bir şey yok. Krizler kimini ihya ederken kimini de bitirir. Kimi bu krizler sebebiyle paraya para demez, köşe olur. Ama bunların sayısı azdır. Esas halkın çoğunluğuna bakmak lazım. Çünkü dar ve orta gelir seviyesinde bir geliri olan halkın daha da fakirleştiği, geçinmek için zorlandığı da bir gerçektir. Alt gelir seviyesinde olanlarla üst gelir seviyesinde olanlar arasında sosyal adalet dengesi alabildiğine açılmış durumdadır. Burada şunu da söyleyeyim. Bu ülke 80 milyonu geçmiş bir ülkedir. İster tatil beldesi ister piknik yerleri ister alışveriş merkezleri olsun, her yerde insan yoğunluğunu görmek mümkündür. Buralara bakarak halkın keyfi yerinde tespiti bizi yanıltır. Aynı şekilde hastanelere gitsek, hastanelerin de dolu olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki bu toplumun hepsi hasta olmuş ve hastaneye koşmuş.

Sözün özü, hayat mücadelesi veren her bir insanın şöyle ya da böyle dert ve sıkıntıları vardır. Zira burası imtihan dünyasıdır. Dün olduğu gibi bugün de düne oranla ekonomik sıkıntı çeken insanımızın sayısı az değildir. Durum bu iken ve kimsenin ne ile mücadele ettiğini bilmez iken uzaktan maval okumak doğru değildir. Çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir ve ateş düştüğü yeri yakar. Yani her şeyi tozpembe göstermeyelim. Aynı şekilde “bittik, tükendik” diyerek felaket tellallığı da yapmayalım.

Ülkemizde zaman zaman gördüğümüz yalancı baharların yerini, sahici ve kalıcı baharlara bırakması temennisiyle…

*28/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Temmuz 2021 Salı

Erkekler, Bu Görevinizi Biliyor muydunuz? *

Bir derdim var. Bunu sizinle paylaşsam mı, paylaşmasam mı diye düşünmüyor değilim. En iyisi paylaşayım gitsin. Paylaşırsam derdim azalmış olur belki. Derdimi zorlama bir bilmeceyle açayım: Marketten aldım beş poşet, dışarı götürdüm yirmi poşet. Bilin bakalım bu nedir? Dışarı bir şey götürmüyorsanız, nereden bileceksiniz. Ancak benim gibi eşekten düşenler bilir: Çöp efendim çöp.

Günübirlik markete giden biri değilim. Bazen haftada bir veya on günde bir giderim. Marketin hiç sağına soluna bakmadan listede olan temel ihtiyaçlarımı alır çıkarım. Ödemeyi yapıp aldıklarımı mutfağa çekince derin bir oh çekerim.

Derin oh çekmem uzun sürmüyor. Çünkü ne zaman dışarı çıksam -ki günlük çıkmasam olmaz- bunu giderken çöpe atıver ya da dışarıya poşet koydum, onu da götürüver, talimatı alırım. Poşette ne olabilir diye hep merak ederim. Fakat içini açma imkanım bugüne kadar hiç olmadı. Zira poşetin içinde bir belki de iki poşet. Ağzı da bir güzel bağlanmıştır. Deri sarar gibi desem, mesele anlaşılmış olur sanırım.

Kapının önüne çıkınca bahtıma artık. Bazen bir bazen iki bazen de üç poşet birden beni bekler bulurum. Bir elimde telefon olduğu halde diğer elime de poşetleri alır, çöp konteynırını boylarım. Bu arada ağır mı ağır. İçinde ne varsa artık. Çöp kovasının ağzı açıksa helal be derim. Çöp kutusunun hiçbir yerine dokunmadan bir basket atışı edasıyla içine atarım. Basketçiliğim de fena değil hani. Konteynırın ağzı kapalı ise niye kapatırlar diye homurdanırım ve kapağı bir şekil açıp atarım içine. Ardından ya Rabbi, şükürler olsun, bugünkü çöp atma görevimi de ifa ettim, bir dahakine Allah kerim derim.

Bu anlattıklarımın bir başka boyutu daha var. Bazen iyi, bu çıkışımda çöp yok diyerek elimi kolumu sallaya sallaya kapıyı açarım. Mutfaktan bir ses geldi mi, ne oldu demem. Annah derim. Bilirim ki çöpe gidecek ama hazırlanmamış çöp poşeti vardır. Bazen de bu çöp nasıl hazırlanır bakarım. Önce çöp kutusu açılıyor. İçine daha önce konmuş poşet çıkarılıyor. Hafifçe kaldırılıyor. Poşetin altı akıyor mu akmıyor mu kontrolü yapılıyor. Poşetin altı ıslak ise bil ki poşet delinmiştir. Delinmedi ise de mutfaktan dışarıya çıkarırken delinme ihtimali vardır. Hiç sağa sola damlatmadan tekrar yerine konur, poşetin ağzı bağlanır. Ardından yeni bir poşete geçirilir. Onun da ağzı bağlanır. Tamam, denerek elime tutuşturulur. Bu çöp poşeti daha önce hazırlanmış da giderken atılsın diye kapının önüne konmuşsa poşeti kaldırdıktan sonra altına akmış mı kontrolü yapılır. Akmamışsa şükredilir. Eğer akmışsa bir hızla paspas alınır, burası bir güzel paspaslanır. 

Ben böyle anlatıyorum da siz de bu adam ne yapıyor böyle deyip okuyorsunuz. Okuyun okuyun, tecrübe edinmiş olursunuz. Ki burada tecrübe konuşuyor. Ayıplamanızı hiç tavsiye etmem. Zira başınıza gelir. Eğer bu anlattıklarımı bir bir ve daha fazlasını yapıyorsanız, aklın yolu birdir ve aynı cendereden geçen yolcularız. Allah bu görevde de yardımcınız olsun. Hasılı ömrümün önemli bir kısmı, çöp atmakla geçti, geçiyor ve geçecek desem, hiç abartmamış olurum. Ki mesele ortada. Evin erkeği olarak pek hesaba katılmayan bu görevimizin de bu vesileyle kayıtlara geçmesini istiyorum. 

Evden durmadan çöp konteynırına çöp götürme işinde, garibime giden ve anlayamadığım bir durum var. Bunu da belirtmek istiyorum. Bir fabrikanın seri üretimi gibi her gün bu kadar çöp bu evden nasıl çıkar? Çünkü eve giren bellidir. Marketten aldığımıza hiç dokunmadan çöpe götürsek bu kadar çöp poşeti çıkmaz. Haydi, yemeden attık diyelim. O zaman bu göbekler ne? Demek ki yemişiz. İyi ki yemişiz yoksa günde daha fazla çöp atmamız gerekecek. Hocanın, kedi buysa et nerede, et bu ise kedi nerede" dediği gibi bir şey bu. Girdi ve çıktı da bir anormallik var ve ben bu havuz probleminin içinden çıkamadım. Aman neyse ne. Benim kendi derdim kendime yeter. Bir de havuz problemini mi çözeyim? Görevim, marketten getirdiklerimi fazlasıyla çöpe atmak. Bunu da yapıyorum. Ötesini istemeyin benden. Bu arada derseniz ki kalabalık bir ailesiniz. Ondandır. Değil efendim. Toplam üç kişiyiz.

Yazımı sonlandırırken içinden çıkamadığım bu girdi ve çıktı dengesizliği, bana belediyeye teşekkürü akla getirdi. Ne alaka demeyin. Bu girdi ve çıktı anormalliğine göre çöp, çevre ve atık bedeli adı altında belediyelerin az vergi aldığını düşünmeye başladım. Düşünsenize belediye, ne kadar çöp atarsan, o kadar çevre vergisi alacağım dese, yandık. İnanın markete ödediğimiz bedelin kat kat fazlasını alması gerekirdi bizden. Aman, ağzımdan yel alsın. 

*04/09/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Vekilin Vekili ya da Suyunun Suyu

Bugün vekilin vekili oldum. Ne demek vekilin vekili derseniz, suyunun suyu gibi bir şey. Öyle ya, suyunun suyu olur da vekilin vekili olmaz mı? Dığdığının dığdığı anlayacağınız. İsterseniz vekilin vekili durumuma geçmeden size suyunun suyu fıkrasını bir hatırlatayım:

Nasrettin Hoca’ya biri bir tavşan getirir. Hediyesiyle gelen misafiri Hoca, evinde misafir eder, izzet ve ikramda bulunur.

Haftası geçtikten sonra aynı misafir tekrar gelir ve “Geçen hafta tavşan getiren köylüyüm,” der. Eve buyur eden Hoca, misafirin önüne tavşan suyundan yapılmış bir çorba koyar.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra üç köylü Hoca’nın kapısını çalar. Biz, sana tavşan getiren köylünün komşularıyız, derler. Hoca bunlara da tavşan suyundan yapılmış çorba ikram eder.

Ardından birkaç gün sonra Hoca’nın kapısı yine çalınır. Gelenler “Sana geçen haftalarda tavşan getiren köylünün komşusunun komşularıyız” şeklinde kendilerini tanıtırlar. Misafirleri içeri alan Hoca, önlerine bir tas su koyar. Misafirler bu ne Hocam, diye sorarlar. Hoca da ne olacak? Tavşanın suyunun suyu, cevabını verir.

Fıkranın devamını bilmiyoruz. Herhalde suyunun suyunu gören bu son misafirlerden sonra dığdığının dığdığı bir daha Hoca’nın kapısını çalmamıştır. Hoca da bir daha tavşan getirenin hediyesini kabul etmemiştir.

Şimdi gelelim vekilin vekili durumuma… Asıl müdür izne ayrılınca yerine birini vekil bıraktı. Vekil bıraktığına da ilden resmi bir görev çıkınca kurum boş kalamazdı. Vekil de yerine beni vekil bıraktı. Böylece vekilin vekili oldum. Gördüğünüz gibi iş bu kadar basit ve kolay.

Vekilin vekili durumumu suyunun suyuna benzetsem de arasında farkın olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Bir defa suyunun suyu adı üzerinde tadı, rengi ve kokusu olmayan bildiğiniz sudur. Bu suyu çorba niyetine içerseniz, tatsız, kokusuz ve renksiz bir su içmiş olursunuz. Benim vekilin vekili görevimi siz küçümseseniz de vekil, asıl gibidir sözünde olduğu gibi asıl gibi iş yapar: Sorumluluğu var yetkisi var. Siz buna Süleyman da diyebilirsiniz.  Getirisi yok o kadar. Asıl gelince veya aslın vekil bıraktığı gelince benim Süleymanlığım, tıpkı suyu görünce teyemmümün bozulduğu gibi sona erecekse de bir günlük beylik yine beyliktir. Üstelik bu beyliğim iki gün sürecek.

Sonrası mı? Sonrasını sizin gibi umutla bekleyeceğim. Zira umut benim ekmeğimdir. Nasılsa müdür er veya geç yine izin alacak. Yerine vekil tayin edecek. Onun da işi çıkarsa, bu vekilin vekilliği yine avcumun içinde olacaktır. Ölme eşeğim ölme dediğinizi duyuyor gibiyim. Problem değil. Ben hazır kıta o günleri beklemedeyim. Siz kendi işinize bakın. Daha vekilin vekili bile olamamışsınız, bir de bana burun kıvırıyorsunuz.

Bu arada şunu da antrparantez söyleyeyim. İçinizden vekilin vekili de ne imiş. Vekil olsan haydi neyse dediğinizi duyuyor gibiyim. Burada şunu da hatırlatmak isterim. Daha önce yani vekilin vekili olmadan önce yine böyle iki gün vekil olmuştum. Anlayacağınız, yapmadığım şey değil. Her kademede hem tecrübeleniyor hem de pişiyorum böylece.