10 Nisan 2020 Cuma

Örümcek Ağından İbaret Dünya ***

Bilim baş döndürecek şekilde gelişti. Sürekli yeni icatlara imza attı ve atmaya devam ediyor.

Bilime paralel olarak teknoloji de gelişti. Aldı başını gidiyor. Yetişebilene ve takip edene aşk olsun. Robot ve dijital çağa geçmeye hazırlanıyor.

Tıp ilmi de bilimsel gelişmelerden nasibini alanlardan. Yeni alet ve edevatla muayene teknikleri geliştirdi, teşhis ve tedavide büyük mesafe kat etti. Büyük büyük hastaneler kuruldu.

Bilim ve teknoloji ışığında insanoğlu devasa binalar yaptı, fabrikalar kurdu, üç vardiya birden seri üretime geçti. Üretim, pazarlama, ithalat ve ihracat tam gaz gidiyor.  

İnsanoğlu dün hayal bile edemediği emellerine bir bir ulaştı; güç, kuvvet, zenginlik, şöhret, makam ve mevkie kondu.

Seçimler kazandı, savaşlar kazandı; para, şan ve şöhret kazandı. Gücü ele geçiren dünyaya ayar vermeye kalktı, veriyor da. Kim ne diyebilirdi bu güce…Kim karşı çıkabilirdi bu ulaşılmaz güce sonra…

Bilim ve teknolojide bunca ilerlemesine rağmen insanoğlunun tek eksikliği, huzur ve mutluluktu. Parayla alınıp satılmayan bu huzur da gelecekti elbet bir gün. Tüm arayış, tüm hırs ve güç-kuvvet gösterisi bunun için değil miydi ayrıca…

Baş döndüren bilim ve teknoloji daha nelere imza atacak diye beklerken Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan bir virüs, üç ay gibi bir zaman zarfında dünyayı esir aldı, şehirleri hayalet şehre döndürdü, iş ve sosyal hayatı bitirdi ve bizleri evlerimize kapattı. Gözle görünmeyen, hangi hayvandan geçtiği dahi tespit edilemeyen, doğru dürüst tedavisi bilinemeyen, ölümlere sebebiyet veren, daha nicelerini öldüreceği kestirilemeyen ve adına Kovit-19 denen virüs gösterdi ki; onca icat ve baş döndüren gelişmişliğe imza atan bilim, robot teknolojisine geçmeye hazırlanan teknoloji, modern hastanelerde hastaları modern aletlerle tedavi etmeye çalışan tıp, her kapıyı açar denen para, zenginlik, şöhret, makamlar, güç, kuvvet, devletler, kısaca dijital çağa hazırlanan dünya, bu koronavirüs karşısında çaresiz ve aciz. Tıp, salgınla mücadele için 1,5 yıldan önce aşıyı bulamam diyor. Maske bulmakta zorlanan koca koca devletler “Evde kalın, evden çıkmayın” demekten başka bir şey yapamıyor. Görünmeyen, nereden bize vurup yere yıkacağını kestiremediğimiz, bulaşıcı özelliği olan bir virüsün verdiği korku bize yetti de arttı bile. Ölmeden öldürdü bizi.

Hasılı bir virüse teslim oldu dünya. Hepimiz evlerimizde esiriz şimdi. Bir umutla çekip gitmesini bekliyoruz. Demek ki baş döndüren gelişmişliğiyle dünyanın, bir virüslük kadar canı varmış. Dünyanın bu acizliğini görünce örümcek ağı aklıma geldi. Demek ki övündüğümüz tüm gücümüz bir örümcek ağı kadarmış. “Örümcekler günümüz teknolojisinin bile çözemediği inanılmaz canlılardır. Örümcek ağının çok özel nitelikleri olan sağlamlık ve esneklik bugüne kadar taklit edilemedi. Aynı çaptaki bir çelik telden iki kat daha güçlü olan bu doku ne kadar çekilirse çekilsin orijinal durumuna dönecek kadar esnektir.”

Gerçekten virüse teslim olan, onunla nasıl mücadele edeceğini dahi bile bilmeyen dünya, bu aşamadan sonra benim nazarımda örümcek ağı kadardır, hatta ondan da zayıf: “Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva yapar, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi! (Ankebut Süresi, 41.ayet)

***16/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Üzüntü, Kızgınlık ve Acizlik Bir Arada ***


Başta kendimizi, çevremizi ve ülkemizi salgından korumak amacıyla “Evde kal”, “Hayat eve sığar” sözleri gereği, işi olmayanların ve dışarıya çıkmak zorunda kalmayanların, kendilerini evlerinde izole etmesi gerektiği uyarıları çerçevesinde, çoğunluk evlerine kapandı. Dışarıda, ülkede ve dünyada ne olup bittiğini televizyon ve sosyal medya vasıtasıyla evlerden takip etmeye çalışıyoruz. İzlediklerimize bazen üzülüyor, bazen kızıyor, bazen de bir şey yapamamanın acizliğini hissediyoruz:

Twitter’da bir kadına ait şöyle bir video paylaşıldı: “Bana ‘Çıkma!’ diyorlar. Bir gelirim olmayınca mecburen kendimi dışarı atacağım. Şu anda ben dilenmekten geliyorum, kim bunu biliyor? Sadece ‘Çıkma, çıkma’ diyorlar. Gelsinler bakayım evimin halini görsünler”. Videoyu izleyen İstanbul Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı, alıntıladığı videoyu “geber” yazarak yeniden paylaşır. Paylaşımın ardından, ilgili müdür yardımcısı, görevinden alınarak hakkında soruşturma başlatılır. Bu haber üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Yalnız şunları da söylemeden geçemeyeceğim. “Evde kal” uyarılarına aldırmadan dışarıya çıkan kadın hatalıdır. Ama onu, evinden çıkartan açlıktır. Açlık bir insana her şeyi yaptırtır. Burada sorgulanması gereken; bu kadın -belki daha niceleri- bu durumda iken İstanbul’da görev yapan etkili ve yetkili kişilerin bu durumu görmemesidir. Diyelim ki İstanbul bir metropol şehir. Yetkililerin herkesten aynı anda haberdar olması mümkün olmayabilir. Kadın bir vesileyle “Ben açım” diyerek sesini duyurmuş. Aile ve sosyal politikalardan sorumlu il müdür yardımcısına düşen, bu kadını bulması ve ihtiyacını tedarik etmesiydi. Bulamıyorsa kadının videosunu paylaşırken “Teyzeciğim, bize ulaşır mısın” paylaşımını yapmasıydı. Bu, insani bir görev değil. İlgili bürokratın görevidir. Görevini tam yapamamanın üzüntüsünü derinden hissedeceği yerde “geber” diyerek içindeki kini boşaltıyor. Bu söz, sözün bittiği yerdir maalesef. Bereket, devlet bu beddua seansçısı gibi düşünmedi. “Bu sözün ve kişinin arkasında değiliz” refleksi göstererek bedduacıyı yerinden etti. Bu haberde üzüntü var, kızgınlık var ve yanlışı savunmayan bir devlet aklı var. Haberin tek sevindiren yönü de bu devlet aklı.

Konu bedduadan açılmışken beddua üzerine birkaç kelam etmek istiyorum: Beddua, her tarafa giden; isabet ettiğini yaralayan, onda onulmaz yaralar açan, öldürmekten beter eden ve öldüren ok gibidir. Bu ok, bazen beddua edileni bulur, bazen beddua edeni bulur, bazen de askıda kalır, isabet edeceği kişiyi ve günü bekler. Beddua edilen, bu bedduayı hak etmemişse edilen bu beddua döner, dolaşır, kişiyi bulur. Kendisini ‘geber’tmese de koltuğundan eder. İşini ve koltuğunu kaybetmek de bu tip kibir budalaları için ölmekten beter bir durumdur.

Üzüntü, kızgınlık ve acizliğimiz bu haberle sınırlı değil. Fransa’da ihtiyacını karşılamak için bir markete giden bir soydaşımız markette gördüğü bir olayı şöyle anlatıyor: “Sosyal mesafeye riayet ederek alışveriş sıramı beklerken yürümekte zorlanan yaşlı bir kadın, düşürdüğü bir şeyi almaya çalışırken yere düştü. Kadını kaldırmak için kimse harekete geçmedi. Kadın, raflara tutunarak güç bela kendisi kalktı.” Herhalde bu habere üzülmeyeniniz olamaz. Burada üzüntünün yanında bir de acizlik var. Kim gelip kadına yardım edebilir bu durumda? Kadın ölse de bu durumda kimse kadının yanına yaklaşamaz.  Çünkü yaklaşmak yasak, temas yasak…
Yine İstanbul’dan bir görüntü: İşi yokken dışarıya dolaşmaya çıkan ve maske takmayan birine “Devlet evde kalmanı istiyor, niçin çıktın” sorusu soruluyor. Kişi, “O devletin görüşü” cevabını veriyor. Aklı sıra “Ben bu yasağı kabul etmiyorum” demek istiyor. Bu cevap karşısında ölür müsün, öldürür müsün?  Kızmamak maalesef elde değil.

TV’lere yansımayan bir haber de benden. Yan tarafımda Suriyeli bir aile var. Sanırım bir tarikatın şeyhi. Sair zamanlarda her perşembe akşamları(cuma akşamı) Konya’nın öbür ucundan gelen Suriyelilerle birlikte evinde sesli zikir seansı düzenler. Zikir sesleri site dışına ve sokağa kadar taşar. Sesli zikir yaptıklarına göre sanırım Kadiri olmalılar. İster sesli, ister sessiz yapsınlar. Ama çoğumuzun ana babamızı bile ziyaret etmekten kaçındığımız bu olağanüstü durumda bile küçücük bir yere, onlarca Suriyeli sığınarak ara vermeden hala zikir çekmeye devam ediyorlarsa bu adamlara ne denir şimdi? Çünkü değişik yerlerden gelen ve gündelik olarak çalışan bu kişilerin zikir esnasında birbirleri ile temas etmemeleri mümkün değil. Aymazlığın bu kadarına da pes doğrusu! Gel de kızma bunlara. Devlet de uğraşsın dursun salgını kontrol altına alacağım diye.

İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizleri helak etme Allah’ım!

***11/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.


8 Nisan 2020 Çarşamba

Sevemedim Gitti Şu Okumayı *

Bana okur musun diye sorarlar. Utana sıkıla okurum diyorum. Bazen de ara sıra, fırsat buldukça okurum. Zira pek zamanım olmuyor diyorum. Bırakıvermiyorlar peşimi. Şu anda hangi kitabı okuyorsun diye soruyorlar. Halihazırda okuduğum kitap yok diyorum. Bu sefer en son hangi kitabı okudun diyorlar. Düşünüyorum, ağzımda geveliyorum. Okuduğum kitap ismi de aklıma gelmiyor. Buldular ya. Geliyorlar üzerime artık. Sanki önceki sorularına cevap almışlar gibi genelde hangi tür kitapları okuyorsun diye soruyorlar. Mübarekler! Sanki Allah tarafından görevlendirilmiş sorgu melekleri bunlar. Sordukça soruyorlar. Hayatta başka soru ve sorun kalmamış gibi. Sanki ben okuyunca dünyadaki tüm sorunlar kalkacak.
*
Hayatı evime sığdıracak şekilde evime kapanmışken içim içime sığmıyor. Mutluluğuma diyecek yok anlayacağınız. Çünkü bu hengamede kimse bana "okuyor musun, hangi kitabı okuyorsun" gibi sorular sormuyor, daha doğrusu soramıyor. Hazır onlar yani sorgu meleklerim yanımda değillerken onlara buradan rahat bir şekilde cevap vereyim. Bitsin artık sonu gelmeyen bu sorular ve benim çilem.

Şunu herkes bilsin ki elimin altında okuduğum bir kitap yok. Yakın ve uzak geçmişte bir kitap okumuşluğum yok. Bundan sonra da okumayı düşünmüyorum. Var mı, bu sözlerim üzerine söyleyeceği kimsenin? Kim benim okumayışımı dert edinmişse benim yerime de bir kitap okuyuversin. Sonra okumadığım alnımda mı yazıyor da bana bu soruyu soruyorlar? Cahilliğim yüzümden mi okunuyor yoksa? Halbuki ben her konuda fikir söyleyen, her konuyu bildiğini sanan, yeri geldiği zaman bilgiçlik taslayan, her şeyi eleştiren biriyim. Din, siyaset, ekonomi, sosyal hayata dair -aklınıza ne gelirse- her alanda söyleyecek sözüm var. Var mı bir eksikliğim? Siz kendinize bakın.

Daha açık yazayım: Konuşmak, müşahede etmek, seyretmek varken niye gözlerimi yorayım. Haydi okudum diyelim. İş okumakla kalmıyor ki... Bir de okuduğunu anlaman gerekiyor. Bu durumda niye kendimi zorlayayım. Ayrıca okumak için kendimi toplumdan izole etmem, sessiz bir ortam seçmem gerekiyor. Sosyal bir varlık olan ben ve kendimi toplumdan soyutlamak? Ne kadar yabancı birbirine. Gördüğüm ve bulduğum biri ile lak lak yapsam hem hoşça vakit geçirmiş hem de içimi boşaltmış olurum.  "İç"in iki harften oluştuğuna bakmayın. Bir derya var, gördüğünüz o tek hecede. Konuşuyorum konuşuyorum, boşattığım denizdeki bir katre bile değil. Anlayacağınız çenem, vazgeçebileceğim ve okumaya tercih edebileceğim bir sermaye değil. Bu demek değildir ki hiç okumuyorum. Bende görsel zeka var. Gördüğüm bir eşyayı, resim ve fotoğrafı yüz okuma tekniği gibi şıp  diye okuyorum. Resmin arka yüzüne bakmaya bile ihtiyaç hissetmiyorum. Bu okuma diğer okumalar gibi yormuyor beni üstelik. Bir araç alacağımda bile içinden önce aracın kaportasına bakarım. Aracın vuruğu, kırığı, değişen parçası, boyası, özellikle tavan boyası ve rengi benim için olmazsa olmaz önceliğimdir. Dışına içim ısınmışsa sonra o değilden içine göz atarım. Aracın en son motoru aklıma gelir. Hasılı kaportayı beğenmişsem içi bir şekil içime siner. Gördüğünüz gibi iki harf diyerek küçümsediğiniz içime neler sığıyor neler! Tıpkı sizin hayatı evinize sığdırdığınız gibi. Okumayı da içim götürmüyor, tıpkı sevmediği bir yemeği, faydalı diye zorla çocuğunuza yedirmeye çalışırsınız da yumurcağın içi götürmez ya, işte benim iç de okumaya karşı böyle duyarlı.

İsterseniz daha açık yazayım: Sevmiyorum ben bu okumayı, sevemedim gitti. Okumadığım için kendimde ayrıca bir eksiklik de hissetmiyorum. İhtiyaç hissedenler okusun, raflara dizilmiş o kitapları. Siz hangi kitabı okuyayım diye raflara bakarken benim ilgi alanıma o kitapların raflardaki dizilişi giriyor, görselliği ilgimi çekiyor. Kitap en iyi arkadaşmış...Sizin olsun o arkadaş. Beni bilin ve tanıyın ki o birilerinin tek vücut olmuşçasına durmadan "Evde kal" dediği gibi siz de kitap oku, demeyin. Anladık, geri zekalı değilim: Evden de çıkmayacağım, kitap da okumayacağım. Sonra siz okudunuz da ne oldu? Benden ne farkınız var? Okuyan biri olarak sizi de eve kapattılar, beni de. Siz de hayatı eve sığdırıyorsunuz, ben de. Var mı aramızda bir fark? Bu durumda hala bana oku diyecek misiniz? En nefret ettiğim şeydir bana bunun söylenmesi. Tıpkı çocukların, dersine çalış denmesinden nefret ettikleri gibi.  İnadım inat, okumayacağım. Bakalım sizin inat mı galip gelecek benim inat mı?  Hatta sizinle  bu konuda tartışmaya bile varım. Unutmayın ki bana galip gelemezsiniz. 

*11/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.