26 Şubat 2020 Çarşamba

Racülün Yes'a *

Konyalı iseniz Zafer'deki Nasuh Bey Camiini biliyor olmalısınız. Bugün size bu camide görev yapan cami imamından bahsetmek istiyorum. Tanımadığım bu imamın İnternette 22 dakikalık bir videosunu izledim. (Meraklıları için adresi veriyorum: https://youtu.be/GmOKsYdZr34)

İlahiyat ön lisans mezunu olan Ahmet Sardoğu, İHL'yi de dışarıdan bitirmiş. Aynı zamanda hafız olan imam Ahmet, imamlıktan önce 6 yıl kadar zabıta olarak görev yapmış. Çevresinin "Sana çok yakışır, niye imamlık yapmıyorsun" demesiyle Diyanet'e geçerek Konya Ereğli'de imam-hatip olarak göreve başlar. 5-6 ay önce de Nasuh Bey Camiinde göreve başlar. 

Konya'da o kadar cami ve din görevlisi varken bu imamı, diğerlerinden farklı kılan ve beni hakkında yazı yazmaya iten neden, hocanın heyecanı, gayreti ve kendisini tamamen mesleğine adamış olmasıdır. 

Çiçeği burnundaki imam; kendisini tanıtmak, muhitini tanımak, mahallelisini camiye çekmek, onlara ve çocuklarına dini konularda yardımcı olmak amacıyla -hakkında çekilen videodan anladığım kadarıyla- geldiği andan itibaren dur durak bilmiyor, koşuşturuyor: Mahallesindeki esnafı ziyaret ediyor, size ve çocuğunuza Kur'an okutayım, sizi camiye bekliyorum, sizinle tanışmaya geldim, diyor. Akşam namazından sonra yatsı ezanı okununcaya kadar evlerin zillerine basıyor, kendisini tanıtıyor, okuyup faydalanmaları için ücretsiz kitap hediye ediyor. 80 kadar öğrenciye Kur'an dersi veriyor, dini bilgiler anlatıyor. İçlerinde hafızlık yapan öğrencileri de varmış. Cami cemaati de artmış.  Ev ziyaretlerinde, muhitinde çokça olan Suriyelilerle iletişim kurabilmek amacıyla yanında kendisine eşlik eden Arapça bilen bir tercüman da bulunduruyor. 

Kendisiyle en yakın zamanda tanışmak, yaptıklarını ağzından dinlemek ve arkasında namaz kılmak istediğim Nasuh Bey Camii imamı Ahmet Bey, yaptıklarında ne kadar samimi, yükselme veya şöhret olma niyeti mi var, muhitine güven verdikten sonra insanlardan maddi olarak faydalanma yoluna gider mi bilmiyorum. Umarım yaptıklarında samimidir ve bozulmadan aynı şekilde devam eder. Belki bu şekil veya başka şekil görev yaptığı muhitinde etrafına ışık saçan bizim bilmediğimiz başka meslektaşları da vardır. Vazifesini devlet memuru ötesine taşıyan, bir kişinin yüreğine dokunmaya çalışan ve yaşantısıyla etrafına örnek olan, yaptığı ve söyledikleriyle amel eden bu tür hizmet aşıklarının sayısını Rabbim artırsın inşallah.

Nasuh Bey Camii İmamı Ahmet Bey ile röportaj yapan kişi, Ahmet Bey'e "Bu işleri yapmadaki amacın nedir" diye sorunca "Racülün yes'a olmak istiyorum" cevabı veriyor Ahmet Bey. Bu cevabı duyunca Sayın Sardoğu'nun görevini dert edindiğini ve gereğini yapmaya çalıştığını anlıyorum. Yazıma başlık olarak verdiğim bu kelime sıfat ve mevsuf olarak Yasin Süresi 20.ayette geçiyor. Ayetin meali "Şehrin öbür ucundan bir adam, koşarak geldi ve  'Ey kavmim, bu elçilere uyun' dedi". Ayette geçen Racülün yes'a, koşan adam veya koşarak gelen adam, demektir. Allah kendisinden razı olsun, karşılığını sadece Allah'tan bekleyen misyon sahibi kişilerin sayısını artırsın.

Not: Yasin Süresi ikinci sayfada "Racülün yes'a" şeklinde geçen kişinin; Hatay'da medfun bulunan, adına cami yaptırılan, ve günümüzde önemli ziyaret yerlerinden sayılan Habib-i Neccar olduğu bazı tefsir kitaplarında geçmektedir. Habib-i Neccar, şehirlerine gelen üç elçiyi kurtarmak isterken şehir halkı tarafından şehit edilir. Allah rahmet eylesin.

*28/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Şubat 2020 Pazartesi

Doğu Toplumlarında Oğul ve Damatlar *

Doğu toplumlarında kız çocukları hep ikinci plandadır. Oğulun ayrı bir yeri vardır. Bir hanede arka arkaya kız çocuğu dünyaya gelse morali hep bozulan ailenin en büyük muradı, soyunu devam ettirecek, ele ve ayağa düştüğü zaman kendilerine bakacak bir oğlan çocuğudur. 

Nihayet birkaç kızın ardından bir oğlan çocuğu dünyaya gelir. Dünya onların olur. Ablaları dahil tüm aile bayram eder. Hepsi oğlanın üzerinde titrer. Evin küçüğü şımartılır. Her istediği alınır ve yapılır. Oğlan kısa zamanda evin kelek keseni olur. Ablalarını evire çevire gerekirse döver. Bir günde kırdığı yumurta kırkı geçer. Kızlar bu durumdan dert yansa da evin bu kelek kesenine kimse bir şey diyemez. Çünkü dokunulmazlığı vardır. 

Kızlar genellikle ailede ikinci plandadır. Ağızlarıyla kuş tutsalar da aileye kendilerini beğendiremezler. Nihayet evlenirler. Oğuldan sonra evin ikinci üçüncü, dördüncü oğulları olur damatlar. Çünkü damatlar da evin tek oğlu gibi kıymetlidirler. Aile, oğul üzerinde titrediği kadar damatların üzerinde de titrer. Evin bir ferdi olmuşlardır artık. Oğul kadar damatlar da memnun edilecektir.

Evin imkanlarından oğul kadar damatlar da faydalandırılır. Oğula verilen damatlara da verilir. Ailenin şirketi, holdingi varsa oğul ve damatların her biri bir koltuğa oturtulur. Ailenin böyle bir imkanı yok, evin reisi devletin en üst mertebesinde ise oğul ve damatlar boş kalacak değiller ya... Her birine makamsa makam, şöhretse şöhret ayağının altına serilir. Bir dedikleri iki edilmez. Baba ben şu makamı istiyorum derlerse ikiletilmez; yapar mısın, yapamaz mısın, el alem ne der, denmez; o makama getirilir. Oğul çok yaramaz çıkar ise damat üzerine yoğunlaşılır. Makamlar damatlara bir bir teslim edilir. Damadın başarılı olması önemli değildir. Önemli olan kızımızın gönlünü hoş tutmaktır. Kızımızın gönlü hoş tutulmaz ise ailede huzursuzluk olur. Ailenin saadeti bozulacağına ülkenin saadeti bozulsun varsın. Tipik bir Doğu toplumu klasiğidir bu. Sık sık tekrarlanır. Ülke kısa zamanda damatlar saltanatına döner. 

Hayal aleminde değilim, bir ütopyadan bahsetmiyorum. Osmanlı tarihine bir göz atarsak damatların etkisini fazlasıyla görürüz. Damat veya damatların ağırlığını iyice hissettirdiği yönetimlerin başarılı olup olmadığını sizin tarih bilginize bırakıyorum. Bana göre damatlar pek yüz ağartmamıştır. Bedelini damatlar değil, kayınpederler değil, devlet çekmiştir.

*26/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Doğa Bize Diyor ki ***

Doğa: "Bakın hele, benim şakam yok. Beni ciddiye alın, tedbirlerinizi alın. Zira tahammülüm kalmadı" diye diye 2020'ye geldi. 

Geldi gelmeye ama 2020'nin ilk ayları yüzümüzü güldürmedi. Depremle yatıp depremle kalkıyoruz diyeceğim ama çoğu zaman yerimizden kalkamıyoruz. Çünkü her deprem can almaya devam ediyor. Deprem sadece bizde değil, dünyada da oluyor. Ama dünyada olan depremler, can kaybına sebebiyet vermezken her ne hikmetse bizde es geçmiyor. Hatta depremin merkez üssü komşu olsa bile ölüm yine gelip bizi buluyor. 

Deprem diyor ki bize:
*Ben kıyametin küçük bir provasıyım. Tedbir ve ibret alın diye zaman zaman bir doğa olayını gerçekleştiriyor, biriken enerjimi boşaltıyorum. Siz nasıl ki nefes alamasanız, yaşayamazsanız ben de enerjimi boşaltarak nefes alıyorum ve deşarj oluyorum. Yalnız benim nefes almam sizin nefes alıp vermenize benzemez. Yıkıcı yönüm büyüktür. Ne de olsa kıyametin küçük bir provasını icra ediyorum. 

Ama siz ne yaptınız? Sırtıma bindiniz, inmeyi bilmediniz. Asırlardır üzerimde yaşıyorsunuz. Tamam, bana verilen misyon gereği sizi sırtımda taşımak benim görevim. Ama tıpkı sizin gibi ben de bir can taşıyorum. Ama siz beni hoyratça kullandınız: Doğayı kirlettiniz, ıslah ederiz diye akıp gitmem gereken doğal yolları kapattınız. Tıkanıp kaldım. Sonunda sizi boğdum. Bana uygun şehirler ve yerleşim yerleri kurmadınız, ayağınızın altındaki fay hatlarını bildiğiniz halde paradan puldan kaçırarak derme çatma evler yaptınız. Bu evleri yıktım geçtim. Kurtulan kurtuldu ama aldığım canlar benim oldu. Yıkıcı darbemi gördüğünüz ve şakamın olmadığını bildiğiniz halde her deprem sonrası korktunuz ve "Depremlere hazırlıklı olmalıyız, kendimizi depremlere hazırlamalıyız" muhabbetleri yaptınız hep. Ben biraz kabuğuma çekilince yine unutup gittiniz, hayatın normal akışı içine kendinizi kaptıtarak gereğini yapmadınız. Maalesef benimle beraber yaşamayı öğrenemediniz. Siz böyle yaşamaya devam edin, ben de sünnetullah gereği görevimi yapmaya devam edeceğim, her depremim size gününüzü gösterecek. Daha bu, iyi günleriniz.

Sizin bu durumunuza üzülüyor ve size acıyorum biliyor musunuz? Hayatı ve yaşamayı çok seviyorsunuz, ölümü aklınıza bile getirmek istemiyorsunuz fakat orta şiddetindeki bir doğa olayıma bile teslim oluyor ve kendi elinizle yapıp ettiğiniz enkazın altında can veriyorsunuz. Aslında enkaz altında kalan vücudunuz değil, dürüstlüğünüzdür. Maalesef bugüne kadar dürüstlük sınavını ne siz ne de devletiniz geçebildi. Hele o ellerinizle kurup büyüttüğünüz devletinizi Allah, bildiği gibi yapsın. Devlet olarak deprem öncesi ülkesini hazır edeceği yerde deprem sonrası deprem mahalline damlamayı marifet sanıyor. Bak ben geldim, o gelmedi, acınızı paylaşıyorum, diyor. Halbuki ona düşen, deprem sonrası organizasyondan önce deprem öncesi vatandaşını depreme hazırlamaktır. Ben onun yerinde olsam depreme dayanıklı olmayan bir ev kalmayıncaya kadar Kanal İstanbul gibi projelerden vazgeçerim. Tüm Türkiye'yi bir şantiyeye çeviririm. Depreme dayanıklı olmayan evlerin yerine yenisinin yapılması için bir seferberlik başlatırım. Parası olmayana uzun vadeli kredi açarım. Evler yenilendiği gibi durgun olan inşaat sektörünü de canlandırırdım.

Bir söz de size söyleyeyim. Zira tek suçlu devletiniz değil. Her işinizi kadere bağlamayın. Kader bir ölçüdür ve yapıp ettiklerinizdir. Ölçüye göre hayatınızı dizayn etmezseniz boyunuzun ölçüsünü alırsınız. Benim yaptığım doğa olayı deprem de bir kaderdir. Benim bu kaderimden Allah'ın bir başka kaderine kaçın ve tedbirinizi alın. Böyle yaparsanız benim kaderimden ölmezsiniz. Sadece kısa süreli bir heyecan yaşarsınız, o kadar.

***27/02/2020 tarihinde Pusula haber gazetesinde "Deprem Bize Diyor ki" başlığında Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.