12 Şubat 2020 Çarşamba

Dış Politika Hamaset Götürmez ***

Bazı değerler vardır ki çağlar geçse de değerinden bir şey kaybetmez: Vatan, millet, bayrak, din bunlardan bazılarıdır. Vatan bölünmez, millet parçalanamaz, bayrak gönderden inmez, din tartışma konusu edilmez. Bunlar bizim milli ve manevi değerlerimizdir. Yerinde, zamanında, ve kıvamında kullanıldığı, iç ve dış siyasi malzeme yapılmadığı takdirde her zaman işe yarar. Uğrunda ölünür, bedeller ödenir.

Bir milleti millet yapan milli ve manevi değerlerimizin çiğnenmemesi, ayaklar altına alınmaması olmazsa olmazımızdır. Buna kırmızıçizgimiz de diyebiliriz. Bu değerler iç politika malzemesi yapılamaz. Bu değerlerin gözden düşmemesi ve topyekûn bir milletin bu değerler altında toplanması için yeri geldiği zaman hamasete de ihtiyaç vardır. Hamaset yapmak suretiyle kitleleri arkamızda sürükleyebiliriz. Ama hamaset bir yere kadardır. Fazlası bize zarar da verebilir. Çünkü hamaset bir şeyi, bir mevzii kazanmak için tek başına yeterli değildir. Özellikle dış politikada hamasete yer yoktur. Ayaklar yere basılarak siyaset yapılır. Ayaklar havada iken yapılan siyaset ile her defasında sadece havamızı alırız. Havamızı almakla kalmayız, bedelleri de ağır olur. Hamasetin en büyüğünü ve fazlasını Osmanlı’yı I.Dünya Savaşına sokan Talat, Enver ve Cemal paşalar yapmıştır.  

Dış politikada yapacağın hamle kadar rakiplerinin hamle ve taktiklerini de sonuçları itibariyle göz önünde bulundurmak gerek. Çünkü dış politikada tek doğru yoktur. Doğruya ve sonuca giden birden fazla yollar vardır. Bu yüzden tek hamle ile yola çıkılmaz. Bir taktiğimiz işe yaramazsa diğerini devreye sokarız veya revize ederiz. Baştan “Bu bizim kırmızıçizgimizdir” denerek kestirip atılırsa hamlemiz ölü doğar, pazarlık konusu edilmez, masadan elimiz boş kalkarız.

İnsanların birbirine dostluğu olur ama ülkelerin dostluğu olmaz. Ülke devlet başkanlarından da dost olmaz. Varsa da çıkarı sona erinceye kadardır. Çünkü dış politikada kazan-kazan prensibi işler.

Devletlerarası oluşturulan masalarda güçlü olabilmek, yumruğunu masaya vurabilmek için oyun kurucu olmak gerekiyor. Ekonomide dışa bağımlı isen, savunma ve harp sanayin başka ülkelerin ürettiğine dayalı ise asla oyun kurucu olamazsın. Bu masada yer verirlerse bilelim ki bu masanın en zayıf halkasıyız. Zayıf halkalar pastadan pay alamazlar. Buradan sadece iş yükü çıkar. Her yönüyle dışa bağımlı bir ülke, ben oyun kurucu olacağım veya oyun kurucuyum diyorsa sadece kendini kandırmış olur.

Dış politikada ve masalarda elimizin güçlü olmasında tüm yetki ve sorumluluğun tek elde toplanmaması esas olmalıdır. Aldım, verdim demek devlet aklına uymaz. Alınan kararların ve yapılan görüşmelerin kabul veya reddi için belirli kurum ve kurullara, Meclise topu atmak, sorumluluğu paylaştırmak pazarlığı kızıştırır ve zaman kazandırır. ABD’yi büyük yapan ve güçlü kılan belki de budur. Başkanları ne zaman sıkışsa senatolarını devreye sokar: Bak, ben senin istediğini kabul ediyorum ama senatomuz reddetti, gerekçesinin arkasına sığınır.

Dış politikanın iç politikaya etkisi ve katkısı vardır ama asla dış politika iç siyaset malzemesi yapılmaz. Hele başka ülke, meydanlarda ve ekran karşısında kıyasıya eleştirilemez. Çünkü insanların kadar ülkelerin de onurları vardır.  Bu şekil eleştiri ile olacak işimiz de olmaz. Dış politikada biraz ketum olmak iyidir. Ulu orta her yerde konuşulmaz. Susacaksın ki rakiplerin ne yapacak diye merak edecek…  

Dış politikada kızgınlığa, meydan okumaya ve duygusallığa da yer yoktur. Kızan kızdığıyla, meydan okuyan meydan okumayla kalır. Duygusallık sağlıklı adım atmanın önünde en büyük engeldir. Soğukkanlılık esas olmalıdır.

İç politikada kazanmak için nasıl ki ittifaklara yer veriliyorsa aynı ittifak dış politikada da geçerli olur. Çıkarı örtüşen ülkelerle masalara güçlü oturmak ve işbirliği yapmak gerekir, başına buyruk hareket edilmez. Öyle ittifaklar yapılmalı ki bir cephede başka ülke ile diğer cephede veya masada başka ülke ile olabilmeli gerekirse…

***18/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

Dertler Ülkesi Türkiye ***

Deprem, sel, çığ düşmesi, toprak kayması gibi doğal afetler; bina çökmesi; terörle mücadele, Suriye'ye operasyon; tren, uçak kazası, kadın cinayetleri gibi nedenlerden dolayı son yıllarda ülkemizde ölümler, yaralanmalar eksik olmuyor. Bu yüzden siyasilerin ağzından ve sosyal medya kullanıcılarının paylaşımlarından aşağıdaki mesajların benzerlerini çok duyar ve okuruz:

"Başın sağ olsun Türkiye'm!", "Başımız sağ olsun!", "Milletimizin başı sağ olsun!"

"Şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum.", "Şehitlerimize Allah'tan rahmet, yaralı askerlerimize şifa diliyorum. Milletimizin başı sağ olsun!"

"...şehit düşen kardeşlerimizin mekanı cennet olsun.", "Ruhunuz şâd, mekanınız cennet olsun!"

Yaşadığımız coğrafyanın zorluğundan ve bu coğrafyaya ayak uyduramadığımızdan mıdır?

İzlediğimiz siyasetin yanlışlığından ve iş bilmez, işinin ehli olmayan insanlarla çalıştığımızdan mıdır?

İşimizi düzgün yapmadığımızdan mıdır?

Doğal afetlere olması gerektiği gibi hazırlanmadığımızdan mıdır veya doğal afetlerin her türlüsüne nasıl yaklaşacağımızı iyi analiz edemediğimizden midir?

Derinlemesine düşünüp doğru adım atmadığımızdan mıdır?

Yeterince istişare etmediğimizden, şeffaf ve hesap verebilir olmadığımızdan mıdır?

İç ve dışta açık ve sinsi bolca düşmanımız olduğundan mıdır?

Ağır ve hantal devlet yapımızdan veya bürokrasinin işini düzgün yapmadığından mıdır?

İktidarı ve muhalefetiyle acı ve kederde ve milli meselelerde hemfikir olamadığımızdan mıdır?
Başımıza gelenler bir ihmal ve ihmaller zincirinin bir sonucu mudur?

Bu ülkede yüzümüz gülmüyor bir türlü. Durmadan ya deprem veya bina çökmesi sonucu göçük altından insanlarımızın bedenini canlı veya cansız olarak çıkarıyoruz, polis ve askerimizi teröre kurban veriyoruz, Suriye bataklığı zaman zaman askerimizi yutuyor, çığ altında insanlarımız kalıyor, onları kurtarmaya gidenler de geri dönmüyor, kadın cinayetleri    -aslında insan cinayetleri- hiç eksik olmuyor. (Kadın cinayetleri diye diye son yıllarda kadınların işlediği erkek cinayetleri de baş göstermeye başladı) Taciz olayları zaten hiç eksik olmaz bu ülkede. Türü ne olursa olsun bu ülkede durmadan insan kaybediyoruz.

Ne yapacağız bu durumda? Bu coğrafyanın kaderi deyip başımıza gün aşırı gelen ölüm ve şehit haberlerinden sonra başsağlığı…kanları yerde kalmayacak…yaralar sarılacak mesajları yayımlamaya ve paylaşmaya devam mı edeceğiz? Eskiden olsa başımıza gelenlerin çoğuna -ateş düştüğü yeri yaksa da-  “takdiri ilahi” der, acıları paylaşırdık. Ama şimdi öyle bir çağda yaşıyor, öyle bir dönemden geçiyoruz ki hemen hemen her şeyin sorgulandığı ve hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir dönemi yaşıyoruz. İnsanımızın aklına bu işte bir ihmal var mı sorusu geliyor.

Elbette yaşadığımız coğrafyanın zorluğu vardır. Ama burada yeni yaşamaya başlamadık. 1071’den beri biz bu topraklardayız. Tecrübe dersen fazlasıyla var. Geçmişten günümüze yaptığımız hatalardan fazlasıyla ders çıkarmamız ve şu ana kadar dayak yiye yiye dayak atmayı, en azından dayak yememeyi öğrenmemiz gerekirdi.

Şu ya da bu şekilde insanlarımız ölmeye veya şehit vermeye devam edeceğiz. Bu millet dertlerle yoğruldu. Söz konusu vatan ise acısını içine atar, gerekirse ölüme gider. Ama her şeyin sorgulandığı bu dönemde birlik ve beraberliğe daha çok ihtiyacımız var. Özellikle ulusal meselelerde, kenetlenildiği takdirde gelen şehit haberlerini hazmederiz. Bunun için emir komuta zincirini elinde tutanların kamuoyu desteğini arkasına alması lazım. Bunun yolu da şeffaflık, paylaşım, istişare, eleştiri ve önerilere açık olma ve insanımızın her bir düşüncesine değer vermekten geçer. İktidarın muhalefete, muhalefetin iktidara saldırmayı ve atışmayı bırakması lazım. Özellikle dış politika ve Suriye meselesi iç malzeme yapılmamalı.

2011’den beri iç meselemiz olan Suriye sorunundan nasıl ve ne şekilde kurtulabilir ve karlı çıkarız başlığı altında, tarafların dile getirdiği her türlü seçenek üzerinde samimiyetle kafa yorulması gerekir. Bu yapıldığı takdirde politikamız yanlış olsa, yine şehitler vermeye devam etsek bile kimse kimseyi suçlamaz… Dışarıda başarılı olmanın yolu, geride barışı sağlamakla olur. Bu sağlanmadan her kafadan bir ses çıkar. Bu da amaca hizmet etmez, gücümüzü zayıflatır. Unutmayalım ki bizi dertler değil, birbirimize güvensizliğimiz yıkar.

***13/02/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

10 Şubat 2020 Pazartesi

Kopya ve Sözlü Mülakatlar *


Öğrenci olup da sınavlarda kopya çekmeyen yok gibidir bu ülkede. Varsa da bir elin parmaklarını geçmez. Kopya çekmeyenlerin pek azı, dürüstlüğünden çekmez iken çoğunluğu ya beceriksizliğinden ya korkusundan ya da sınav esnasında göz açtırılmadığı için kopyaya yeltenmez.

Ortaokul, lise ve üniversite okurken çekilen kopyalar, çoğunluk tarafından masum kabul edilir. Yakalanmadıkları müddetçe sorun teşkil etmez. Bu yüzden kopya çekenler fazla tepki almazlar. Hatta yıllar sonra çekilen bu koya bir marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatılır. Esas tepki ÖSYM tarafından yapılan merkezi sınavlarda kopya çekilmesinedir. 2010 KPSS'de kopya çekildiği basına yansıdı. Kimlerin tam puan aldığı yazıldı, çizildi. Bu organize kopya skandalı savcıları da harekete geçirdi. Adı geçen kişiler hakkında dava açıldı.

2010 KPSS'den hareketle ÖSYM'nin yaptığı her sınav sorgulanır oldu. Kopyaya karşı kamuoyunda büyük bir tepki ve hassasiyet oluştu: "Birileri kopya çekerek çocuklarımızın önüne geçti, hakları yendi..." dendi.

Kamuoyunda oluşan bu tepkiler üzerine sınavlarda kopya çekmenin önüne geçmek amacıyla ÖSYM, sınavlarda bir dizi katı tedbir aldı. Hemen hemen her şeye yasak koydu. Koyduğu katı kuralları uyguladı. Adaylar sınav salonuna girerken didik didik arandı. Üzerlerinde ne varsa cepleri boşaltıldı.

Hasılı, okul dönemlerinde pek hassasiyet gösterilmese de merkezi sınavlarda toplum ve yetkililer kopya konusunda çok hassas. Çünkü kopya çekilerek diğer adayların önüne geçiliyor. Bu da kamuya alımlarda haksızlığa sebebiyet veriyor. Bu durumda kopya bir nevi hırsızlıktır. Belki de hırsızlığın en kötü şeklidir. Zira burada milyonların hak ve hukukunu çiğnemek vardır.

Kopya çekmek bir hırsızlık ise o zaman kopya çekmeye gösterilen tepki sadece merkezi sınavlarla sınırlı olmamalı. Sınavın olduğu her alanda aynı hassasiyet gösterilmeli. Çünkü ortaokul, lise ve üniversite hayatında kopya çekmeye alışan, fırsatını bulduğu zaman merkezi sınavlarda da kopya çekmeye yeltenir. Zira alışmış kudurmuştan beterdir.

Hasılı, kopya çekmeye gösterdiğimiz tepkinin temelinde, kamuya hak etmediği halde yerleşme vardır.

Burada bir başka soru sormak istiyorum. Kamuya yerleşmede son yıllarda bir kural haline getirilen sözlü mülakatlara, kamuoyu ve devlet yetkilileri ne der? Yazılı sınavlarda kopya çekmek suretiyle kamuya atanan ile sözlü mülakat vasıtasıyla kamuya atanan arasında bir fark var mıdır? Çünkü sözlü mülakat dendi mi bu ülkede referans, torpil, kayırmacılık, “bizden” olanı seçme akla gelir. Sözlü mülakatlarda alımlar eğer akla geldiği gibi yapılıyorsa kamuya ehliyetsiz ve liyakatsiz atanma durumu söz konusu demektir. Bu da merkezi sınavlarda kopya çekmek suretiyle emsallerinin önüne haksız bir şekilde geçip kamuya atanma yönüyle sözlü mülakatlardan farklı değildir. Kopya çekme ile sözlü mülakat ile atanmanın arasındaki fark, kopya çekmenin gizli yapılması, sözlü mülakatların ise aleni yapılması. Kopya yasak iken sözlü mülakatlar yasal hale getirilmiştir.

Sonuç olarak kopya çekme ile sözlü mülakatı aynı kefeye koyarsak, sınavlarda kopya çekmeye gösterdiğimiz tepkiyi onun ikiz bir kardeşi olan sözlü mülakatlara niçin göstermiyoruz? Sözlü mülakatların devlet eliyle meşru hale getirilmesi, onun ahlaki olduğu anlamına mı geliyor yoksa? Unutmayalım ki bir şeyin yasal olması, onun ahlaki olduğu anlamına gelmez.

*15/02/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.