26 Mart 2019 Salı

Kişi Bir Yere Nasıl Geldiyse Öyle Gider


2014 yılında çıkarılan kanunla dört yıl okul yöneticiliği yapanlar yeni bir değerlendirmeye tabi tutuldular. Yapılan değerlendirmede tabir yerindeyse budandılar. Daha doğrusu kahir ekseriyeti başarısız bulunarak öğretmenliğe döndürüldü. Pek azı yöneticiliğine devam edebildi. Elenen yöneticilerin yerine sözlü mülakat yöntemiyle yeni yöneticiler iş başına getirildi. Bunu yapanlar da kimi, niçin elediklerini bilmeyecek kadar çiçeği burnunda yeni şube müdürü ve ilçe milli eğitim müdürleri idi.

2014 yılı milli eğitim müdürlerinin, milli eğitim müdür yardımcılarının, şube müdürlerinin, ki okul müdürlerinin ve okul müdür yardımcılarının yenilendiği bir dönem oldu. Mevcut milli eğitim müdürleri ve milli eğitim müdür yardımcıları "eğitim uzmanı" oldu. Yöneticiliği uzatılmayan okul müdür ve yardımcıları da öğretmenliğe döndü.

Yeni atama ve görevden eleme süreci çok hoş olmasa da bu süreç maalesef yaşandı. Topyekûn bir bayrak değişimi yaşandı.

Yeni yöneticilerin görevlerine başladığı dönemde ilçeden il merkezine görevlendirilerek göreve başlayan iki kişi ile görüştüm. Biri mi daha önce tanıyordum, diğeri ile yeni tanıştım. Sevinçlerine diyecek yoktu. Yüzlerinden ve konuşmalarından belli idi. "Eskilerin gittikleri çok iyi oldu, sevindik" dediler. Niye böyle konuşursunuz dediğimde "Onlar elenmeseydi biz ilçeden merkeze gelemezdik" dediler. 

Yeni görevlerinde başarılar dilediğim bu iki kişinin gidenlere oh olsun dercesine bir tavır sergilemeleri tıpkı yönetici atama süreci gibi hiç şık değildi. Kurumlar kadıya mülk olmadığı gibi buralar boş duracak da değil, biri giderse yerine öbürü gelecek. Birileri mağdur olurken birilerine fırsat doğacak. Bunda garip bir durum yok. Garip olan içlerinde tutmaları gereken hislerini dışarıya vurmuş olmaları. Birilerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaları garip olandı.

Yıl 2019. Yani milli eğitim müdürlerinin ve okul müdürlerinin yenilenmesinin üzerinden dört yıl geçti. Duydum ki yerinden edilen müdürlere “oh olsun” diyen müdürümüz çalıştığı kurumdan bir başka yere sürgün gönderilmiş. Yine duydum ki tanımadığı müdürleri önüne gelen listeye göre eleyen bir başka müdür de görev yaptığı yerden el çektirilmiş, yerine bir başkası atanmış. Haklı yere mi alındılar, yoksa haksızlık mı yapıldı bilmiyorum. Kendilerini de sever sayarım. Ama her ne sebeple olursa olsun bu kişilere reva görülen yine hoş olmamıştır. Yani tasvip etmiyorum. İnsanlar bu şekilde harcanmamalı diye düşünüyorum. Görüyorum ki eleme usulümüz ve insanımızın onuruyla oynama kıstasımız yıllar geçmesine rağmen aynen devam ediyor. Burada unutmamamız gereken bir şey var, kişi bir yere ne şekil gelirse o şekil gider. Gelirken adamı sevindirir, giderken üzer. Ben ne yaptım dedirtir insana.

Gelenlerin çoğu, gidenlerin arkasından “oh olsun” derken ben onlar için aynı şeyi söylemiyorum. Keşke böyle olmasaydı…


Siyasetimiz Ümit Vermiyor

Siyasetin içinde değilim ama içinde olmasam da çok da uzağında olmadım.  Çünkü siyasete karşı merakım var. Türkiye gündemini özellikle siyasetimizi, hangi siyasinin ne dediğini uzaktan da olsa takip ettim. Kendi çapımda her vatandaş gibi siyasi değerlendirmeler yapmaya çalıştım. 

Siyasetten ne zamana kadar uzak durmadım? 31 Mart mahalli seçimlerine kadar. Bu seçim sürecinde ne mi4tinge gittim ne TV açık oturumlarını izledim ne hangi adayın diğeri hakkında ne dediğini merak ettim ne aday ve parti liderlerinin konuşmalarını dinledim ne hangi şehri kim kazanır diye kafa yordum ne de partilerin seçim vaatleri beni heyecanlandırdı. Bu seçim sürecinde tam apolitik oldum desem yeridir. Bir şey kaybettim mi? Hayır. Pişman mıyım? Değilim. Mutlu muyum? Hem de nasıl! Apolitik olduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Üstelik keyfime de diyecek yok.

Bir zamanlar politik davranırken niçin apolitik oldum? Bir zamanlar siyaseti takip ederken her seçimin ülkeyi daha iyiye götüreceğini, ülkeyi düzlüğe çıkaracağını düşündüm. Geldiğim nokta da siyasetten soğudum. Daha doğrusu benim için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla siyasette bir tükenmişlik var. Ülkede izlenen siyaset, siyasilerin kendilerini tekrarlamaktan öteye geçmiyor. Her biri kendi yerini sağlama almaktan öte bir şey düşünmüyor. Tüm yaptıkları kendi geleceklerini garantiye almak, inisiyatifi elden bırakmamak, gündemden düşmemek, liderliklerini tartışılmaz kılmak. 

Siyasilerimizde sorun mu var, beceremiyorlar mı? Allah var, görevlerini iyi yapıyorlar, güzel konuşuyorlar, ağızlarından bal damlıyor, gece-gündüz durmadan çalışıyorlar, hepsi ülkeyi çok sever görünüyorlar. Ama bu görüntülerinin arkasında benim gördüğüm her şeyden önce kendilerini, koltuklarını daha çok seviyorlar. Bunun için halkı kutuplaştırmaktan, ötekileştirmekten öte bir şey yapmıyorlar. Aday gösterirken bile bu işi en iyi kim yapardan ziyade kendilerine karşı çıkmayacak muti adayları belirliyorlar. Ülke borçluymuş, halk ekonomik dar boğazdaymış, vatandaşın alım gücü azalmış, işsizlik artmış, belediyeler borç batağındaymış gibi bir dertleri yok. Bakmayın bunlardan konuştuklarına. Bu işin edebiyatını yapıyorlar. Hepsinin tuzu kuru. Siz hiç ekonomik sıkıntı çeken bir siyasi gördünüz mü? Yine siz yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı bedel ödemiş, mağdur olmuş bir siyasi gördünüz mü?

Açıkçası ülkemde izlenen politika içime sinmiyor. Böyle bir siyaset bana ümit vermiyor. Politikacılar bana güven vermiyor. Bu atmosferde vereceğim oyun da bir anlamı yok görünüyor.



25 Mart 2019 Pazartesi

Diyanet Ne Yapmak İstiyor? *

Diyanet İşleri tarafından merkezi olarak hazırlanan Cuma hutbelerinde görmek istediğim,
İslam ve Müslümanları ilgilendiren her türlü konunun minberde ele alınmasıdır. Gönül ister ki her hafta ele alınan konu Müslümanlara yol çizsin, olaylara ne şekil bakmamız gerektiği konusunda İslam’ın görüşüne yer verilsin. Okunan hutbe bir hafta boyunca halk arasında gündem oluştursun.

İslam’ın işlenmesi gereken o kadar konusu, Müslümanları ilgilendiren o kadar mesele varken nedense hutbelerimiz belli konular üzerine yoğunlaşmış, birbirinin tekrarı durumundadır. Ne demek istediğimi bazı tarihlerde okunan hutbelerden birer kesit sunarak açıklamak istiyorum.

 Kur’an ve sünneti birbirinden ayırarak din istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünneti bugünlere taşıyan hadis külliyatımızın güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar etmeyelim. Sahih sünneti Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle istismar edenlere karşı da uyanık olalım.” (22/03/2019 tarihli “Kur’an ve Sünnet Bir Bütündür” başlıklı hutbeden)
Dinimizi doğru öğrenme ve yaşama konusunda bu iki kaynaktan taviz vermemektir. Kur’ân ve sünnetin arasına mesafe koymaya, bu en mukaddes değerlerimizi istismar ederek güç ve çıkar devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olmaktır.”(02/02/2018 tarihli “Kur’an ve Sünnet” başlıklı hutbeden)
Hiçbir kimse ya da zümrenin, kendisini sünnetin tek hamisi olarak görmeye hakkı yoktur. Aynı şekilde sünneti itibarsızlaştırmaya ve devre dışı bırakmaya yönelik anlayış ve gayretler de beyhude birer çabadan ibarettir. Unutulmamalıdır ki Allah Resûlü (s.a.s)’in sünnet-i seniyyesi üzerinden ötekileştirici, ayrıştırıcı bir takım söylemler; kardeşliğimizi, muhabbetimizi, birlik ve beraberliğimizi zedeleyecektir.” (3.11.2017 tarihli “Sünnet:Nebevi kılavuz” başlıklı hutbeden)
Resul-i Ekrem’in şerefli sözleri olmadan Kur’an anlaşılamaz ve yaşanamaz. Bizi bu konuda ikaz eden yine bizzat Efendimiz’dir. O şöyle buyurur: “Sakın sizden birinizi, emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, köşesine yaslanmış olarak cahilce, ‘Biz Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız; hadis tanımayız!’ derken bulmayayım!” (12 Şubat 2016 tarihli “Peygambere İman Tevhidin Bir Gereğidir” başlıklı hutbeden)

Fark ettiyseniz 12/02/2016, 03/11/2017, 02/02/2018, 22/03/2019 tarihli hutbeler, sünnet yani sünnetin önemi üzerine. Kur’an ve sünnet dinin iki temel kaynağıdır. Elbet konu edilecek ve sünnetin önemine işaret edilecek. Çünkü sünnet Kur’an’ın açıklamasıdır aynı zamanda. Fakat Diyanet, sünnet üzerinde hutbe okutmayı sistematiğe bağladı. Diyanet, konu sıkıntısı mı çekiyor? Bazı konulara karşı bir rezervi mi var? Sık sık aynı konuları işlemek suretiyle “ettekrâru ahsen, velev kâne yüz sensen (180 kere de olsa tekrar güzeldir) diyerek bazı konuların önemine işaret etmek mi istiyor? Yoksa bazılarına cevap mı veriyor? Bahsettiğim haftalardaki hutbe konularının içeriğine bakarsak Diyanet, sünnet konusunu işleyerek birilerine cevap veriyor ve Müslümanları da bunlara karşı uyarıyor.

Hutbe konusu belirleme, hazırlama ve okutma yetkisi Diyanet’in uhdesinde. Hangi konuları seçeceğine kendisi karar verir. Sünnet konusunun işlenmesi konusunda da ihtiyaç hissetmiş olmalı ki üç yılda sünnet üzerine dört hutbe okuttu. İyi mi yapıyor, kötü mü yapıyor bilmiyorum ama bildiğim bu halkın sünnetle ve sahih hadisle bir meselesi yoktur. Halkın bu konuda bildiği birkaç akademisyenin ve birkaç okumuş insanın sadece Kur’an merkezli konuşmalarıdır. Lokal bir alanda cereyan eden bir meseleyi Diyanetin Cuma hutbeleri vasıtasıyla tüm camilere yaymasının tehlikeli sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Diyanetin sünnet üzerine tekraren okuttuğu bu hutbelerden halkın bir kısmı “Sünnette sorun olmalı ki hutbe konusu ediliyor” zehabına kapılabilir. Bence DİB, bu konuyu toplumun tüm katmanlarına yayacağına bu konuda farklı düşünen bir avuç insanı tek tek ziyaret ederek veya onları bir arada toplayarak işin vahametini anlatsa daha iyi bir iş çıkarmış olur. Onları ikna edemese bile en azından bu konuda basın ve ekranlarda hassas olmalarını isteyebilir. Bu alanda sorun varsa hadis alanında uzmanlaşmış kişilerden bir komisyon kurarak bu konuyu ilmi çerçevede masaya yatırmada öncülük yapabilir.

* 27.03.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.