4 Mart 2019 Pazartesi

Bir Tarım Politikamız Var mı? *

Lisede okurken yedi bölgemizin hangisinde hangi tarım ürünlerinin yetiştirildiğini öğrenirdik. Hocalarımız bize "Ülkemiz bir tarım ülkesi. Tarım ürünlerimiz kendimize yettiği gibi başka ülkelere de ihraç edebileceğimizi" söylerlerdi. Biz de teknoloji, enerji ve sanayide yeterli değiliz ama en azından tarım ve hayvancılığımız var, kendi kendimize yeteriz derdik. Halkın büyük bir kesimi de geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlardı.

Günümüz ve son yıllara geldiğimizde, bir zamanlar tarım ve hayvancılık ülkesi olan ülkemin yetiştirdiği tahılın ülkemize yetmediği, çoğu ürünümüzü dışarıdan ithal ettiğimiz görülmektedir. İthal ettiğimiz bu ürünler ülkede yetiştirilmiyor mu? Her biri bu ülkede ekilip dikiliyor. Burada "Madem bu ülkede ekim dikim var. Buna rağmen dışarıdan niçin ithal ediyoruz diyebiliriz. Dışarıdan gelen ürün, bizim burada yetiştirdiğimiz üründen daha ucuza geliyor. Yani bizim ürünümüz daha pahalı. Garip bir durum değil mi?

Devlet tarım ve hayvancılığı kalkındırmak için her yıl destek veriyor, teşvik açıklıyor, para dağıtıyor, uygun kredi veriyor, çiftçinin kredilerini yapılandırıyor. Doğal afetler dolayısıyla ürünü zarar gören üreticinin zararını karşılıyor, borcunu erteliyor. Sonuç, sıfır elde var sıfır. Biz yine birçok ürünü ithal etmeye devam ediyoruz ve çiftçi de öldüm-bittim diye ağlıyor. Gerçekten bir gariplik yok mu ortada?

Açıklamalara bakılırsa çiftçilik ve hayvancılık yapana devlet durmadan destek veriyor. Çiftçi ise gübre bu kadar oldu, ilaç şu kadar oldu, tohum bu kadar oldu, mazot uçtu gitti; girdi maliyetleri arttı. Tabir yerindeyse "Hakı b.kunu kurtarmıyor" diyor.

Eskiden çoğu kişi geçimini tarım ve hayvancılıkla sağlarken şimdi kırsal kesimde fazla genç nüfus da kalmadı. Tarım işiyle uğraşan ya ihtiyarlar kaldı ya da belli başlı köklü aileler. Tarımla uğraşacak insanımız kalmadı desek yanlış olmaz. Dua edelim ki bu işleri yapan Suriyeli ve Afganlılar var. Onlar da olmasa ne hayvanları güdecek çobanımız var ne de tarlada çalışacak insanımız.

Tahılın, gıdanın ve etin her geçen yıl silah olarak kullanıldığı günleri yaşıyoruz. Belki de yaşadığımız bu günler iyi günlerimiz. Böyle giderse tarlalarımız ekilip dikilmezse hiç şaşırmam. Çünkü şimdiden ürettiğimizi pahalı yiyoruz. Gıdayı pahalı tükettikçe gıda fiyatlarındaki bu artış, ister istemez enflasyon canavarını azdırmaktadır. Artan gıda fiyatlarından çiftçinin cebine üç kuruş daha fazla girse gam yemeyeceğim. Maalesef bu zamlardan üreticinin cebine para girmiyor.

Tüm bunlardan anladığım hangi ürüne ne kadar ihtiyacımız var, ne kadar ekildi? Verilen teşvikler nereye gitti, yerinde kullanıldı mı? Doğru dürüst planlama ve denetimin yapıldığını düşünmüyorum. Maalesef tüm iyi niyetlere rağmen bu ülkede planlı, programlı bir tarım politikamız yok. Bu ülkenin her türlü ürün ihtiyacının büyük bir kısmı ithal yoldan karşılanacaksa merak ediyorum bu ülkede Tarım Bakanlığı, il ve ilçe tarım müdürlükleri, ziraat odaları niçin var, anlamış değilim. 

* 13/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sevdiklerimize Yaptığımız En Büyük Kötülük *

İslam dini orta yolu takip etmeyi emreden bir dindir. Allah bizden "ümmeten vesetan" olmamızı ister. Orta yolu tutan ümmet olmak demek, ifrat ve tefritin ortası olmaktır. Yani aşırılıklardan kaçınmaktır. Hayatın her alanında ne az ne de çok; ölçülü ve dengeli olmamızı, tam kıvamında hareket etmemizi ister.

Sevgi ve nefret de böyledir. Aşırısı gözü kör eder. İnsana gerçekleri görmesini engeller. Öyle bir şey ki ne sevdiğimizin yanlışını gösterir ne de nefret ettiğimizin doğru hareketini onaylatır. Burada nefreti anladık ama sevginin ne zararı var diyebiliriz. Sevginin aşırısı da aynı kapıya çıkar. Aşkın gözü kördür dedikleri de böyle bir şey olsa gerek. Kişi birine aşıksa onun hatalarıyla kolay kolay yüzleşmek istemez. Güven ve güvensizlik de hakeza. İnsanlara güvenmek, onlara açık çek vermek güzeldir ama tedbiri elden bırakmamak lazımdır. Bazen acaba diyebilmek gerekir. Güvenin zıddı olan kuşku ise güveni bitiren bir davranıştır. Çünkü sürekli şüphelenmek güveni kaybeder.

Sevgi ve nefretin, güven ve kuşku ile bir irtibatı var diye düşünüyorum. Çünkü aşırı sevgi güveni beraberinde getiriyor: Ben senin için çiğ tavuğu yerim, ben sana sonsuz güveniyorum, seninle Fizan’a bile giderim, sözlerinde olduğu gibi. Aynı şekilde nefret de güvensizliği beraberinde getiriyor. Kişi sevmediği insana karşı hep kuşkulu ve ön yargılıdır: Ben senin Allah bir dediğinden başkasına inanmıyorum, sözünde olduğu gibi.

Bizim toplumumuz sevgi ve nefret konusunda ifrat ve tefrit üzeredir. Bir kişiyi ya seveceğiz ya da nefret edeceğiz. Tarikat, cemaat ve siyasi parti liderleri sevgi ve nefretin kol gezdiği makamlardır. Bunları sevdik mi “adam gibi” severiz, nefret ettik mi kimse bize Nuh’un peygamber olduğunu kabul ettiremez. Çünkü bu inatçı yönümüz de var.

Sevmek güzeldir ama eğer bu sevdiği kıvamında bırakmazsak sevdiğimize en büyük kötülüğü yapmış oluruz. Siyasi parti liderleri buna en güzel örnektir. Gönül verdiğimiz partinin lideri her ne icraat yapıyor, her ne konuşuyorsa doğru mu, yanlış mı diye sorgulamadan alkışlamamız, ona tezahürat yapmamız liderin kendisini sorgulamasının önüne geçer. Liderin yaptığı her icraata içimize sinse de, sinmese de “vardır bir bildiği” gözüyle bakmak, o ne yapıyorsa en doğrusunu ve güzelini yapar demek o lidere yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu bağlılık, bu açık çek, lideri aşırı özgüven sahibi yapar. Lider “Alkışlandığıma göre demek ki doğru yoldayım” düşüncesine kendisini iyice kaptırır, daha fazla hatalar yapmaya başlar. İnsan olup da hata yapmamak mümkün mü? Hangi bir lider mükemmeldir ki? Bir iş yapan, kitleleri arkasından sürükleyen liderler de hata yapar. Ama yapılan hatalar alkışlarla, tezahüratlarla ve destek açıklamalarıyla maalesef örtülmektedir. Bu durumda olan bir liderin hata yaptığını kabul etmesi ve görmesi mümkün değildir.

Liderlere olan sevginin bitmemesi isteniyorsa liderlerin yaptığı hatalar kendilerine üslubunca söylenebilmelidir. En azından içimize sinmeyen bir icraat yaptıklarında yüz hattımızdan, hal ve hareketimizden “Bu yaptığından hoşnut kalmadık” imajı vermek gerekiyor. Hatayı söylemek onları sevmediğimiz anlamına gelmez. Hatası söylenen lider de kendisi ile yüzleşip hatalarını en aza indirgemeye çalışacak ve istişareye önem verecektir. Bu, o lidere yapabileceğimiz en büyük iyiliktir. Bu iyilik hem lidere fayda sağlayacak hem de ülkeye…


* 06/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


3 Mart 2019 Pazar

Dışlayıcı Siyasetin Sonuçları ***

Ülkemizin siyasi aktörleri dışlayıcı siyasete çok başvururlar. Dışlayıcı siyasetle sandığa gitmeyecek seçmeni sandığa çekmek, kararsız seçmeni kazanmak, kendi seçmenindeki gevşekliği bertaraf etmek ve tabanını bilemek hedeflenmektedir. Kendi seçmenine veya kararsıza "Eğer bana oy vermezsen şu gelir" demek suretiyle seçmen veya tabanını korkutmaktadır. Bu yol ve yöntem bazı seçimlerde işe yarasa da geçici bir başarıdır. Bu sonuç günübirlik siyaset yapan siyasilerimizin hoşuna gitse de ülkenin geleceği açısından tehlikelidir.

Niçin derseniz? Dışlayıcı ve ötekileştirici siyaset toplumsal barışın temeline dinamit koymaktadır. Çünkü bu siyaset yıkıcı bir siyasettir. Toplumdaki birlik ve beraberliği yok etmektedir. 

Size her halükarda kazanmak mı yoksa birlik ve beraberlik mi daha iyi desem herhalde aklıselim herkes, önceliğimiz birlik ve beraberlik der. Böyle cevap veririz ama fiil ve söylemlerimiz hep kutuplaştırma üzerine kuruludur. Eğer bu ülkeyi seviyorsak bu ülkenin temeline dinamit koymak denen kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve dışlayıcı siyaseti bırakmamız lazım. Çünkü bu ülke böylesi siyasetten çok çekti. Bugün hala yaralarını saramadık.

Hatırlarsanız bu ülke 80 öncesi komünizm geliyor, yok faşizm geliyor diye kutuplaştırıldı, Alevi ve Sünni tartışmaları bu ülkeye pahalıya mal oldu. Ülkeyi birbirinden kurtarmaya çalışan yüzlerce genci öbür dünyaya gönderdik. Akan kanı durdurmak için sıtmaya razı edildik. 80 ihtilalı ile asker yönetime el koydu. İhtilal nice gençleri darağacında sallandırdı. Binlercesi mahkum oldu. 12 Eylül zihniyeti mahkumlara yaptığı eziyet ve işkenceyle  bugün bile hala başımızı ağrıtan PKK'yı doğurdu. Çünkü hapiste işkence gören soluğu dağda aldı. 

Bedeli kan, baskı, gözyaşı ve mağduriyet olsa da ülkede sulh hakim oldu derken 2000'lere doğru irtica paranoyası ile kendimize yeni bir düşman bulduk. Bir zihniyete karşı devlet erki, topyekûn savaş açtı. Devlet kurumları, siyasi partiler, asker, basın bu zihniyeti dışladı, tu kaka yaptı. Seçime giderken siyasi partiler "Seçimden sonra biz bu parti ile asla koalisyon kurmayacağız" açıklaması yaptı. Bu vebalı partinin iktidara yürüyüşü post modern darbe denilen 28 Şubat ile kesildi. Bu zihniyete sahip olanlara dünya dar edildi. Kimi kamudan atılırken kimi okullardan atıldı, kimi de verilen cezayı çekmek için soluğu cezaevinde aldı.

2000 sonrası Türk siyaseti, yeni olaylara gebe kaldı. 90'lardan itibaren dışlanan, taşradan merkeze yürümeye çalışan zihniyet ne kadar önü kesilmeye çalışılsa da iktidara geldi. İktidara gelmek önemliydi ama önemli olan muktedir olmaktı. Muktedir olmak için de çok uğraştı. Çünkü devlet erkinin gözünde bu parti, sosyal hayata müdahale edebilecek tehlikeli bir partiydi. Sonunda bu zihniyeti halk ardı arkasına iktidara getirerek irtica paranoyalarını boşa çıkarttı. 

80 öncesinden günümüze kısa bir gezinti yaptım. Hep gördüğüm dışlayıcı, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı bir siyaset. Bu siyasetin bedeli bize pahalıya mal olmuştur. Benim bu süreçten çıkardığım, dışlanan zihniyetin bir süre sonra iktidara yürüdüğüdür, iktidara gelemese de en azından bir taban bulmaktadır. Yine gördüğüm kim dışlanmışsa dışlana dışlana dışlamayı öğrenmektedir.

Dikkat çekmek istediğim, ömrü ötekileştirilmekle geçen bugünkü iktidar, bilerek veya bilmeyerek belli bir kesimi dışlamaktadır. Yani kendisine ve zihniyetine yapılanı bugün kendisi başkasına yapmaktadır. Bu, yanlış bir politikadır. Çünkü bu millet, görüş ve zihniyetini sevmese de kendi insanının/çocuğunun dışlanmasına sıcak bakmaz. Hemen etrafında kenetlenir. Bu durumu şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum. Bir aile düşünün, çocuğundan muzdariptir. Onu sürekli eleştirir. Ama ne zaman ki bu çocuğunu bir başkası eleştirmeye kalkarsa aile hemen kenetlenir, başkasına karşı çocuğunu savunmaya kalkar. 

Aman dikkat! 

*** 21/03/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.