17 Ağustos 2018 Cuma

Küçüklüğümüzdeki Amerikan Korkusunu Hala İçimizden Atamamışız


Fakülte 3. veya 4.sınıf öğrencisiyim. Türk Dili ve Edebiyatı dersimize giren hocamız, "Arkadaşlar! Takva konusunu çok severim. Siz bu işin ilmini görüyorsunuz. İçinizden biri bu konuya hazırlansa da bir öğle arasında isteyen gönüllülere anlatsa ne güzel olur, ben de katılırım dinleyici olarak" dedi. Nedrettin isminde bir arkadaşımız ben hazırlanırım dedi.

Kararlaştırılan gün ve saatte hocamız ve 10-15 kadar arkadaş takva konusunu dinlemek için amfide toplandık. Aklımda kaldığı kadarıyla Nedrettin arkadaşımız, "Bildiğiniz gibi takva Allah'tan hakkıyla korkmaktır, sadece ondan korkmaktır. Bugün biz Amerika'dan Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkuyoruz." der demez hocamız yüzü kıpkırmızı olmuş bir vaziyette ayağa kalktı: "Geç geç yerine! Biz senden takvayı istedik. Sen işi Amerika'ya getirdin. Burası onun yeri değil, takva bu değil" dedi. Beklemediğimiz bu tepki karşısında sadece kürsüden indirilen arkadaş değil, sınıftaki herkes donduk kaldık. Çünkü nazik ve kibarlığı ile tanıdığımız insancıl hocamızın böyle bir tepki vereceğini hiç beklemiyorduk. Hocamızın kırmızıçizgisinin ABD olduğu böylece anlaşılmıştı. Yüzünün niçin kırmızılaştığı belli oldu. Belli ki Amerika'dan korkuyordu. Bazı arkadaşlar, "Gönlümüzde ayrı bir yeriniz vardı, sildik" deyince "Demek öyle mi? Gönlünüzde yer tutmuşsam silseniz de izi kalmıştır, bu da yeter bana" dedi sonraki dersinde. Adı üzerinde edebiyatçı idi ne de olsa!

Hocamız Amerika'dan korkmakta haklıydı. Çünkü öyle yetiştirildik. Küçüklüğümde bir büyüğüm bizi etrafına toplar, bize "ABD'de bir düğme varmış, o düğmeye bir basarsa dünya havaya uçarmış, teknolojide o kadar ileriler" diye anlatmıştı da ağzımız açık dinlemiştik onu. ABD eleştirisine hocamızın tahammülsüzlüğünü görünce bize Amerika'yı anlatan büyüğüm aklıma geldi. Bir an için acaba büyüğüm ABD'yi anlattığında yanımızda bu hocamız da var mıydı diye düşünmeden edemedim. Hocamız yoktu yanımızda. Ama bir köyde bile ilkokulu bitiren biri bu Amerikan efsanesini anlatıyorsa hocamız da mutlaka bir başkasından duymuştur. Bu tip şehir efsaneleri kulaktan kulağa anlatıla anlatıla korku dağları oluşmuş çoğumuzda. 

Bu vb. safsatalar bu toplumda kulaktan kulağa dolaşa dolaşa ABD'yi gözümüzde öyle büyütmüşüz ki büyüdük hala atlatamadık içimizden. Bir ABD fobisi içimize işlemiş. Bu konuda paranoyak olmuşuz ki günümüzde birçok okumuş büyüğümüzde Amerikan korkusu var. 1 Mart tezkeresi Meclisten geçmeyince genelkurmay başkanlığı yapmış bir komutan, "Amerika bunun bedelini ödetir bize" demişti.

ABD her yönüyle büyük ve güçlü bir devlet. Dünyaya istediği ayarı veriyor. Bu devlet Amerika'dan dünyayı yönetiyor. Bu, dünden bugüne dünyanın bir gerçekliğidir. Çıkarının olmadığı yere adım atmaz, çıkarının olduğu yeri elde etmek için gerekirse dünyayı ateşe verir. ABD'nin büyük ve küçüklüğü bu kadarla sınırlı değil. Onu esas büyüten içimizde olduğu gibi dünyaya saldığı korku imparatorluğudur. Gözümüzde büyüttüğümüz bu devlet sırtımızdan inmiyor şimdi. Hala da pompalanıyor bu. Son yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerginlik birçoğumuzun ödünü patlattı: "Sen kim, ABD kim? Amerika ile boy ölçüşülür mü? Amerika koskoca güçlü bir devlet, ite dalaşmaktansa çalıyı dolanmak gerekir, biz böyle yaparsak batarız, yok oluruz" türünden eleştiri getirenler içimizde az değil. Bu korkuyu içimize salanların çoğu ya ABD'ye karşı olduğunu söyleyenler ve de "Bir Türk dünyaya bedel" diyenlerdir.

Küçüklüğümüzde ödümüzü koparan birçok korkularımızdan biraz büyüyünce korkulacak kadar değilmiş, gözümüzde büyütmüşüz" der, güle güle anlatırız. Nedense her türlü korkuyu yendik de ta küçüklüğümüzde içimize işleyen/işletilen ABD korkusunu bir türlü atamadık. Zira hala korkuyoruz. Kim bu ya? Allah mı? (Tövbe estağfurullah!) Bizi Amerika değil de devam ederse işte bu korku bitirir.



"Safları Sık ve Düzgün Tutunuz!"

Camilerde farz namazı kılmak için müezzin kamet getirmeye başlar ve “Haydin namaza” anlamına gelen  “Hayye ala’s-salah” dediği zaman cemaat ayağa kalkarak saf tutar. Bu arada en önde namaz kıldıracak olan imamımız cemaate doğru döner ve “Safları sık ve düzgün tutunuz/tutalım” uyarısını yapar.  Bu, her farz namazdan önce yapılması mutat hale gelmiş bir durumdur. Ben kendimi bildim bileli böyledir.

"Safları sık ve düzgün tutunuz" sözü adet yerini bulsun diye mi söyleniyor yoksa bu konuda hadis mi var diye karıştırdım. Karşıma başta Müslim olmak üzere diğer hadis kitaplarında farklı farklı rivayetler gördüm. Rivayetlerin ortak noktası, safların sık ve düzgün tutulması şeklinde. Olayı detaylı incelemedim ama kafama takılan, sünnet olan safların düzgün tutulması mı yoksa safların sık ve düzgün tutulması sözü mü? Herhalde Peygamberimizin kastı, safların sık ve düzgün olmasıdır. Peki saflar sık ve düzgün ise cemaatle kılınan namazlarda bu sözü söylemeye gerek var mı? 

Peygamberimiz zamanında Mescidi Nebi'nin zemini kum-toprak ile kaplı, şimdiki gibi halılar yoktu. Peygamberin arkasında saf tutan sahabe düzgün saf düzeni almamış, bundan dolayı peygamber sık sık safları sıkılaştırmayı tembihlemiş olabilir. 

Bundan 10-15 yıl öncesinde camilerimizde tek düze halı yoktu. Camilerin halıları vatandaşın bağışlarıyla giderilirdi. Bundan dolayı değişik renk ve desende halılar camilerimizde serili idi. Halıların böyle rengarenk olduğu dönemlerde cemaat nerede saf tutacağını bilsin, safları düzgün tutsun diye birçok camimizin ön saflarına boydan boya ip veya lastik gerilmişti. Safın lastikle belirlenmediği camilerimizde düzgün saf oluşmazdı. İmamlarımız, düzgün ve güzel saf düzeni için cemaate dönerek safları düzeltelim, ön safları dolduralım şeklinde uyarılarda bulunurdu. 

Günümüze gelince, en küçük camimizden en büyüğüne varıncaya kadar camilerimizin tek çeşit halıları var. Camiler için özel üretilen bu halıların üzerinde saf düzenini sağlayacak desenler yapılmış durumda. Namaza gelen nerede saf tutacağını, ayakların nereye konacağını, başın nerede secdeye gideceği belli. Eski halılarda olduğu gibi ayak konan yere baş, baş konacak yere ayak konmuyor artık. Yeni halı tiplerinde bir safın eğri olması mümkün değil. Zaten ayağa kalkan herkes, ip gibi safa diziliyor. Yani eskisi gibi gelişigüzel saf düzenleri yok. Yeni halılar bizi hale-yola koydu. Hasılı saflarımıza gelen bu düzen, görevlilerin değil, halılara işlenen desenlerin başarısıdır.

Günümüz halıları sayesinde saflar düzgün iken, sağdan-sola bakıldığında herkes ip gibi dizilmişken cemaat imamın tekbir almasını beklerken kutu gibi camilerimizde imam geriye dönüyor ve "Safları sık ve düzgün tutun" uyarısı yapıyor. Zaten millet bir güzel safını tutmuş. Hoppala diyorum içimden nedense. 

İmamlarımızın bu durumu derse gelen bir öğretmenin hep birlikte ayağa kalkan öğrencilerine "Ayağa kalkın" veya sessizce ders dinleyen ve çıt çıkarmayan öğrencilerine "susun" demesine benziyor.

"Bunca derdin arasında şu değindiğin konuya bak, başka konu bulamadın mı? Ayrıca imamın 'Safları sık ve düzgün tutun' demesinde ne sakınca var? Ha deyiversin! Öküzün altında buzağı arama" dediğinizi duyar gibiyim. Konu sıkıntım yok bir defa. Bu işe başlarken -küçük olsun büyük olsun- dert edindiğim konuları yazı konusu edineceğim demiştim. Size garip gelen bu konu, her cemaate gittiğimde kulağımı tırmalıyor. Eğer illa söylenecekse pekala cümleler değiştirilebilir. Çünkü peygamberimiz farklı farklı söylemiş. Mesela imam cemaate döndü. Baktı ki herkes ip gibi dizilmiş. Böyle durumda yine "Safları sık ve düzgün tutun" diyeceğine "Camimizde safları sık ve düzgün tuttuğunuz gibi cami dışında da safları sık tutalım, bir ve beraber olalım, birbirimize kenetlenelim. Allah birliğimizi ve dirliğimizi bozmasın" dese fena mı olur? Bence çok güzel olur. Özellikle birliğe ihtiyacımız olduğu bugünlerde.

Sen misin Eczaneye Uğramayan!

15/08/2018 günü üç kalem ilaç almak için eczaneye uğradım. Eczacı, doktorun yazdığı reçetenin ilaçlarını hazırladı. Bir önündeki ekrana, bir bana baktı. O bu işlemi birkaç kez yaptıkça bir gariplik olduğunu anladım. Mütekabiliyet ilkesi gereği bakmasına bakma şeklinde karşılık verdim. Sonunda hafifçe gülümsedi ve müjdesini verdi: Epeydir eczaneye uğramamışsın, devletin alacakları epey birikmiş, 60 TL borcunuz gözüküyor. 2014'te üç, 2015'te dört, 2016 ve 2017'de birer muayene olmuşsun. Bir tanesi hariç diğerleri diş tedavisi. Devlet alacaklarını unutmaz. Ne zaman ilaç için eczaneye yolunuz düşerse devlet böyle yakalar dedi. Ardından mali değeri yok yazan bir bilgisayar çıktısı verdi. Ödemeyi yapıp çıktım.

Fakülte hastanesinde toplam dokuz işlemin hepsi muayene değil sanırım. 
HKP (Hasta Katılıp Payı) 9.36 TL
Muayene ücreti: 48 TL
Reçete Katkı Payı: 3 TL
Eğer hepsi ücrete tabi olsaydı herhalde 60 lira ile kurtulamazdım. Buna da şükür! Bir şükür de 2014'ten bu yana hiç ilaç kullanmayışıma. (2018'de yine diş tedavisi için resmiyete girmeden kullandığım antibiyotik hariç) Gerçi öncesinde de kullandığım ilaç bir elin parmaklarını geçmez. 

Şimdi gelelim esas meseleye. 2014'ten beri devlete borcum var. Devlet hiç peşime düşmemiş. Sanırım devlet bu sistemi kurarken hasta muayene olduktan sonra soluğu eczanede alacak, para o zaman tahsil edilir şeklinde kurgulamış. Bu sistemle de eczacıyı tahsildar tayin etmiş. Diş tedavisi, göz muayenesi ve gözlük alımlarında ve hekim reçete yazmadığında eczaneye uğramıyor, işini bedavaya hallediyorsun. Daha doğrusu işi bedavaya getirdim sanıyorsun. Yapılan muayenenin ücreti yaz deftere al haftaya misali borç defterine/sisteme işleniyor. Seni görünce de tüm eski defterleri yani birikmişi, gör gününü dercesine önüne döküyor. Bu şekil birikmişten ben 60 lira ile kurtuldum. Öyle zannediyorum içinizde daha yükseğini ödeyenleriniz de vardır. 

İşin garibi ödediğim 60 liranın içinde son muayene ücreti çıkmıyor. Bunu sisteme işlemek çok mu zor? Niçin bir sonraki reçetede görünecek, ödemem gereken miktar. Devlet bunu peşin tahsil edemez mi? Yüksek çıkan katılım payı dolayısıyla hasta ile eczacı arasında zaman zaman tartışma da çıkabiliyor. Çünkü vatandaş önceki muayeneleri unutabiliyor. Üstelik çoğu eczacı, borcun alındığına dair bir fiş vermiyor, önceki muayenelerle ilgili bir çıktı da vermiyor. 

Devlet, katkı payının bu şekil tahsiline başka çözüm bulamaz mı? Kendisinin alması gereken tahsilatı niçin eczacılara yaptırtıyor? Katkı payını hasta, muayene olduktan sonra hastanelerdeki vezneler vasıtasıyla peşin yapamaz mı? Yeni muayene ücretinin tahsili niçin sonraki aylara, yıllara kalsın? Peşin tahsili sevmiyor mu devlet ya da paraya ihtiyacı yok mu devletin? Keşke 3-4 önceki muayenelerin ücretini sisteme işlemede gösterdiği mahareti devlet, peşin almada da göstermiş olsaydı. Devlet borçla yaşamaya alışmış olabilir ama ben borçlu yaşamak istemiyorum. Birikmiş borç ödemek istemiyorum. Bu işlerin sıcağı sıcağına, yerinde halledilmesini istiyorum. Bunun için devletin hastanelerde veznedar veya tahsildar ihdas etmesine bile gerek yok. Muayeneye giren vatandaşı sırayla sistemden çağıran veya ekrana yansıtan doktorun sekreteri bile tahsil edebilir.  Bu önerime hastaneye gelen vatandaşın cebinde nakit olmayabilir denirse post makinesi konabilir uygun yerlere. Hatta vatandaş sırasını alırken muayene ücretini de nakit veya kredi kartı ile kendisi yatırabilir.

Bu sistemle hasta/hasta yakını ile eczacı karşı karşıya gelmemiş, vatandaşın muayene ücreti birikmemiş ve devlet parasını peşin tahsil etmiş olur.