9 Ağustos 2018 Perşembe

Ne Sakalım Vardı, Ne de Bıyığım

1984-1985 yılı olsa gerek. Lise üçüncü sınıf talebesiyim. ABD'nin her şeyimize karıştığı dönemdi yine. Gerçi karışmadığı, bizi bize bıraktığı bir dönemi hatırlamıyorum ya, neyse. ABD'nin başında da baba Bush vardı yanlış hatırlamıyorsam. Bizim ülkenin başında ise 6 Ocak 1980 kararlarının mimarı rahmetli Özal vardı. (Baba Bush ile Özal'ın arasından su sızmazdı. Özal dostum derdi. Sık sık ABD'ye gidip geldiği gibi Bush ile çokça telefon görüşmesi yapardı.) 12 Eylül Harekatının üzerinden 4-5 yıl geçmesine rağmen ihtilalin izleri etkisini fazlasıyla sürdürüyordu hala. Gerçi bugün bile hala ABD'nin "Endişeye mahal yok, bizim çocuklar Türkiye'de ihtilal yaptı" dediği 12 Eylül hala etkisini devam ettiriyor. Daha o dönemin yamalı bohça Anayasası dimdik ayakta duruyor. 12 Eylül öyle bir dönem ki FETÖ'nün, PKK'nın, Oktarların neşvünema bulduğu bir evredir. Bunu da geçelim. Zira konum 12 Eylül değil zaten.

Dersimiz Coğrafya, hocamız Akın Koçtekin idi. Dersimizle alakası yok ama konu döndü, dolaştı, Türk-Amerikan ilişkilerine geldi. Öğrenciler sordu, hocamız cevapladı. Parmak kaldırdım, söz verdi. Kendisine "Hocam! Ülke olarak ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur, böylece onların dolarını kullanırız, döviz bulma derdimiz olmaz, paramızın değeri de düşmez, her şeye olur olmaz zam gelmez. Nasılsa her dediklerini yapıyoruz, zorluk da çekmeyiz. Zaten bağımsız bir devlet gibi durmuyoruz" demiştim. Sorum da hem bir ironi vardı, hem de muziplik. Zaten arkadaşlar da gülmüşlerdi. Böyle bir soru sorduğuma göre yine ya bir gerginlik vardı aramızda, ya her şeyimize karışan, bize direktifler veren, bize bir şeyleri dayatan bir ABD vardı yine karşımızda. Veya enflasyonun başını alıp gittiği, paramızın pul olduğu, dövizin yükselmesinden dolayı sık sık fiyat ayarlamasının yapıldığı bir dönemdi. Döviz büroları da yeni yeni açılmaya başlamıştı. Hocamız, "Biz Türkler, bir başka devletin egemenliği altına girmeyiz. Tarih boyunca böyle olmuştur, yine öyle olacağız" demişti.

17-25'den beri Türkiye'nin burnunu sürtmek için darbe dahil her yolu deneyen ABD, son kozunu ambargolar uygulamak suretiyle ekonomimizi batırmaya oynuyor. Hepimizin bildiği gibi döviz fırladı, paramız pul oldu, altından kalkabilirsek tek haneli rakamlara inmek için bizi yine kemer sıkma ve enflasyonla mücadele bekliyor. Dövizin ekonomimizi berbat etmesini görünce nedense 18 yıl önce Coğrafya dersinde geçen bu anekdot geldi aklıma. Bana kızacaksınız ama sahi ABD'nin bir eyaleti olsak nasıl olur? Böylece TL'nin değeri düştü diye bir derdimiz olmaz. Döviz alma, döviz bozdurma diye bir sorunumuz olmaz. O zamanlarda sakal ve bıyığım olmadığı için ne hocamızı, ne de sınıfı ikna edebilmiştim. Şimdi ne dersiniz?

İşin şakası bir tarafa. İnşallah Türkiye, kendisine biçilen rolü değiştirecek ve zincirlerini kıracaktır. Bugünkü sıkıntılarımız doğum öncesi sancıya benziyor. Bu karanlık gecelerin sabahı mutlaka olacaktır.

Bu ülkeyi göbekten bağlı olacak şekilde ABD'ye teslim eden siyasilerimizi bu millet ve tarih asla affetmeyecektir.





8 Ağustos 2018 Çarşamba

"...her istediğini yapıyorum...yeter ama"

Mutfak ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bir markete giderken 3-4 yaşlarındaki çocuğunu arabasının kapağını açarak zorla bindirmeye çalışan bir anne gördüm. Çocuk ağlıyor, anne ise "Bugüne kadar her istediğini aldım ama...yeter ama" diyordu kızgın bir şekilde. Anne, "yeter ama" derken çocuk ağlamanın temposunu biraz daha yükseltiyordu. 

Sanırım anne yanındaki çocuğuyla beraber alışveriş yaptı. Çocuk, "Şunu isterim" diye dayattı. Anne ise ya "almayacağım" dedi, ya "Aynısından evde var" dedi, ya pahalı gördü, ya da çocuğuna zararlı diye almadı. Çocuk ağlamasına, anne kızmasına devam ederken geçip gittim.

Sizce anne ile çocuk arasındaki bu savaşı kim kazanmış olabilir? Kuvvetle muhtemel çocuk kazanmıştır. Günümüz anne babalarının çoğu bu savaşta hep kaybeden taraftır. Burada sorun zamanında çocuğun her istediğinin alınmasındadır. Yeter ki çocuk buna alışmış/alıştırılmış olsun. Bu aşamadan sonra anne-baba almasın da göreyim. Eli mahkum artık. Gücü ve kuvveti olmayan bu çocuğa hep zaferi getiren ağlamasıdır. Çocuğun en büyük silahı ağlamasıdır. Hangi anne ve babanın yüreği dayanır çocuğunun ağlamasına? Baba almak istemese anne alır, anne istemese baba alır. Ya da her ikisi birden "Yazık! Bir tek çocuğumuz var, bunun isteklerini yerine getirmeyip de ne yapacağız, bizi hayata bağlayan biricik çocuğumuz zaten" deyip alıverirler. Bazen de alırken "Bak bu istediğini de alıyoruz, bundan sonra bir şey istemek yok, ağlasan da almam" tehdidine çocuk kafasını sallayarak "tamam" der ve görürsünüz dercesine ağlamayı keser. Veya alışveriş merkezinde çocuk istediği alınmayınca basar ağlamayı. Sesi yükseldikçe etraftaki alışveriş yapanlar "ne oluyor" diye bakınca anne baba, "Herkes bize bakıyor, ele güne karşı daha fazla rezil olmayalım" deyip alıyorlar. Sonuç ne olursa olsun her defasında kazanan çocuk oluyor, anne baba pes ediyor. Belki de alışverişten sonra anne ve baba "Hep senden, sen yüzlüyorsun bunu" deyip birbirine giriyor. Hatta bazen dur durak bilmeyen çocuğuna tokat atan aile de çıkıyor. 

Çocuğun alınmasını istediği şeyle ilgili ailenin takınacağı tavırları yukarıda ele almaya çalıştım. Görüleceği üzere hepsini çocuk kazanıyor. Almayacağım diye direnen aile çocuğunun saatlerce ağlamasını, çocuğunun yemek yememesini göze alması gerekecek. Aslında çocuğunun ağlamasını göze alan aile çocuğunun ağlama silahını elinden almış ve çocuğunu terbiye etmiş olur. Ki olması gereken de budur. 

Unutmayalım ki çocuğunun her istediğini alan aile çocuğuna en büyük kötülüğü yapmış olur.

Eğitim ve Öğretimde Herkesi Memnun Etmek İstemenin Bedeli

Milli Eğitim Bakanlığından bir yetkili yeni ortaöğretim yerleştirilmesiyle ilgili tercihlerinden herhangi bir okul türüne yerleşemeyen öğrenci ve velilerine yönelik olarak "Hiçbir öğrenci, istemediği bir okul türünde okumayacak" açıklamasında bulundu. Öğrencilerin teveccüh gösterdiği Anadolu Liselerinin kontenjanlarını artırdıklarını, bunun için talep olmayan bazı meslek liselerini ve İHL'leri Anadolu Lisesine dönüştürdüklerini, kullanılmayan bazı ek binaların kullanımı için onay verdiklerini sözlerine ilave etti. Gerçi bu yeni sistemle birlikte Eski MEB Bakanı da tercih döneminden önce aynı minvalde açıklamalar yapmıştı. 

Sayın Genel Müdürün bu açıklaması kulağa hoş gelen bir açıklama. Veli ve öğrenci memnuniyeti esas alınmış bu kontenjan artırımında. Umarım veli ve öğrenci memnuniyetine dayalı Anadolu Liselerinin kontenjan artırımından bu okulları tercih eden öğrenci dört yıl sonra aynı memnuniyetini devam ettirir. 

Fen, Sosyal Bilimler, Anadolu ve İHL'leri tercih eden çocuklar "Ben yüzde yüz üniversite okumayı kafaya koydum, bu okullar vasıtasıyla başarılı olacağım, üniversiteyi bitirdikten sonra devlet sektöründe masabaşı iş yapacağım, bunun dışında meslek öğrenme gibi bir niyetim yok, gözüm de yok..." demek istemektedir. Niyet halis ve berrak. İnşallah akıbeti de hayır olur diyeceğim. Zorla güzellik olmaz. Veli ve çocuk meslek lisesinde okutmak/okumak istemiyorsa yapılacak bir şey yok şu aşamada. Bize hayırlı olsun demek düşer. Zira zevkler ve renkler tartışılmayacağı gibi tercihler de sorgulanmaz.

Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne... Senede liselerden bir milyonun üzerinde bir öğrenci mezun oluyor, önceki yıllardan birikmişlerle birlikte her yıl üniversiteye girmek için iki milyondan fazla öğrenci sınava giriyor. Bu iki milyondan ilk iki yüz bine giren öğrencilerin tercih ettiği bölümlerden mezun olan öğrenciler devlet sektöründe görev almak için yıl/yıllar kaybetse de eninde sonunda girebiliyor. Başarıda belirttiğim sıralamayı yakalayamayan öğrenciler üniversitenin bir bölümünden mezun olsalar da iş bulmaları zor mu zor. Burada mevzubahis olan sayı, üç-beş değil; 1.800.000 öğrenci. 24-25 yaşında üniversiteyi bitirdikten sonra KPSS sınavında başarılı olmak için emsallerine iyi bir fark atması gerekiyor. Haydi başarılı oldular, devletin her yıl iki milyon insana masabaşı iş vermesi mümkün değil. Bunu bile bile aynı delikten veli ve öğrenci her yıl girmeye çalışıyor. İşin garibi bu aşamadan sonra öğrencinin bir meslek öğrenmesi, yeni bir işe yönelmesi de zor.

Sonu hüsran ve pişmanlık olan bu genel lise okuma sevdasını niçin sürdürürüz? Devlet, millet, öğrenci ve veli bu gerçekle niçin yüzleşmek istemiyoruz. 24-25 yaşından sonra her yıl umutsuz vaka olarak KPSS sınavına girip pişman olmaya devam mı edeceğiz? Bu halimizle görüntümüz "ya çıkarsa" deyip piyango oynayanların durumuna benziyor.

Bu ülkede öğrenci ve veli memnun olacak diye düz Anadolu açmak, talep yok diye meslek lisesini kapatmak çözüm değil. Zaten eğitim ve öğretimdeki en büyük sorun bu. Yani herkesi üniversite okuyacak diye düz liselerden mezun etmek. Bu çocukların kurtuluşu ve ülkemizin geleceği meslek liselerinde ve çıraklık eğitim merkezlerindedir. Biz meslek liselerini tercih etmedikçe, çırak ve kalfa olması için çocuklarımızı mesleğe yönlendirmedikçe son ustalarla birlikte birçok meslek mevta olacaktır. Merak ettiğim bu ülkede berberliği, kaynakçılığı, torna-tesviyeyi, kaportacılığı, tamirciliği, terziliği vs kim yapacaktır.

Biz, çocuklar istemediği okul türünde okumayacak diyerek talep var diye düz Anadolu açmaya devam edelim, anne ve babalar "Çocuğum meslek lisesi istemiyor, zaten istese de ben ona kıyamam" korumacılığını devam ettirerek çocukların dümen suyuna girmeye devam edelim. Bol bol vasıfsız diplomalı eleman yetiştirelim. Hep birlikte gönüllü olarak ülkenin geleceğine dinamit koymuş olacağız. Bu böyle biline...