8 Ağustos 2018 Çarşamba

Ha Sessiz Yığın Olmuşsun Ha Aymaz!

"Sizden biri bir kötülük yaptığında elinle düzelteceksin, buna gücün yetmiyorsa dilinle düzelteceksin, buna da gücün yetmiyorsa o kimsenin yaptığından hoşnut olmadığını göstermek için kalbinle buğz edeceksin. Bu da imanın en zayıf noktasıdır" hadisi şerifini bilmeyenimiz yoktur. Hatta bu hadisi işite işite büyüdük. Dine az meyyal kişiler bile bu hadisi ezbere bilir. 

Bildiğimiz ve doğruluğundan emin olduğumuz bu hadisi uyguluyor muyuz? Uyguluyorsak neresindeyiz? Yoksa bana ne deyip görmezden mi geliyoruz? "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mı diyoruz. Bir yerde haklı-haksız gördüğümüz zaman sessizliğe bürünüyor; görmezliğe, bilmezliğe, anlamazlığa mı oynuyoruz? Kırsınlar birbirini deyip kör ve sağırlara oynuyor, "Ne yapabilirdim" mi diyoruz?

Hepimizin sular seller gibi ezbere bildiğimiz kötülükle mücadele hadisini uygulamıyoruz ki kötüler, zalimler, suçlular bolca kötülük yapmaya devam ediyor. Kötülüklerin devam etmesinin, güçlünün borusunu öttürmesinin en büyük destekçisi sessiz yığınlardır. Çünkü büyük çoğunluk sessiz kaldıkça seslerini yükseltmedikçe kötüler tam gaz yoluna devam edecektir. Sessiz yığınlar sesini çıkarmadıkça mağdurun sesini yükseltmesi, gücü elinde bulunduranlar için bir şey ifade etmiyor.

Dünyada adaletin hakim olması, kötülerin kötülük yapmaya devam edememesi, güçlünün zayıfı ezmemesi isteniyorsa yukarıdaki hadisi şerifin doğruluğuna inananların sesini yükseltmesi gerekiyor. Aman bana bir şey olmasın diyerek sinen insanların çokluğu, zalimin arayıp da bulamadığı bir şeydir. Pasif bir destektir bu, dilsiz şeytan olmaktır. Adam; yandım, battım, bittim, haksızlığa uğradım diye eşine dostuna dert yanıyor, can havliyle konuşuyor. Dinleyenler sadece dinliyor. Hatta çoğu haklısın bile demiyor, diyemiyor. Mağduru yıkan da bu sessizlik -hatta buna aymazlık da- diyebiliriz. İyilerin sessizliği/aymazlığı bu!

Kişisel mağduriyetlerin devamında, sessiz yığınların sessizliğinin payı büyük olduğu gibi devletler nezdinde de durum aynıdır. Bugün Türkiye’nin mağdur edilmesine sesini çıkarmayan devletler yarın sıranın kendilerine gelmeyeceğine dair bir garantileri mi var? Halbuki “Türkiye’ye bu yaptığınız doğru değil, haklı davasında biz Türkiye’nin yanındayız” şeklinde topyekûn seslerini yükseltse kim Türkiye’ye ne yapabilir? Çünkü kimse dünyayı karşısına alamaz. Bugün ABD’nin en büyük destekçisi, ABD’nin Türkiye’ye olur olmaz yaptırımlar uygularken dünyanın sessiz kalmasıdır. Bu sessizlikten dolayı ABD fütursuz davranıyor. Türkiye’ye yapılana “Ne olacak bu işin sonu” diye bekleyen sessiz devletlere bu ayıp yeter de artar bile!

Kişilerin ve devletlerin mağduriyetinde sessiz kalan yığınlar, “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” deyip bir araya gelmedikçe yapılan kötülüklerde sessiz yığınların payı büyüktür.


7 Ağustos 2018 Salı

Adaletin Bu mu Dünya? *

Yedi kişiyi öldürüp sonra hapse giren ve ağırlaştırılmış müebbet alan Kayseri'deki bir seri katil 16 yıl yattıktan sonra Rahşan Affı ile salıverilmiş. Dışarıda bulunduğu sırada 8.kişiyi öldürmüş canimiz. 

Ağlar mısın güler misin bu habere? Adaletimizin geldiği nokta maalesef. "Kader mahkumları" deyip suçluları affetmenin bedelidir bu. Mağdur ve masum vatandaşı hesaba katmadan üç-beş oy daha devşirebilir miyim düşüncesiyle hareket eden siyasilerin adaletimizi getirdiği acınası hal. 

Bu ülke siyasilerin elinde bir oyuncak. Ki o siyasiler adaletimizin temeline kibrit suyu döke döke adalet denen şeyin suyunu çıkardılar. Çıkardıkları her kanun suçluyu korumaya yönelik hep. Bugün onların ceremesini toplum çekiyor. Kah af çıkardılar, kah şartlı salıverme dediler, pişmanlık yasası, iyi hal durumu, belli bir cezanın altındakilerin içeride yatmaması gibi adına ne dedilerse hep suçlular yararlandı.

Kayseri'deki seri katil güya müebbet almış. Müebbet benim bildiğim ebedi demektir. Müebbet alan birinin dışarıda ne işi var? 7 kişiyi öldüren birinin aftan yararlandırılması ve 16 yıl yattıktan sonra haydi güle güle denmesi adaletimizin gülünç duruma düşürüldüğünün göstergesidir. Dünyada bunun örneği yoktur herhalde. Madem sizin anlayışınızda müebbedin karşılığı azami 30-42 yıl. O zaman bunun adına müebbet demeyin. Ya da müebbedin anlamını bilmiyorsanız ilk önce TDK'nın sözlüğüne bir bakın. Bu ülkede adaleti tesis etmenin, hak yerini buldu demenin yolu adam öldürenin öldürülmesidir. Haydi diyelim ki idam cezası kaldırıldı, yeniden koyamayız. O zaman bir değil, iki değil, öldüre öldüre seri katil olan birini dışarı yüzü göremeyecek şekilde bir düzenleme yapmak çok mu zor. Nefes almaması gereken adama hayat veriyorsunuz çıkardığınız kanunla, afla. İllaki bir macera peşinde koşup af çıkaracaksanız kendi ailenizden birine zarar veren birini af edin. Ne hakla benim annemi, babamı, kardeşi öldüreni affetme yoluna gidiyorsunuz? Üzerinize vazife mi? Bunun adına da "Biz kanun koyucuyuz" diyorsunuz. Bu yaptığınız ayıp! Böyle bir af olamaz. Kanun koyucu iseniz adam gibi yapın görevinizi. Suçluyu korumaktan vazgeçin. Haydi çok merhametlisiniz. Yedi kişiyi öldüreni saldınız. Alışmış kudurmuştan beter bu seri katilin yeni cinayet işlemesinin tedbirini de alın çıkardığınız kanunla.

Seri katili dışarıya af yoluyla salan vekiller! Bu katilin işlediği 8.cinayetin ortağı ve hatta azmettiricisi sizsiniz. Bu katil sizin eseriniz. Bunun başka lamı cimi yok. Olur olmaz çıkardığınız suçluyu koruma kanunlarınız sayesinde adaletimiz yerden kalkamayacak şekilde yerlerde sürünüyor. Kimsenin adalete güveni yok. 

Sayenizde ne cinayetler bitiyor, ne de suç oranları azalıyor. Yaşanmaz bir ülke bıraktınız bize. Yakını öldürülen birinin katilini dışarıya salarken ateş düştüğü yeri yakarken sizin tuzunuz kuru. Kokmuş bir tuz sizdeki. Bari öyle bir kanun çıkarın ki korumak için masumlara cezaevinde bir yer açın, tüm suçluları dışarıya salın, katil sürüleriyle beraber siz kanun koyucular huzur ve mutluluk içerisinde dışarıda birlikte yaşayın. Biz de cezaevinin penceresinden sizi suçlularla birlikte kol kola gördüğümüzde size "Allah muhabbetinizi artırsın" diye dua ederiz.

* 10/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Öğrencilerin Kendini Kaybettiği Okul Kademesi

Türkiye'de her merkezi sınav öncesi ve sonrasında "Eğitim ve öğretimin hali içler acısı! Ne olacak bu eğitimin, bu okulların hali" denir. Fakat problemlerin özüne genelde girilmez. Eğitim ve öğretimimiz her kademede içler acısı. Neresinden tutarsak elimizde kalıyor. 

Ben burada ortaokul kademesini ele almaya çalışacağım. Zira öğrencinin kendini kaybettiği, bir daha kolay kolay toparlayamadığı dönem, ilköğretimin ikinci evresi ortaokulda başlamaktadır. Kimi çocuklar lise döneminde kendini toparlasa da çoğu ortaokulda kaybolmaktadır. Aile lise döneminde farkına varsa da iş işten geçmiş oluyor.

İlkokulda dört yıl boyunca tek öğretmenin tedrisinden geçen, onun kurallarıyla büyüyen, onun bir sözüyle çiçek olan, bir dediğini ikiletmeyen çocuk, ortaokullu olunca birden kendini boşlukta buluyor. Çünkü ilkokuldayken tek öğretmen; çocuğun hem annesi, hem de babasıydı. Ortaokulda ise çocuk aynı anda karşısında 8-10 öğretmen buluyor. Hepsi birbirinden farklı, hepsi ayrı bir şey söylüyor. Bir gördüğünü bir hafta boyunca tekrar görmüyor. Teneffüste başına bir şey geldi mi hangisine gidecek, ilgilenecekler mi? Çünkü bir anne, bir babası varken 8-10 anne veya babası oluverdi birden. Sonra  dur bakalım... Branş öğretmeni kendisini tanıyacak mı? Ya "Sen hangi sınıftaydın...müdür yardımcısına git..."derse. Çünkü branş öğretmeni ilkokul öğretmeni gibi değil, sene sonuna kadar çocuğun ismini belki de öğrenemeyecek. Halbuki ilkokul öğretmeni her gün dersine gire gire çocuğun hem adını, hem soyadını, hem numarasını, anasını, babasını, kaç kardeş olduğunu, maddi durumunun ne olduğunu, huyunu-suyunu, başarısını-başarısızlığını, neyi-ne kadar bildiğini öğrenir ve bilir. Ona göre davranır, sürekli ailesiyle irtibat halindedir. Aynı zamanda ilkokul öğretmeni sınıfının öğrencisini diğer öğrencilere karşı korur da. Ya ortaokul da? Branş öğretmeni kendini doğru-dürüst ne tanır, ne bilir, ne de ilgilenir. Çocuk kendini boşlukta hisseder. Bu durumu önce garipsese de çocuk, bir müddet sonra kendi başına kalmanın keyfini sürmeye başlıyor. Yeri geldiğinde yaramazlık yapmaya, okuldan kaçmaya, ödevini yapmamaya, söz ve ders dinlememeye, yalan söylemeye, sırasını karalamaya vs başlıyor. Aile "Ödevin yok mu senin" dediğinde ya "Okulda yaptım" ya da "Ödevim yok, öğretmen vermedi" demeye başlıyor. Çünkü kontrolsüz güç elindedir artık. Ergenlikle birlikte isyanlara oynamaya, “ben bir bireyim, büyüdüm” demeye başlıyor hal ve hareketleriyle. Her yaptığının haklılığına çevresini/anne babasını ikna etmek için mazeret, gerekçe ve bahane de bu süreçte çocuğu buluyor.

Ortaokul öğretmeni çocuğu tanımıyor da aile tanıyor mu bu süreçte? Aile de tanıyamıyor bu süreçte çocuğunu. Dün tanıdığı, “Ben onun her şeyini bilirim” diyen anne çocuğunu tanıyamaz hale geliyor. Bu durumu geçici bir süreç sanıyor. Halbuki çocuk kişiliğini buluyor bu süreçte. Aşırı koruma halimiz bizi çocuğumuzu tanımanın önüne geçiyor. Kolay kolay toz kondurmuyoruz. Ne de olsa saçımızı süpürge ettiğimiz, geleceğimizin teminatıdır. Gerçekle yüzleşmek istemiyor Branş öğretmeninin verdiği notu beğenmiyoruz. Çünkü çocuk ilkokul dördüncü sınıftan itibaren hep iyi-pekiyi getirmiştir. Üstelik dün TEOG’da okul puanının etkisi yüzde otuz iken şimdiki adrese dayalı sistemde çocuğun yerleşeceği okul türünde okul puanı önemli. Çocuğu biraz düşük not alsa hemen öğretmenin kapısını aşındırıyor: “Özel okuldakilerin tüm derslerden puanları yüz iken bizim çocuklarımız bu puanlarla nasıl yarışacak” demeye başlıyor. Veliden gelen baskıyı gören öğretmen “öyle mi al öyleyse” diyerek döşüyor yüksek puanı. Verilen bu puandan veli memnun, öğrenci de memnun. “Çocuğum doğru dürüst çalışmadan teşekkür/takdirle geliyor, bir de çalışsa önünde hiçbir ders duramaz, aslında çocuğum çok zeki” demeye başlıyor veli.

Ne öğretmen, ne de veli tanımadan 8.sınıftan mezun ediyor çocuğu. Karşımızda yüksek dereceli ortaokulu bitirmiş bir çocuk var. Ama yeteneğini, kapasitesinin ne olduğunu kimse bilmiyor. Notlarının şişirildiğini herkes biliyor, bu notlar çocuğa başarıyı getirmez ama “ya bir gün lazım olursa” deniyor hep beraber. Ve çocuk LGS’de kendi başına kalıyor. Kazandığı veya kazanamadığı okul ile lisede yüz yüze geliyor. Burada ortaokulun esemesi yok. Çocuk derslerde zorlanmaya başlıyor. Aile yine burnundan kıl aldırmıyor: “Hocam bu çocuğun Matematiği, Feni, İngilizcesi, Türkçesi ortaokulda 90’dan aşağı değildi, bu çocuk başarılı bir çocuk, siz ne yapıyorsunuz” demeye başlıyor.

Lisede başlayan karşıt cins arkadaşlığı, derslerin biraz daha zorlaşması, ders çeşitliliğinin artması, ailenin çocuğunu sayısal seçmeli derslere yönlendirmesi çocuğa zor gelse de kakalamaca veya zorlamayla lise bitiyor. Çocuk YKS’de dökülüyor. Veli hala, “Çocuğum lisede bozuldu” sanıyor. Halbuki çocuğun bozulma, kendini dağıtma süreci ortaokulda başladı ama aile farkına varmadı, ya da varmak istemedi.

Büyük bir çoğunluğun çocuklarının kendini kaybetme süreci ortaokulda başlıyor benim kanaatime göre. Çünkü ilkokul Hanya ise ortaokul Konya’dır. Birbirinden çok farklıdır. Bu iki okul kademesi arasında tatlı bir geçiş ve çocuğun ortaokula hazırlanması gerekiyor. Yoksa biz çocuklarımızı ortaokul sıralarındayken kaybetmeye yine devam edeceğiz. Lisede farkına vardığımız zaman iş işten çoktan geçmiş oluyor. (Ki mevcut ortaokul öğrencileri daha ortaokul öğrencisi bile sayılmazlar. Daha anasının kuzusu onlar.)