1 Nisan 2018 Pazar

Performans Sistemi MEB'in Tüm Paydaşlarına Uygulanmalı


Eğitim ve öğretim alanında beklediğimiz istendik davranışlar ortaya çıkmayınca maarifi düzeltmek için can havliyle yeni uygulamalar ortaya koyuyor yetkililerimiz. "Sorunumuzu ancak bu çözer" diyerek ortaya koyduğumuz tüm uygulamaları sonuç almadan "olmuyor" diyerek kaldırıp yerine bir başkasını uygulamaya sokuyoruz. Başlangıcı heyecan dolu olan uygulamalar hep hüsranla bitiyor nedense. Bitmese de işlevsiz bir mevzuatı yerine getirmek üzere formalite olarak devam eder. Neden bitmesin ki? Çünkü iyice düşünülmeden, tartışılmadan, yangından mal kaçırır gibi devrim niteliğinde kabul edilen bir yenilik ancak bu kadar olur. 

Eğitim ve öğretim alanında öğretmenler için düşünülen, öğretmene not verme diye bilinen performans uygulaması da öğretmen verimini ve kalitesini artırmak amacıyla yasal zemini oluşturulan ve bu sene uygulanması düşünülen bir sistemdir. İstenen ve beklenen bir sonuç elde edilir mi? Müneccim değilim ama başarılı olması mümkün değil. Üstelik fayda sağlayacak derken zarar getirecek ve toplumsal barışı zedeleyecek, itibarı yerlerde sürünen öğretmenlik mesleğini iyice ayağa düşürecek;  öğretmeni, veliye ve öğrenciye boğduracak bir uygulama olursa hiç şaşırmam.

Bakanlık, Ömer Dinçer'in müsteşarlığı döneminden öğretmene performans uygulamasını düşünmüş, üzerinde çalışmış, pilot okullarda uygulayarak test etmişti. Eksikliğini veya uygulanabilirliğini sakıncalı görmüş olmalı ki bugüne kadar yürürlüğe koyamadı. 2017'de başlaması düşünülen bu performans sistemi, gelen tepkiler üzerine buzdolabına kaldırılmıştı. Bu sene uygulanacağı açıklanınca tartışma yeniden alevlendi. Tartışma, öğrencisinin öğretmenine not vermesi üzerine yoğunlaşmış durumda. En büyük tepki de eğitim camiasından yani kendisine puan verilecek olan öğretmen kesiminden gelmektedir.

İşin mutfağında olan öğretmenden ve bağlı bulundukları sendikalarından yükselen istemezük tepkileri üzerine Bakanlık, tekrar geri adım atar mı? Görünürde geri adım atacağa benzemiyor. Çünkü önlerinde alt yapısı hazırlanmış ve uygulamaya konması gereken bir mevzuat var. Uygulasa problem, uygulamasa bir problem. Bakanlık, halihazırda iki ucu bir pis değneği elinde tutmaktadır. Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal misali elinde patlamaya hazır bir bomba bekletiyor. Bu durumda Bakanlık, kulaklarını tıkayarak bunu ya yürürlüğe koyup sonucuna katlanacak veya koyduğu sistemi yasal zeminini hazırlayarak uygulamadan kaldıracak.

Bence Bakanlık, on yıldan fazla bir zamandır başarının tek kriteri diye düşündüğü, fakat cesaret edemediği, aşık olduğu bu uygulamayı yürürlüğe koyup boyunun ölçüsünü almalı. Gördüğüm, öğretmen camiası itiraz ettikçe yetkililer kendilerinin doğru yolda olduğunu sanıyor. Hatta bunun için öğretmen camiası, "istemezük" itirazlarını bir tarafa bırakarak "Yerinde bir karar, çok iyi olur" diyerek Bakanlığın önünü açmalı. Eğer bu yapılmazsa Bakanlığın içinde hep bir ukde olarak kalacak, ikiye bir bu sistemi hatırlatarak aba altından sopa göstermeye devam edecektir. Hatta performans sistemini eğitimin tüm iç ve dış paydaşlarında -aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya- uygulayacak şekilde geliştirelim: Öğrenci ve veli, öğretmen ve yöneticiyi puanlarken öğretmen de ilçe-il ve bakanlık yöneticilerini puanlasın. 01/04/2018, Ramazan Yüce, Konya

30 Mart 2018 Cuma

Cins misin Be Evlat?

Bir oğlum var, dünya harikası bir çocuk. Gerçi herkesin çocuğu böyledir. Namı diğer Hoşçocuk. Öz güveni tam, sosyal mi sosyal. Aynı zamanda hazırcevap. Mizah yeteneği oldukça gelişmiş. Evin en küçüğü ve neşesi.

İyidir, hoştur ama biraz üşengeç ve ters. Aksi mi aksi. Çayla pek arası yok. Nasılsa içmiyor dersin, içmeye gelir. İçiyor artık dersin, oralı olmaz. Madem içeceksin, git kendine şeker al-gel. Aramızda başka çay içen yok deriz. "Şimdi şeker almaya kim gidecek, ben de çayı şekersiz içeceğim dedi, başardı. Çayı şekersiz içiyor artık. Daha 16'ında çayı şekersiz içmek, azmin zaferi diyebilirsiniz. Olsa olsa üşengeçliğin zaferi. 

Evde ekmek olmaz, haydi ekmek al-gel derim. "Şimdi kim gidecek, ekmeksiz yiyelim" der. Alır gelirsen, bana mısın demez ekmeği götürür. Okuldan gelirken alıp gelseydin desem, ya para yoktu, ya da söyleseydiniz alırdım der. Okuldan gelince acıkır, mutfağa geçer, ekmek yoksa zeytini peynirin içine katık yapar, yine ekmek almaya gitmez. Kazara bazen ekmek alsa ekmeği ben aldım diye döner döner söyler. Oğlum, istersen ekmek almaya ben gideyim derim; olur, niye olmasın, der. İşi tadında bırak, haydi ekmek al gel derim; ağabeylerine mesaj gönderir, ekmek alın gelin diye. Yetenek ve iş bitiriciliğinin yanında dil de pabuç gibi maşallah!

Nasılsa bu evde ekmek alan yok diye gidip dört ekmek aldım, akşama ekmek alma sorunu olmasın diye. Bizimki gülerek yanıma geldi akşam. "Baba, okuldan gelirken ekmek yoktur, alayım mı almayayım mı dedim, gidip iki tane aldım. Eve gelince dört tane de senin aldığını gördüm dedi. İyi yapmışsın, amma aksi çocuksun; durdun durdun evde ekmek varken şimdi ekmek alıp geliyorsun. Madem tereddüt ettin, telefonla "Ekmek var mıydı? Alayım mı?" diye niçin sormadın dedim. "Telefon açamadım, çünkü kontörüm bitmiş" dedi. İyi bir hafta boyunca bayat ekmek yeriz, üstelik ekmek alma derdimiz olmaz, ayrıca aksilikte Nasrettin Hoca'nın oğlundan farkın yok, dedim. Hoca'nın oğlu ne yapmış derseniz, o zaman okuyalım birlikte: Hoca, oğluyla beraber unu öğütmüş, değirmenden geliyor. Un çuvalı eşeğin sırtında en önde, oğlu arkasında; hoca ise yaşın da getirdiği durum dolayısıyla en arkada kalmış. Arkada kalsa da gözü eşekte hocanın. Bir bakar ki eşek dere kenarından geçiyor, çuval düştü düşecek. Hoca kendi kendine: “Koşsam yetişemem, oğluma söylesem; aksi mi aksi. Her dediğimin tersini yapar. Onca emek de boşa gidecek. En iyisi ben tersini söyleyeyim. Oğlan doğrusunu yapsın” der. Aklına gelen bu fikir sayesinde hoca kendine de hayran kalır. Hemen seslenir: Oğlum! Çuval dereye düşecek. Kakala gitsin” der. Oğlu başını çevirir: Babacığım! İlk defa senin dediğini yapacağım” diyerek çuvalı dereye itekler.

Benim oğlan da terslikte Hoca'nın oğlunu aratmaz vesselam. Ters mi ters, cins mi cins, aksi mi aksi! Ne edersiniz ki evlat işte... Ama Hoşçocuk! 30.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

Vira Bismillah! ***

Birkaç defa çay ve kahve içmek suretiyle hukukumuz oluşan bir arkadaşım telefonla aradı: “Hocam! Yeni Haber gazetesinde yazar mısın?” diye. Olabilir dedim gayri ihtiyari. “Sorumlu kişi ile görüşelim, sizi tanıştırayım” dedi. Bir gün görüşürüz, dedim ise de, “Sıcağı sıcağına konuşup halledelim, yarın seni alırım” diyerek ipe un sermeme fırsat vermedi.

Ertesi gün birlikte gazeteye geldik, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ile görüşüp tanıştık. Çayımızı, kahvemizi yudumlarken haftada iki gün -salı ve perşembe günleri- yazma konusunda görüş birliğine vardık. İlgi-alaka ve ikram dolu kısa bir muhabbetten sonra dostum, “Benden buraya kadar, haydi gidelim” diyerek müsaade aldık, beni gideceğim yere kadar da bırakıverdi sağ olsun.

Gazete ile tanışmama aracı olan arkadaşım aradan çekildi. Evli evine, köylü köyüne misali. Aynen öyle oldu. Şimdi ben gazete ile baş başa kaldım. İlk yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Gazetede yazabilirim demiştim ama ne yazacaktım, nasıl başlayacaktım? Cahil cesaretiymiş bendeki. Derdin ne idi de olabilir dedin ey Barbaros! Oturup başkalarının yazdığını çayını yudumlarken okusaydın, ağrımaz başını ağrıtmazdın, dedim kendi kendime. Ama söz ağızdan çıktı bir kere. Nasıl ki hamama giren terleyecekse biz de bu yola girerek terleyeceğiz. Başka çarem yok. Anladım ki başlamak zormuş. Hele bir de ham isen, gazetenin okuyucusunu doğru dürüst tanımıyorsan…gel de çık işin içinden şimdi. Başlamak bir işi başarmanın yarısıdır, dedikleri bu olsa gerek. Önemli olan işin ortası ve sonu değil, başıymış. Ben de şu anda bu duyguları yaşıyorum. Telefon açıp “Ben yazabilirim demiştim, ama olmayacak” demek de geçti içimden. Ama kahvesini de içmiştim gazetenin. Zaten kahvesini içmişsen bir yerin, elin mahkum artık. Zira kırk yıl hatırı var. O zaman ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi güdeceğiz.

Ben ilk günün acemiliğini, yaşadığımı yazıya aktarıp atlatmaya çalışırken beşer olarak şaşar da yazımı okursanız, “Ne diyor bu adam? Be adam! Yazacağını bilmiyorsun, ne diye podyuma çıktın? Madem yazacak bir şeyin yok, daha işin başında bırakıver bari” diyebilirsiniz. El hak doğrudur. Ama bu durum ilk defa benim başıma gelmiyor. Zamanında Nasrettin Hoca’nın da başına gelmiş: “Hoca, vaazına hazırlanıp camide kürsüye çıkmış. Cemaat pürdikkat ne diyecek diye hocaya bakıyor. Ama hoca bir türlü konuşmaya başlamamış. Nihayet, ‘Cemaati Müslimîn! Hazırlanıp gelmiştim, ama ne diyeceğimi unuttum’ demiş. Ardından hoca ve cemaat beklemeye koyulmuş. Konuyu hatırlamak için hoca, pencereden dışarıya bakar bir müddet: ‘Develer geçiyor…’ der ama ne diyeceğini yine bilmez. Ardından tekrar ‘Ne anlatacağımı unuttum, hiçbir şey aklıma gelmiyor’ deyip yine beklemeye koyulur. Cemaatin içerisinde kendisini dinlemeye gelen oğlu, kafasını kaldırır babasına: “Babacığım! Hiçbir şey aklına gelmiyor da kürsüden inmek de mi gelmiyor?’ demiş.” Benimki de o hesap. Hoca kürsüde dut yemiş, bülbüle dönmüş, ben de bilgisayar masasının önünde. Hazırcevap olan Nasrettin Hoca’da da tutukluk olabildiğine göre bizde de hayli hayli olur. Ne de olsa hemşeriyiz.  
Siz, “Bu adam işi nereye getirecek?” diye merak ederken farkında olmadan gazetemdeki ilk yazımı bitirmiş oldum hoşgörünüze sığınarak. Böylece şeytanın bacağını da kırmış oldum.  Bir işe besmeleyle başlanınca hangi iş yarım kalır zaten? Ben muradıma erdim, artık siz de kerevetine çıkabilirsiniz. Sayfam, her türlü yapıcı eleştirinize açıktır. Baki selam! 30/03/2018,  Barbaros ULU

*** 03/04/2018 tarihinde yenihaberden.com gazetesinde  yayımlanmıştır.