7 Eylül 2017 Perşembe

Okullarda Yapılan Mesleki Çalışma Komedisine Bir Son Verin Artık

İki haftası haziran son iki hafta, iki haftası da eylül ilk iki hafta olmak üzere öğretmenler okullarında 09.00-13.00 saatleri arasında mesleki çalışma adı altında seminer yaparlar.

Gelen, geliş imzasını atar, yanına birkaç kafa dengi arkadaşını alır; bir kenar, bir köşe bulur, ya muhabbete dalar, ya da istirahata çekilir. Çıkış imzası çıkıncaya kadar devam eder bu. Sirkü daha önce çıkar mı diye ara sıra kafalar iner, çıkar, sağa-sola bakılır, birbirine sorulur. İmza sirküsü tedavüle çıkmışsa kimsenin keyfine diyecek yoktur. İmzasını atan yorucu bir çalışma ortamının ardından istirahata çekilmek üzere evinin yolunu tutar. Ertesi güne Allah kerim!

Yıllardır devam eden bu komediye Bakanlık çok büyük önem atfediyor. Günler öncesinden çalışmanın ne şekilde yapılacağını yazar, çizer ve illere gönderir. Bakanlığın gönderdiği bu yazı sonrası il ve ilçe müdürlüklerinin planlaması çöpe gider. Artık rutin hale geldi birinin planlaması diğerinin planlamasını dövdüğü.

Seminer çalışmasının sona erdiği son iş günü itibariyle hazırlanıp imzaların atıldığı çalışmalar okul müdürlüklerine teslim edilir.

Eskiden seminer çalışma ve planını iller hazırlarken son birkaç yıldır Din Öğretimi Genel Müdürlüğü hangi gün, hangi çalışmanın yapılacağı ile ilgili bir plan göndermeye başladı. Din Kültürü, İHL meslek dersleri öğretmenlerini ve İHO/İHL’lerde çalışan diğer branş öğretmenlerini belirlenen okullarda seminer çalışması yapmak üzere hepsini bir arada toplar oldu. Kenarda köşede belirlenen okul, öğretmenler tarafından güç-bela bulunur, öğretmenler toplanır, girer, çıkar, imzalar atılır ve dağılır.

Öğretmenler seminer çalışmasını kendi okullarında yapsa da, gideceği illerde yapmış olsa da bir ildeki bir okulda toplasan da durum üç aşağı, beş yukarı bu şekilde. Kelin merhemi olsa başına sürer misali plan ve organize yapmakla sorumlu olan il, ilçe, okul müdürlükleri kendilerine bakmaktan aciz, planlamadan uzak bir görüntü çiziyor. Burada amaç öğretmenleri bir araya toplamaksa maksat hasıl oluyor. Bu açıdan tüm kesimlerin içi rahat olsun. Ama Bakanlığın istediği bu değil. Bundan da herkesin haberi olsun. Maalesef hiçbir faydaya haiz değil bu seminer çalışmaları. Üstelik görüntü de hoş değil. Bu atmosferde Bakanlığın istediği müfredatın tartışılması, etkinliklerin belirlenmesi, eğitimde iyi örneklerin ortaya çıkarılması gibi ürünler ortaya çıkmıyor.

Bu durumda ne yapmak lazım? Öncelikle planlamayı ve çalışma takvimini kim yapacak, bu belirlenmelidir. Sorumluluk tek kuruma verilmelidir. Ya ildir, ya da ilçedir. Bakanlık yapacaksa tüm kurumlar buna uymalıdır. Bakanlığın belirlediği çalışma takvimi de valiliklerin daha önceden hazırladığı takvime uygun olmalıdır. Bakanlığın bünyesinde bir müdürlük olan Din Öğretimi Genel Müdürlüğü planlama ve organize işine karışmamalıdır. Karışacaksa ilgilendiği alan sadece İHO ve İHL’lerde çalışan tüm branş öğretmenleri ve diğer okullarda çalışan Din Kültürü branşındaki öğretmenler olmamalıdır. Din Öğretiminin hazırladığı plan kafa karışıklığına sebebiyet verdiği gibi bir okul türü öğretmenlerini ve bir branşı mesleki çalışmalardan soyutlaması güzel bir görüntü vermiyor. Eğer din öğretimine özel bir önem atfediliyorsa ilçe milli eğitimlerde din öğretiminden sorumlu şube müdürleri var. Bırakalım onlara bu işi. Onlar yapsınlar bu planlamayı. Her şey tepeden gelecekse aşağıda o kadar müdürlüğü ve elemanı niçin bünyemizde barındırıyoruz? Ayrıca seminer çalışmasında bir bölgede bulunan tüm öğretmenleri bir araya toplayarak oradan bir fayda sağlanamaz. Eğer amaç gerçekten güzel bir ürünün çıkması ise bunun için aynı branş öğretmenleri küçük küçük gruplara ayrılarak konuların değerlendirilmesi istenebilir.

Geçen yıldan beri katıldığım seminer çalışmasında öğretmenlerin, idarecilerin, üst yöneticilerin verdiği görüntü dostlar alışverişte görsün görüntüsüdür. Kimseye de fayda sağlamaz bu. Bu işler ya adam gibi yapılsın, ya da arşive kaldıracak şekilde çöpe gitsin. O zaman öğretmenlerin yaz tatili 3 aya çıkar, bizim amacımız öğretmenlerin tatilini kısmak denirse şunu bilin ki öğretmenler üç ay falan tatil istemiyor. Bunun yolu da okulları 180 iş günü değil 200 iş gününe çıkarmaktır. Okulları her yıl eylülün ilk haftası açalım, haziran son haftası kapatalım. Böylece maksat hasıl olmuş olur. Yok, biz gülünç duruma düşsek de bu maceraya devam edeceğiz denirse o zaman kafanızı kuma gömün işinizi yapmaya devam edin. 07/09/2017


Sürekli İlaca Bağlı Yaşayanlar ile Kredi Mağdurları *

Başlığı okuyunca ilaç kullananla, kredi mağdurları arasında nasıl bir bağ var? Başlığa bak, hizaya gel diyebilirsiniz. Kimse kusura bakmasın, akşam otururken nedense aralarında sıkı bir bağ olduğu aklıma düştü. İlaç sektörü veya ilaç sanayisini kredi veren bankalara, sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakılanları da kredi çekmek zorunda kalıp hayatı boyunca kredi borcu ödeyenlere benzetiyorum.

Bir insan krediyi niçin çeker? Bir ihtiyacını gidermek için toplar, çıkarır, eldeki hesap tutmayınca, eşten dosttan da borç bulamayınca bankaların kapısını çalar. Kendisine kredisi kadar kredi verilir. Krediyi çeken çektiği parayı ihtiyacı olan yere yatırır, derin bir nefes alır. Bizdeki ilkbahar gibi kısa bir süre rahatlar. Krediyi ödemeye başlayınca üç-beş ay hesap-kitap tutar, ardından ödeme güçlüğü çekmeye başlar. Gerekirse yapılandırmaya gider. O banka, bu banka derken aşağı yukarı tüm bankalarla çalışmaya başlar. Ödemesini düzenli yapan biri  olsa bile ömrünün geri kalan kısmını bankalara kredi borcunu ödemekle geçirir. Kolay kolay da iki ayağı bir pabucu girmez. Ardından evdeki bulgurdan da olur, iflas bayrağını çeker. Bankalar, kredi çeken vatandaşın ödeme zorluğu çekeceğini bilmesine rağmen avının peşini kolay kolay bırakmaz. Hatta hiç o tarakta bezi olmayan vatandaşa da kredi vermek için didinir durur. Çünkü daha fazla kazanmanın yolu vatandaşı yolmaktan geçiyor. 

İlaç sektörleri de hastalıklara deva olsun diye hastalığı tedavi etmek için ilaç üretirler ve bu ilaçları tüketecek ve kullanacak hastalara ihtiyaç duyarlar. Özellikle hastayı sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakmak sürekli o ilaç satmak demektir. Kanser hastalarına uygulanan ilaçlar, diyabet hastalarının kullanmak zorunda kaldığı şeker hapları, tansiyon vb. haplar sürekli tedavülde olmalıdır. Yeter ki sen hastalanmayı gör. Rapora bağlı hastalar ilaç sektörü için en iyi müşteri tipidir. Sürekli ilaca mahkum hastalara önce ölüm gösterilir, sonra sıtmaya razı edilir.

Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim. Gördüğünüz gibi burada banka ve ilaç sanayisi paraya para demiyor. Varsa yoksa, dinleri imanları paradır. Bu sektörlerde mühim olan insanlık sözü geçmez, önemli olan paradır. Kredi çeken ile hastalığından dolayı sürekli ilaç kullanmak zorunda kalan kişiler ise hayatları boyunca çekecekler. Eğer buna yaşama denirse. Burada tek fark kredi çekenin borcunu kişi kendisi öder, aybaşı gelince cüzdanını bankaya boşaltır, ödemeden ölürse borç devlete fatura edilir. İlaç kullanan ise poşet poşet aldığı ilacı sürekli kullanarak zaten hapı yutar. Çünkü bu ilaçlar ne öldürür ne de ondurur. İlacın parasını da vergisinden almak üzere devlet öder.

Burada paraya ihtiyacı olan kredi çekecek, hasta olan da ilaç kullanacak, ne var bunda diyebilirsiniz. Hiç tavsiye etmesem de kredi çeken kendi kesesinden yer, ilaç kullanan da tedavi amaçlı kullanır. Her ikisinin de eli mahkum. Benim işaret etmek istediğim bu iki sektörde iyi para var. Bu sektörlerin sürekli kazanması için müşteri de sürekli olmalıdır. Özellikle ilaç sanayisinde doktorlar da hastayı tedavi etmek için -eli mahkum- ilaç sektörünün dayattığı reçeteyi yazmak zorunda kalıyor. Eğer amaç insanlıksa hem kredinin hem de hastalıkları tedavi etmenin başka yollarına bakmak lazım. Çözüm olarak sundukları reçete sürekli süründürmek üzerine kuruludur.

Kredi çekmede insanlar ayağını yorganına göre uzatabilirler belki. Hastalıklarda ise birilerinin dayatmalarına mahkum kalıyor insanlar. Kanser ve diyabet hastalıklarında sürekli artış beni korkutuyor. Hasılı hem kredi veren banka, hem de insanları sürekli raporlu ilaçlara mahkum eden zihniyet insanımızı mühim olan insanlık diyerek ayağa kaldıracağı yerde mühim olan paradır  deyip sürüm sürüm süründürüyor. Benden söylemesi. Allah kredi çekmemeyi nasip etsin bizlere. Sürekli ilaca mahkum edecek hastalıklardan uzak tutsun bizleri. Yetecek kadar para, yaşayacak kadar sağlık istiyoruz ondan. 07.09.2017

* 25/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

6 Eylül 2017 Çarşamba

Kendi Yaptığı İşi Zor, Başkasınınkini Kolay Gören Bir İnsanın Profili

Baştan söyleyeyim, hayatta kolay iş ve meslek yoktur. Kimi bedenen, kimi zihnen, kimi çalışma şartları yönünden, kimi risk yönünden, kimi de sorumluluk yönünden zordur. Hasılı kolay iş ve meslek yoktur. Her mesleğin avantaj ya da dezavantajları vardır.

Hayatta en kolay iş yemek yemedir. Bunun için de bölüp-parçalama-çiğneme-yutma-hazmetme ve vücudun dışına atma görevi vardır. Yine gezip dolaşma, bomboş oturma, kaldırım mühendisliği yapma işi vardır ki bilfiil çalışmaktan daha yorucudur. Üstelik ne yediğinden zevk alırsın, ne de içtiğinden. Yatması-kalkması bile zevk vermez insana. Eğer derdimiz bazı meslek ve işlerin getirisi fazla denirse ona bir şey demem. Sorumluluk ve barındırdığı riske göre veya aranan eleman olma durumuna göre maaşlar farklı olabilir.

Gördüğüm bir şey var. Kim nerede çalışırsa çalışsın dünyanın en zor işinin kendi yaptığı iş veya çalıştığı sektör olduğunu, başka iş kolunda çalışanların yorulmadığını, hatta yattığını söyler. "Ne iş yapıyor ki!" der. Bence zorluk beyinde başlıyor, beyinde bitiyor. Kişi kendini nasıl şartlandırırsa yaşadığı, gördüğü, göreceği odur. Yatar kalkar başka iş kolunda çalışanlarla uğraşır. Bir türlü hazmedemez bu tipler. Çekememezlik derecesine ulaşır. Bu sendromdan kurtulamadığı müddetçe kendi halinde debelenir durur. Kimseye de ışık vermez, çünkü düşman beller onları, özellikle yüksek maaş alanları.

Bu tipler kendini ikna ettikten sonra başkasını da etkilemeye çalışır, uzanamadığı ciğere bayat diyen kedi gibi. Böyle biriyle karşılaştım bayram münasebetiyle. Mimarmış kendisi. "Aslında benim puanım yüksekti, onların okuduğu okulu tercih etseydim kazanırdım. Ama ben yazmadım. 08.00-17.00 arası çalışıyorlar, dünyanın parasını alıyorlar, ben daha bir tanesinin saçının döküldüğünü, saçının ağardığını görmedim. Bizim yaptığımızın kıymeti bilinmiyor, yeterince karşılığını alamıyoruz..." şeklinde anlattı durdu bir teşehhüt miktarı oturduğumuz esnada. Doktorları rakip olarak seçmiş kendisine belli. "Sen doktorları savunmaya devam et" dedi bana. O, beni ikna edememenin ezikliğini yaşarken kendimi gücün attım dışarı. Birkaç yıl önce görüştüğümüzde de yine konu doktorlar ve kendi alanı idi. Kendi meslektaşlarına da kızıyor, "5-6 bin lira paraya gidip belediyede çalışıyorlar" diye. İşin garibi çoğu insanın havada kapacağı parayı da beğenmiyor.

Bayram ziyaretinden sonra bir başka ahbabın evine girdim. Konu döndü dolaştı bu ortak tanıdığımıza. Konuyu açtım ona. Çünkü garibime gitti başka meslek erbabını hazmedememesine ve çok kazanma hırsına. Onu benden iyi tanıyan akrabasının çok garibime gitmedi. Zira benden daha iyi tanıyormuş onu. "Çocukluğunda bir köftecide çalışıyordu. Akşam patronuna 'Sabahtan beri şu kadar köfte sattın, şu kadar kazandın, bize verdiğin ise şu kadar. Senin yaptığın doğru mu? Emeğin karşılığı bu mu olacak' demiş. Ta çocukluğundan beri böyleydi bu" dedi bana. Böylece çocukluğuna indik bu zavallının. Çok okumuş ama görünen hala çocukluğunda taşıdığı psikolojiyi atamamış. Garibime gitse de istikrarına hayran kaldım.

İşin garibi yıllar geçse de fikrini değiştirmedi. Kendi bürosunu açtı, yüklü bir borçla kapattı. Başka yere girdi, çoğu yerde de dikiş tutturmadı. Ne kendi kazandı, ne de etrafına ışık verdi. Çizdiği tablo hep karamsarlık üzerine.

Aslında bu davranış biçimi işinde yorulmadığından ve kendini işine vermemesindendir. Çalışıp yorulanın başkasının işinde gözü olmaz. Kendi işine yoğunlaşır, geçene de üzülmez. Çünkü hayatta çektiklerimiz veya çekmedilerimiz kendi tercihlerimizdir.

Allah herkese helalinden kazanmayı, helalinden yemeyi, kazancımızla yetinmeyi, başkasını hazmetmeyi, kendi işimizi sevmeyi, ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı nasip etsin. 06.09.2017