Ana içeriğe atla

Sürekli İlaca Bağlı Yaşayanlar ile Kredi Mağdurları *

Başlığı okuyunca ilaç kullananla, kredi mağdurları arasında nasıl bir bağ var? Başlığa bak, hizaya gel diyebilirsiniz. Kimse kusura bakmasın, akşam otururken nedense aralarında sıkı bir bağ olduğu aklıma düştü. İlaç sektörü veya ilaç sanayisini kredi veren bankalara, sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakılanları da kredi çekmek zorunda kalıp hayatı boyunca kredi borcu ödeyenlere benzetiyorum.

Bir insan krediyi niçin çeker? Bir ihtiyacını gidermek için toplar, çıkarır, eldeki hesap tutmayınca, eşten dosttan da borç bulamayınca bankaların kapısını çalar. Kendisine kredisi kadar kredi verilir. Krediyi çeken çektiği parayı ihtiyacı olan yere yatırır, derin bir nefes alır. Bizdeki ilkbahar gibi kısa bir süre rahatlar. Krediyi ödemeye başlayınca üç-beş ay hesap-kitap tutar, ardından ödeme güçlüğü çekmeye başlar. Gerekirse yapılandırmaya gider. O banka, bu banka derken aşağı yukarı tüm bankalarla çalışmaya başlar. Ödemesini düzenli yapan biri  olsa bile ömrünün geri kalan kısmını bankalara kredi borcunu ödemekle geçirir. Kolay kolay da iki ayağı bir pabucu girmez. Ardından evdeki bulgurdan da olur, iflas bayrağını çeker. Bankalar, kredi çeken vatandaşın ödeme zorluğu çekeceğini bilmesine rağmen avının peşini kolay kolay bırakmaz. Hatta hiç o tarakta bezi olmayan vatandaşa da kredi vermek için didinir durur. Çünkü daha fazla kazanmanın yolu vatandaşı yolmaktan geçiyor. 

İlaç sektörleri de hastalıklara deva olsun diye hastalığı tedavi etmek için ilaç üretirler ve bu ilaçları tüketecek ve kullanacak hastalara ihtiyaç duyarlar. Özellikle hastayı sürekli ilaç kullanmak zorunda bırakmak sürekli o ilaç satmak demektir. Kanser hastalarına uygulanan ilaçlar, diyabet hastalarının kullanmak zorunda kaldığı şeker hapları, tansiyon vb. haplar sürekli tedavülde olmalıdır. Yeter ki sen hastalanmayı gör. Rapora bağlı hastalar ilaç sektörü için en iyi müşteri tipidir. Sürekli ilaca mahkum hastalara önce ölüm gösterilir, sonra sıtmaya razı edilir.

Sanırım ne demek istediğimi anlatabildim. Gördüğünüz gibi burada banka ve ilaç sanayisi paraya para demiyor. Varsa yoksa, dinleri imanları paradır. Bu sektörlerde mühim olan insanlık sözü geçmez, önemli olan paradır. Kredi çeken ile hastalığından dolayı sürekli ilaç kullanmak zorunda kalan kişiler ise hayatları boyunca çekecekler. Eğer buna yaşama denirse. Burada tek fark kredi çekenin borcunu kişi kendisi öder, aybaşı gelince cüzdanını bankaya boşaltır, ödemeden ölürse borç devlete fatura edilir. İlaç kullanan ise poşet poşet aldığı ilacı sürekli kullanarak zaten hapı yutar. Çünkü bu ilaçlar ne öldürür ne de ondurur. İlacın parasını da vergisinden almak üzere devlet öder.

Burada paraya ihtiyacı olan kredi çekecek, hasta olan da ilaç kullanacak, ne var bunda diyebilirsiniz. Hiç tavsiye etmesem de kredi çeken kendi kesesinden yer, ilaç kullanan da tedavi amaçlı kullanır. Her ikisinin de eli mahkum. Benim işaret etmek istediğim bu iki sektörde iyi para var. Bu sektörlerin sürekli kazanması için müşteri de sürekli olmalıdır. Özellikle ilaç sanayisinde doktorlar da hastayı tedavi etmek için -eli mahkum- ilaç sektörünün dayattığı reçeteyi yazmak zorunda kalıyor. Eğer amaç insanlıksa hem kredinin hem de hastalıkları tedavi etmenin başka yollarına bakmak lazım. Çözüm olarak sundukları reçete sürekli süründürmek üzerine kuruludur.

Kredi çekmede insanlar ayağını yorganına göre uzatabilirler belki. Hastalıklarda ise birilerinin dayatmalarına mahkum kalıyor insanlar. Kanser ve diyabet hastalıklarında sürekli artış beni korkutuyor. Hasılı hem kredi veren banka, hem de insanları sürekli raporlu ilaçlara mahkum eden zihniyet insanımızı mühim olan insanlık diyerek ayağa kaldıracağı yerde mühim olan paradır  deyip sürüm sürüm süründürüyor. Benden söylemesi. Allah kredi çekmemeyi nasip etsin bizlere. Sürekli ilaca mahkum edecek hastalıklardan uzak tutsun bizleri. Yetecek kadar para, yaşayacak kadar sağlık istiyoruz ondan. 07.09.2017

* 25/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde