Türkiye'de işçi sendikaları var. Bir zamanlar çok etkili idiler. Özellikle zamlarının konuşulduğu dönemlerde anlaşamazlarsa grev olacak şeklinde gündemimize gelirdi. İşçi temsilcileri hükümetlerle sıkı bir pazarlığa girer genelde istediklerini elde ederlerdi.
90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.
Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.
Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.
Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.
Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.
Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.
Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016
25 Ekim 2016 Salı
Dinin Muhabbetini Seviyoruz...
Sizi bilmem ama ben nasıl bir dine inandığımızı bir türlü çözemedim gitti. Özden ziyade dinin teferruatıyla uğraşıyoruz gibi geldi bana.
Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki. Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin alametleri var mı yok mu? İsa gelecek mi Mehdi kimdir..." gibi konulara giriyoruz.
Kıyametin alametleri vardır, şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de...
Aslında var desek de bize faydası yok, yok desek de. Konuştuğumuz bu tür konular ne imanî bir meseledir ne ibadet konusuna girer ne de ahlaki bir konuya taalluk ediyor. Yaptığımız sadece var-yok tartışması.
Tartışanların hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı alt etmektir, vakit geçirmektir.
Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor.
Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.
2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan birkaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu birkaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazılar çizile tevatür derecesine ulaşmıştır" şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılarda.
Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.
Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın geleceğini ve habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek, kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette.
Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.
Ehli bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.
Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.
Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016
24 Ekim 2016 Pazartesi
Helal olsun be sana! *
Görsel ve yazılı medyada: "Alaplı'da cami imamının
camiye geldiği esnada 'Telefonu şarj ettik. Hakkınızı helal edin' şeklinde
camiye bir not ve üzerinde de 1 lira şarj ücretinin bırakıldığı'
haberleri yer aldı. Alaplı nerenin ilçesi diye araştırırken Zonguldak'a bağlı
olduğunu ve bu olayın bir benzerinin de mayıs ayında Bodrum'da yine bir camide
benzeri bir notla birlikte yanına da bozuk paraların bırakıldığını öğrenmiş
oldum.
Duyduğum haberler hep içimi kararttığı için nice zamandır
haberleri de izlemez olmuştum. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberlerden
biri idi. Bu küçük olayın haberlere konu olması özlemini duyduğumuz güzel bir
davranış olduğu içindir mutlaka. Konulan paranın bir değeri yok, şarj edilen
telefon için tüketilen elektriğin de bir kıymeti harbiyesi yok. Belki de haber
konusu bile olmaması gerekirdi. Ama değerlerimizin kaybedilmeye yüz
tuttuğu, helal ve haramın gözetilmediği günümüzde, mayamızda var olan temiz
duyguların nadir de olsa ortaya çıkıyor olması sevindiriyor bizi gerçekten.
Aslında yabancısı olmadığımız bir zihniyetti bu. Hatta çoğumuz: "Ecdadımız
savaşa giderken yediği üzümün parasını asmaya iliştirirdi. Savaşların
kazanılmasında işte bu zihniyet vardır" şeklinde büyüklerimizin anlattığı
enstantane ile büyüdük. Çok eski zamanların bu davranışını anlatır dururduk
hep. Artık günümüzde bu duyarlılığa sahip insanları da işitir olduk. İnşallah
sayısı artar. Bizden sonraki nesil de asrımızdaki bu duyarlılığı anlatır
çocuklarına.
Burkina Faso'da görev yapan bir arkadaşımız, "Bizim İslam'ımız ne işe yarar?"
başlıklı yazısında 'Katolik iken Müslümanlığı seçen birine: “Niçin Müslüman oldun? Seni İslam’a yaklaştıran sebep neydi?” diye bir soru sordurduğunu ve şu cevabı aldığını ifade
etmiştir: "Ben bir işyerinde
çalışıyorum. Orada çalışan dört Müslüman arkadaşım var. Onların dürüstlüğü,
güveni, çalışkanlıkları beni İslam’a yaklaştırdı. Aslında onlar benim Müslüman
olmam için çok özel bir çağrıda bulunmadılar. Tamamen benim isteğim bu... Ama
beni İslam’a çağıran asıl şey, onların hayatı ve yaşamı oldu.” Dürüstlük ve
güven İslam’ın olmazsa olmaz nişanesidir. Yaşadıkları İslam ile etrafına örnek
olan bu şekil isimsiz kahramanlardan Allah razı olsun.
Nice zamandır kaybettiğimiz yitiğimizdir bu değerler. Bu
değerleri ne yaşayabiliyor ne de terk edebiliyorduk. İyi olduğunu bilmemize
rağmen vicdanımızın sesine kulak vermeden hatta onu bastırarak "Uydum
kalabalığa" diyorduk. Bu milletin fıtratı bozulmadı, mayası da temiz.
Teoride doğru olduğunu bildiğimiz ama pratikten çıkardığımız duygularımız ve
değerlerimiz bizim. Ne zaman ki bildiğimiz güzel doğruları pratikle
buluşturabilir isek bu milleti ve bu milletin inancının yükselişini kimse
durduramaz. Her şeyden önce ahlaki yozlaşmadan ve dezenformasyondan kurtulmamız
lazım. Ne zaman 'kal ehli' olmaktan çıkıp 'hal ehli' olursak, bize ve bizim
zihniyetimize düşman olanları bile kazanabiliriz.
Hepimizin iyi ve güzel bildiği bu güzel hasletlerden niçin
uzaklaştık, yeniden nasıl kazanabiliriz diye kafa yormamızın zamanı geldi ve
çoktan geçiyor bile. Zararın neresinden dönersek kardır. Asmaya yediği üzümün
karşılığını koyma olayının ve kendisine ait olmayan bir yerde habersizce şarj
ettiği telefonunun ücretini bırakma ve helallik dileme olaylarının vakayi
adiyeden olması gerekiyor artık. Toplumun büyük-küçük tüm katmanlarına
yayılmalı. Bunun için tedbirler alınmalı. İşin uzmanları bunun üzerine kafa
yormalı. Çözüm yolları ortaya konulmalı. Aslında biz büyükler iyi örnek olsak helal-haram
konusunda duyarlı olsak ardımızdan gelen nesil de iyi olur. Çünkü üzüm üzüme
baka baka kararır.
Bunun için -kanaatimce- biz büyükler değerlerimiz konusunda
küçüklere yaşantımızla örnek olmalıyız. Her şeyden önce beynini sadece bilgiyle
yüklediğimiz küçük dimağları yarış atı gibi yarıştıran sınav sisteminden
vazgeçmemiz ve davranış bilimi üzerine yoğunlaşmamış gerekiyor. Onlara, evde
başlayıp okulda sürecek ve hayat boyu devam ettirecek şekilde daha okumayı
öğrenmeden ‘Paylaşmayı, sosyalleşmeyi, yerleri kirletmemeyi, başkasının malına
el uzatmamayı, başkasına zarar vermemeyi... zerk etmemiz gerekecek. Gelecek
kaygısı güdülen bir eğitim sistemi sadece canavar yetiştirir... 24/10/2016
26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.
26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)