18 Eylül 2016 Pazar

Çözülmedik meselemiz kalır mı bizim?

Türkiye’de yaşayan insanları genelleme yaparken  -her ne kadar- % 99’u Müslüman dense de  bu ülke; her kesimden, her düşünceden, her inançtan toplulukların bulunduğu bir mozaikler ülkesi. Çoğu insan da düşüncesini söyleyemeden yaşar bu ülkede. Çünkü kimi baskıdan, kimi ayıplanmaktan, ya da dışlanmaktan endişe eder. Düşüncelerin rahatça söyleneceği ortamlar olmayınca her kesim birbirine karşı körler ve sağırlara oynar. Herkes yekdiğerini yüzeysel tanır ve birbirine karşı ön yargılıdır. Her kesim kendi inanç ve düşüncesinin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna kendini inandırarak kendi düşüncesindekileri korumaya çalışır. Diğer kesimin kendi düşüncesine gelmesini, kendi gibi düşünmesini ve yaşamasını ister. 

Farklı yapı ve dokuların birbirlerine karşı iletişim, üslup ve güven  sorunu vardır. Genelde ya saldırganızdır, ya da savunmadayız. Ortası yok bu ülkede.  İletişim ve üslup sorunumuzu halletmeden, birbirimize güven vermeden  bu ülkede birbirimize  ve inançlarımıza karşı saygılı bir şekilde yaşayamayız. Barış iklimi de asla gelmez. Bazı zamanlarda ortaya çıkan barış görüntüsü de yalancı bahar gibidir. Her kesim bu üç sorunu çözmeden kimseyi ikna edemez. Her şeyden önce farklı düşünceye sahip insanlara karşı empati yapabilmeyi bilmeliyiz. Fikirlerimizi medenice tartışamıyoruz. En ufak bir durumda en sakinimizin hemen sesi yükselir. Hemen belden aşağıya vurmaya başlarız. Birbirimizi de dinlemeyiz. Yüksek sesle hakaretlerimizi bir bir sıralarız. Araya girilmezse eğer gerekirse kavga bile ederiz. Maalesef birbirimize tahammülümüz yok.

“Benim oğlan bina okur, döner döner bir daha okur” misali farklı kesimler birbirinin hep niyetini okur bu ülkede. “Yok, sen böyle diyorsun ama aslında sizin niyetiniz bu” şekilde. Çünkü her kesim diğerlerine karşı şeffat değil, maalesef genelinin bir gizli ajandası var. Bu ikinci ajandadan vazgeçmeden ya da açığa çıkarmadan asla karşı tarafa güven veremeyiz. Gizli ajandamız yoksa da bu gizli ajanda algısından kurtulmamız lazım. Karşı tarafa yemin billah  etsen de mümkün değil inandıramıyorsun. Çünkü “Öküzün altında buzağı arıyoruz” hepimiz anlaşılan. İletişim, üslup, güven ve gizli ajanda konusunda birbirimizin eline su dökemeyiz. Aslında tencere-kapak gibiyiz farkında olmasak da.

Yaşayacak başka ülkemiz yoksa bu sorunu nasıl çözeceğiz? Sorunu tespit edip her kesim kendi öz eleştirisini yaparsa çözüm de kendiliğinden gelir aslında. Eğer birbirimize karşı:
·         İletişim ve diyalog yolunu hep açık bırakırsak,
·         Şeffaf olup, gizli ajanda taşımazsak,
·         Güzel bir üslupla medenice tartışabilirsek,
·         Güvenirsek,
·         Şiddet, baskı ve yıldırma olmadan, aba altından sopa göstermeden saygılı olabilirsek,
·         İyi günümüzde, kötü günümüzde empati yapabilirsek,
·         Fikir, düşünce ve inancımızı birbirimizi rahatsız etmeden ayıplamadan, dışlamadan özgürce savunup yaşayabilir ve birbirimize hayat hakkı tanırsak,
·         Bu ülkeyi birbirimizden kurtarmaya çalışmaz, içinde bulunduğumuz yapıdan beslenmezsek,
·         İşimizi düzgün yapıp ülkenin kalkınması için çabalarsak,
·         Konuşma ve davranışlarımızda birbirimizin hassasiyetlerine riayet edersek...

Bu ülkenin çözülmedik meselesi kalmaz inanın... 18/09/2016

17 Eylül 2016 Cumartesi

Ölenin Ardından Nasıl Konuşalım?

İster inansın, ister inanmasın, ister iyi ve güzel yaşasın, ister kötü, ister inançlara saygılı olsun, ister düşmanı olsun. Doğum kadar ölüm de haktır. Sırası gelen her fani ölecektir. Çünkü sünnetullah'ın gereğidir bu. 

Ne zaman karşı mahalleden biri ölse, inancı ve yaşantısı gündeme gelir: “Geberdi gitti, şöyle kötüydü, böyle kötüydü,  falan tarihte şu konuda şöyle demişti, şimdi artık görsün gününü…” diyerek mevtanın arkasından neredeyse zil takıp oynayanlarımız var.  Ölenin ardından yakınları ve sevenleri üzülürken karşı kesim de zafer kazanmış komutan edasıyla sevince boğuluyor.

Ölenin ardından sevenlerinin üzüntü duyması insani bir olaydır. Fakat daha cenaze  defnedilmemiş, sevenlerinin acısı taze iken mevtanın düşüncesi ne olursa olsun; hakkında ileri geri konuşmak, hakaret etmek tasvip edilecek bir davranış değildir. Eğer bir kişi hakkında değerlendirmede bulunulacaksa olay soğumaya yüz tuttuğu zaman -hakaret etmeden- davranışları itibariyle eleştirmek söz konusu olabilir. Çünkü ölüm sözün bittiği yerdir. Sessizliğin hakim olması gerekir. Çünkü yorganın gittiği andır bu an. Kavga varsa sonraya ertelenir. Sonra ölen kişi sizi duyamaz, kendisini savunamaz, size zarar veremez. Hoş, siz de zarar veremezsiniz ona. Eğer yaşantısını beğenmediğimiz biri vefat etmişse inancı gereği dua anlamında ona rahmet dilenmez kanaatinde isek susmak en güzelidir. Hz Muhammed'in yolundan giden bizlere ne oluyor ki bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmaya çalışıyoruz? Hiç yakışmıyor bize. Hepimiz Ebu Cehil'in tavrını, amansız düşmanlığını, peygamberimize ve Müslümanlara neler çektirdiğini iyi biliyoruz. Bu İslam düşmanı öldüğü zaman Ebu Cehil'in ardından konuşmayı ve hakaret etmeyi Peygamberimizin yasakladığını bilmeyenimiz yok. Çünkü Ebu Cehil ne kadar kötü olursa olsun onun da sevenleri vardı ve Müslüman olan İkrime'nin babasıydı. idi. Ne kadar kötü olursa olsun babasıydı. Başkasının babası aleyhinde konuşmasını kaldıramayabilirdi.

Biz, karşı mahalleden ölen biri öldüğü zaman sevineceğimize üzülmemiz lazım. Biz onunla iletişim kuramadık, düşüncemizi anlatamadık, kendi inancımızın doğruluğunu gösteremedik, o arkadaşı kazanamadık diye dertlenmemiz lazım. Hani Celalettin Rumi, idam edilmiş birisini gördüğü zaman ayaklarına sarılıp ona: 'Kardeşim, bize hakkını helal et, biz görevimizi yapamadık, eğer biz sana daha önce ulaşabilseydik, belki idam edilmeyecektin' demişti ya. İşte biz de böyle üzülmeliyiz. Eğer kendi inanç ve düşüncemiz doğru ise -ki doğrudur- biz ona anlatamadık, görevimizi yapamadık, örnek olamadık, amma da beceriksiz imişiz diye üzülmemiz lazım. Madem görevimizi yapamadık, üzülüp dert edinmeyi de beceremiyoruz. Allah aşkına kendini savunamayacak olanın ardından konuşmanın bize ne faydası var. Bu hareket nasıl bir psikoloji? Gerçekten anlayamadım gitti. Ölen bizim inancımızdan değil ise -ki olmayabilir- yanına gidip kendimizi anlattık mı?

İnanmak da inanmamak da eğer bir tercih ise –ki tercihtir- bırakın adam inanmama hakkını kullansın. Biz böyle yaparak karşı mahallenin de kılıçları kuşanmasına zemin hazırlıyoruz. Yarın bizim kesimden de birileri vefat ettiği zaman benzer salvoları onlar da yapacak. Bunun, birlikte yaşadığımız bu ülkenin barış atmosferine hiç katkısı olmaz. Sadece aramıza nefret tohumlarını saçmış  oluruz. Ölen bizim için bir şey ifade etmiyorsa, yok kabul edelim olup bitsin. 17/09/2016

16 Eylül 2016 Cuma

Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor... Eden buluyor mu ne?

2013 yılında çıkan kanunla birlikte  yöneticilikte dört yılı dolduranlar belirlenen kriterlere göre yeniden puanlandı. Yanlış hatırlamıyorsam 75 puanın altında kalanlar yöneticilik görevinden öğretmenliğe döndüler. Bu süreçte şahsım da yöneticilikte dört yılını doldurduğu için yeniden puanlamaya tabi tutuldum.  Okuldan dört öğretmen, birlik başkanı ve yardımcısı, okul öğrenci meclis başkanı ve İlçe Milli Eğitim Müdürü ve iki yardımcısının verdiği puanlarla 75 barajının altında 66.25 puan alarak müdürlüğe veda etmiştim.

İki aylık birikmiş yıllık iznimi kullanırken mülakata dayalı müdürlük sınavına,  bir dostumun ısrarıyla yeniden başvurdum. Demek ki dinlenmek insana yarıyormuş. Mülakatta şahsıma 78 puan takdir etmişler.  Başka bir okulda yeniden müdür olarak görev aldım istemeyerek de olsa.

Bir yıllık çiçeği burnunda yeni müdür iken il dışında zorunlu bir seminere katıldım. Seminerde fakülteden sınıf ve sıra arkadaşımla karşılaştım.  Hal-hatırdan sonra:  “Ağabey sen müdürlükten niye elendin biliyor musun” dedi. Yeni göreve başladığım okulda akan suları kestiğim, tuvaletleri kapattığım, diyanetin yaz projesine karşı çıktığım, yazın dinlenmeye geldim dediğim, İHL’lerin sayısının çokluğundan şikayetçi olduğum…gibi bir kaç tane gerekçe saydı beni eleyen kişi deyince,  dostum: “Hayır, sen o yüzden elenmedin ki” dedi. Sen nereden biliyorsun dedim. Bana: “Elenenlerin içinde senin ismini görünce hemen telefona sarıldım. Şehirde bu konudaki en yetkili kişiyi aradım. İsmini vererek bu arkadaşı niye elediniz dedim.  Kendisi bir başka telefon konuşması yaptıktan sonra bana dönüp: O arkadaş, yanlış istihbarattan paralelci diye elendi ama telafi edeceğiz  cevabı verdi. Yani seni paralelci diye elemişler. Peki telafi ettiler mi dedi bana? Elbette telafi ettiler, göz önünde görünmesin diye şehre 25 km uzaklıkta bir yere verdiler.  Nerede çalıştığımı soran birine çalıştığım yeri söyleyince bana çok mu kaşındın oraya gitmek için dedi.

Dostumun verdiği bu bilgiye üzüldüm gerçekten.  Paralelci damgası yemişim. İşin garibi ‘p’ si bile yok bende bu özelliğin. Beni bir nebze teselli eden paralelci olmadığım idi. Zaten elenmemin ardından yanlışın farkına varmışlar. Beni esas üzen, beni eleyenlerin yanlarına çağırıp “Kardeş yanlış istihbarattan –pardon dedikodu ağzıyla- biz seni paralelci diye eledik” dememeleriydi. İftiranın böylesine de pes doğrusu.

Bildiğiniz gibi 15 Temmuz  2016 darbe teşebbüsü sonucunda ilan edilen OHAL ile birlikte çıkan kararnamelerle FETÖ üyesi olmaktan çok kişi ya açığa alındı ya da memuriyetten ihraç edildi. Sayısını takip edemediğim kadar  çoktu açığa alınanlar.. Kaderin bir tecellisi ki açığa alınanların içerisinde bana puan veren  iki milli eğitim yetkilisi de varmış. İsimlerini duyunca sevindim desem yalan olur.  Çünkü ben birilerinin mağduriyeti/mutsuzluğu üzerine mutluluk duyan biri değilim. Kendileri FETÖ’cü mü değil mi bilmem.  İhraç edildiler mi onu da bilmiyorum. Takibini de yapmıyorum. Çünkü alınanların içerisinde alakası olmayan insanların olduğunu duyuyorum çevremden ve basından. İnşallah hiç alakası olmayan kişilerin mağduriyeti giderilir.


Bana ilginç, anlamlı ve manidar gelen beni paralelcilik ithamıyla eleyen üç yetkili kişiden ikisinin FETÖ’cü damgası yemesi.  Paralelcilik sanırım FETÖ’cülüğe göre daha hafif ve masum kalır. Üstelik ben açığa alınma ve memuriyetten ihraç gibi bir durumla da karşılaşmadım. Bu iki arkadaşın maruz kaldığı durum daha vahim gibi gözüküyor. Bana, bende olmayan bir ithamda bulunanların ayağına daha büyüğü, daha beteri dolanmış gibi sanki. Allah iftiradan saklasın. Mağdur iseler inşallah en kısa zamanda temizlenerek gelirler. Böylesi durumlara  “Men dekka, dükka” mı denir, “Kazdığı kuyuya kendi düştü“ mü denir, tuzağı kendi boynuna dolandı mı denir, eden bulur mu denir bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Kimsenin yaptığı yanına kâr  kalmıyor. Allah tuzak kuranlardan eylemesin. 16/09/2016