21 Ağustos 2016 Pazar

Sahte Bir Evlat ile Kırk Yıl

Çocukluğumda Yıldız KENTER, Hulusi KENTMEN, İzzet GÜNAY ve Selma Sar'ın başrollerini paylaştığı 1964 yapımı bir Türk filmi izlemiştim. İçeriği aklımda fakat başlığı bir türlü aklıma gelmemişti. Sonunda  internet marifetiyle filmin adını bulabildim:  “Ağaçlar ayakta ölür.”

İyi bir izleyici olsam da anlatmayı pek beceremem. Aklımda kaldığı kadarıyla film: “ Oğul ve gelinini trafik kazasında kaybeden bir anne ile babanın konaktaki yaşantılarını ele alır. Evlatlarından geriye kalan torun yaramaz mı yaramaz. Torun bir gün yaptığı hırsızlıktan dolayı bir tokat yiyince evi terk edip ABD’ye gider. Yıllarca torun hasreti içerisinde yanıp tutuşan büyükanne Yıldız KENTER içine kapanır ve sağlığı bozulur. Eşinin durumuna üzülen Hulusi KENTMEN bir müddet torununun ağzıyla mektuplar yazarak eşini mutlu etmeye çalışır... Bakıyor ki hanımı sahte mektuplarla mutlu oluyor, oyunu devam ettirmek ister: İntihar etmek üzere olan bir kızı kurtarır, onu yaramaz torununun hanımı olması için ikna eder. O esnada evi soymaya gelen İzzet GÜNAY’ı da kızın kocası ve torunları olduğunu kurgular. Yıldız KENTER, yıllar sonra torununun mimar olduğunu, evlendiğini ve yuvaya geri döndüğünü duyunca sağlığına yeniden kavuşur. Artık mutlu mu mutlu! Bu, onun için her şeye değerdi. Çünkü torunu yanındaydı. Her ne kadar torununun bazı davranışları hoşuna gitmese de, bazı hareketleri şüpheli olsa da evini soymak için gelen sahte birini uzun süre torunu olarak bağrına basar. Torunu bir hırsız çetesinin mensubu olsa da sahte mutluluğunu devam ettirir… Sonunda gerçek torun hiç akıllanmamış bir şekilde geri gelince oynanan oyun ortaya çıkar. Kadın yeniden can evinden vurulur…”

Bilmem filmi anlatmayı becerebildim mi? Siz en iyisi filmi yeniden izleyin. Zaten benim niyetim de film anlatmak değil. Ben günümüze gelmek istiyorum. Malum gündemimizde FETÖ var. Bu günlerde hepimizin gündemi bu. Oturup kalkıp yaptıklarını anlatıyoruz birbirimize…amma da kandırmışlar, gizlenmişler, şöyle-böyle yapmışlar diyoruz. Kimimiz kandık, kimimiz; ben hiç kanmadım, bunları biliyordum…diyoruz. Hani insan eşekten düştükten sonra akıl veren çok olur ya. Bizim ülkenin durumu da o. Ülke eşekten düşmüş. Oturup kalkıp ya FETÖ’ye kızıyoruz, ya da akıl vermeye devam ediyoruz. Niyetim kimseye akıl vermek falan değil. Mevcut durumu analiz etmektir. “Nurcular, Fethullahçılar, Hizmet hareketi, paralelciler…” gibi isimlerle günümüze kadar gelen hareketin şimdiki adı ‘FETÖ’dür. Şimdi filmi yeniden gözümüzün önüne getirelim. Filmde uzun süre evlat hasreti çeken bir kadının bu hasretini gidermek, bir nebze de olsa mutlu olmasını sağlamak amacıyla torunu olmayan birinin kendisine evladı gibi pazarlanması, kadının da bunu evladı bilmesi.

Bizim 15 Temmuz 2016 itibariyle yaşadığımız da bu filmin aynısı. Bu millet yıllardır kendilerini bu ülkenin asli unsuru görenler tarafından dışlandı, horlandı, zenci muamelesi gördü. Kılık kıyafeti dizayn edilmeye çalışıldı. Yaşantısına sınırlama getirildi. Hep sakıncalı piyade muamelesine tabi tutuldu… Bir taraftan bunlar olurken anne-babalarımız  yıllardır çocuğunu okutma hayali yaşadı. Hem okusun bir görev alsın, hem de dinini bilsin ki ardımdan bir Fatiha okusun, vatana ve millete hayırlı bir evlat olsun özlemini duydu. Vatandaş bu yapının bu ülkenin gerçek mayası olmadığını bildiği halde özlemini bunlarla giderdi. Çünkü bu yapı diğer cemaatlere benzemiyordu: Kendi kitaplarını okuyor, kendi hocalarını dinliyor, dini yorumlama biçimleri de farklıydı… Fakat millet farklı da olsa özlemini duyduğu eğitim-öğretim, dini yaşantı…bunlarda daha organize idi. Abi-abla şeması neredeyse ibadet aşkı içerisinde kendini gösteriyordu. Şimdilerde saha çalışması yaptıklarına inandığımız ev ziyaretleri, çocuklarımıza rehberlikleri bile hoşumuza gitmişti. Dünyada herkesin İngilizce konuştuğu bir ortamda düzenledikleri ‘Türkçe Olimpiyatlarında’ Türkçe şarkılar duydukça neredeyse kulaklarımızın pası siliniyor, gönüllere hitap ediyor, duygulandırıyordu. 140 ülkede açtıkları okulları nasıl açtılar diye içimize bir kurt düşse de bu görüntü hoşumuza gitti. Şimdi bazıları bu konuda sadece dindar-mütedeyyin insanlar kandı diye bıyık altından gülmeye çalışıyor. Erol MÜTERCİMLER: Ben kendimi bildim bileli Kemalist-solum. Bir gün ışıklar içinde yatsın Toktamış ATEŞ’in yanına vardım. Ona: ‘Hocam, üniversiteye niçin bizim gibi insanları almıyorsunuz da bu Gülencileri alıyorsunuz’ dediğimde bana: ‘Siz terörist ruhlusunuz. Bunlar iyi çocuklar’ dedi” şeklinde TV’de bir açıklamada bulunmuştu bu süreçte. Hasılı burada ister dindar, ister laik kim olursa olsun bu milletin büyük bir çoğunluğu özlemini duyduğu şeyleri bu yapıda görünce içine sinse de sinmese de kol kanat gerdi. Tıpkı Yıldız KENTER’in torun sevgisini bir hırsızı evladı bilerek sahte mutluluk duyması gibi. Bu milletin kanması da bu. Bu yapıyı bize pazarlayanlar iyi bir saha çalışması yaparak istediklerimizle vurdular bizi maalesef.

Film seyretmede üstüme yoktur. Ama anlatmada çok becerikli değilim demiştim yukarıda. Sanırım film anlatmadaki acziyetim yapıyı anlatmada da kendini gösterdi. Ama şunu söyleyeyim: Sizi bilmem ama ben ne anlatmak istediğimi  anladım sonunda. Fakat filmin sonunda evlat hasretiyle yanıp tutuşan büyükanne gerçek torununu evden kovar. Sahte torunu ve eşi evi terk edip giderler. Üstelik hayalini kurdukları evi de soymazlar...  Bu toprağa yabancı bu sahte evlatlar da çekip gitti. Film ile gerçek arasındaki fark: filmdeki sahte evlatlar pişmanlık duyuyor bir kadını kandırdık diye. Bizim gerçek hayattaki hain/sahte evlatlarımız ise tükürüklerimizi rahmet sandı. Üstelik giderken de bırakın pişmanlığı...üstümüze bomba yağdırarak gittiler. 

Biz yaralarımızı sararız sarmaya da, onlar yedikleri Osmanlı tokadını  unutmayacaklar.  21/08/2016

19 Ağustos 2016 Cuma

Kahvaltı düşmanı çalışanlar

Türkiye'nin büyük bir çoğunluğu 08.00-17.00 arası çalışan bordro mahkumudur. Giriş ve çıkış saatleri olan milyonları geçen öğrencimiz var. Acaba öğrenci ve çalışanlar arasında kaçta kaçı evden ayrılırken kahvaltı yaparak çıkıyor? Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı bilmiyorum.

Kimin kahvaltı yapıp yapmadığı beni ilgilendirmez. Kimseye de kahvaltının faziletleri hakkında bahsedecek değilim. Gözlemlerime göre bu ülkenin çalışanlarının ve okullu öğrencilerinin ekseriyeti her sabah kahvaltı yapmadan apar topar yollara düşmektedir. Kimi yolda gördüğü bir simitçiden veya simit sarayından aldığı simit, poğaça ile atıştırarak kahvaltısını yapmaktadır. Bazısı yolda, bazısı araçta, bazısı da işyerine vardıktan sonra işine başlamadan önce kahvaltısını yapmaktadır. Öğrenciler ilk teneffüste kantin önünde sıraya giriyor. Kalabalık içinde kahvaltılığını alacak ve öğretmen derse girmeden iyice çiğnemeden abur-cubur 3-5 dakika içerisinde, bulduğu bir köşede yiyebildiği kadar yiyecek. Yiyemediğini de  ya gizli gizli yiyecek, ya da diğer teneffüse kadar sırasının altında nezih bir ortamda bekletecek. Eğer buna kahvaltı yapmak denirse... 

Niçin böyle oluyor? Kahvaltı yapmanın başka yolu yok mu? Bu şekil kahvaltıya insanımız mecbur mu? Ya da böylesi kahvaltı sağlıklı mı? Bu şekil kahvaltı çalışana ve öğrenciye bir verim getirir mi? Soruları çoğaltabiliriz.  Bir defa bu şekil kahvaltı baştan savmadır. Dostlar alışverişte görsün türünden yapılan bu kahvaltı sağlıklı değildir. Obeziteye davetiye çıkarır. Okullarda sağlıklı ders dinlenmez, kurumlarda verimli iş yapılmaz.

Kahvaltı yapmadan yola çıkanlara niçin evde kahvaltı yapmadan geldiğini o değilden bir sorsan; mazeret, gerekçe, bahane ardı arkasına sıralanır. Sorduğuna soracağına pişman olursun: "Efendim! Zamanla yarışıyoruz…uykumu alamıyorum...erken kalkamıyorum...uykulu uykulu, sabah sabah kahvaltı yapasım gelmiyor...Kahvaltı yapıncaya kadar biraz daha uyurum...kahvaltıyı kim hazırlayacak...elimi, yüzümü ancak yıkayıp yola çıkıyorum...çocuğumu kreşe, anneme, bakıcıya bırakmam gerekiyor...gece geç yatıyorum...gibi plansızlığımızı bir tarafa bırakarak haklı-haksız gerekçeleri sıralayabiliriz. İnsanoğlu yeter ki yaptığına mazeret arasın. Dili sağ olsun. Hemen imdadına yetişir.

Öğle yemeği de bu şekil atıştırmalık olarak geçer. Kahvaltı ve öğle yemeğini baştan savma yapanlar bütün iştahlarını akşam yemeğine saklar. Akşam eve gelince de ‘Abbas’ın kör gazı gibi yemek’ sadedinde ne bulursa mideye indirir. Yemekten sonra istirahate çekilip vücut durağanlaştığı esnada yenilen ve içilen nasıl eritilecek. Bu da düşünülmesi gereken bir durum. Akşam yediğimizi eritmek için sabaha kadar mide ne kadar mücadele edecek? Bunu en iyi çeken mide bilir. Bugünlerde pek konuşulmayan, çok da ön plana çıkmamış eski bir atasözü var:  “Sabah kahvaltısını kendin için yap, öğle yemeklerini sevdiklerinle birlikte ye, akşam yemeğini ise düşmanına yedir..!” şeklinde. Aslında sabah ve öğle yemeleri için yaptığımız atıştırmalığı akşam yemeği için yapmamız gerekirken biz  her konuda olduğu gibi yine tersini yaptık. Atasözünün gereğini yerine getirmedik. Düşmanımıza yedirmemiz gereken akşam yemeğini kendi midemize indirdik. Bu şekil dengesiz beslenme maalesef kilo sorunuyla karşı karşıya getirmektedir bizi.

Anlatmaya çalıştığım kimse kahvaltıya düşman değil. Düşman oldukları evde kahvaltı yapmadır. Kim bilir, belki de bereketsizliğin temelinde evde birlikte kahvaltı yapmama vardır. İnşallah kahvaltıyı bu şekilde baştan savanlar işlerini de baştan savmazlar... 19/08/2016


18 Ağustos 2016 Perşembe

Paralelcileri yanlış yerde aramayalım...*

Fıkra sever misiniz bilmem.  Sevsek de sevmesek de hayatın bir parçası. Hayatın içinden yaşadığımız bazı enstantaneler fıkra olup çıkıyor bir müddet sonra. Fıkra deyince hemen akla Nasrettin Hoca gelir. Önce fıkrayı anlatıp sonra sadede gelelim:

Sokak lambasının ışığında bir şeyler aradığını gören komşuları Hoca'nın yanına gelerek ne aradığını sorarlar. Hoca: "Anahtarını kaybettiğini" söyler. Komşuları da başlarlar anahtar aramaya. Bir türlü bulamazlar. Biri: "Hocam iki saattir kaybettiğin anahtarı arıyoruz, bir türlü bulamadık. Sen anahtarı burada düşürdüğünden emin misin" diye sorar. Hoca: Başka bir yerde düşürdüğünü söyler. Adam tekrar: Be Hocam! Başka yerde düşürdüğün anahtar burada aranır mı" deyince Hoca: "Anahtarı düşürdüğüm yer göz görmez karanlık bir yer, burası ise aydınlık" diye cevap verir.

Fıkra bu ya, Hoca'nın başına gelmiş mi gelmemiş mi bilemem. Fakat fıkraların günümüzde cereyan eden bazı şeylere ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Malumunuz 15 Temmuz darbe teşebbüsü oldu. Ardından OHAL ilan edildi. Orta yerde bir suç varsa -ki vardır- mutlaka bu suçu işleyen suçlular da vardır. Darbeye direk katılan subay görünümlü kişilerden içeride kalanlar tutuklandı. Emniyetin içerisinden yine bu menfur cinayete katılanlar içeri alındı. Yargı ayağı yine temizlenmeye devam etmektedir. Terör örgütüne maddi destek veren iş adamlarıyla da mücadele devam etmektedir. Darbeye  katılan bir kısım subay ve asker ise hala kaçak. Darbenin sivil kanadı diyebileceğimiz birinci dereceden suçlular maalesef yurt dışında soluğu aldı. Devlet yine ayrıca devletin tüm kurumlarında yuvalanmış bu yapının müntesiplerini ayıklamak için bir temizlik harekatına girişti. Ülkenin selameti için devletin yaptığı bu mücadele elzemdir. Yaptığı bu tasarrufta -içimizdeki hainler hariç- tüm millet  devlete açık destek veriyor. Paralel yapı ile mücadele için devlet belgeye dayalı bazı kriterler ortaya koydu ve bu kriterlere göre kurumlarda açığa alınmalar devam ediyor. Açığa alma -biliyorsunuz- memurun görevine son verme değildir. Tedbir amaçlı bir inisiyatiftir bu. Buraya kadar her şey olağan seyrinde devam ediyor.  Açığa alınanlar içerisinde isimleri  duyulduğu zaman isabet olmuş denilenlerin yanında, "Falan da açığa alınmış, bu asla olamaz, çünkü o arkadaşın onlarla asla organik ve inorganik bir bağlantısı yoktur" diye hayret ifadelerini de duyabiliyoruz maalesef.

Yazılı ve görsel medyada açığa alınıp isimleri zikredilenleri tanımadığımız  için hakkında bir kanaat belirtme durumumuz yok. Ancak yakinen bildiğimiz bir tanıdığımızın ismi de açığa alınanların içerisinde geçince ister istemez, ne oluyoruz demekten kendimizi alamıyoruz. Konya Büyükşehir’e ait  merkez ilçelerinin birinde yöneticilik görevi yapan, paydaşları tarafından Akkiseli Müdür diye bilinen uyanık görünen ama Hz Osman gibi haya sahibi bir yönetici arkadaşımız da açığa alındı. Kıt-kanaat geçinen etrafında doğrucu davut diye bilinen bu arkadaşımız imamlık yaparken: “Benim yaptığım bu görevi herkes yapabilir. Ben bu vazifeyi kaldıramayacağım” diyerek hiçbir hesap yapmadan istifa edip zamanında maddi sıkıntılar çekmiş, Milli Görüş çizgisinin her kademesinde gönüllü görev almış, geçmişi tertemiz olan “Hizmet Hareketi” diye bilinen yapı ile hayatının hiç bir safhasında yolu kesişmemiş bu arkadaş şimdi FETÖ’ye destekten açığa alındı.  Suçu: 2011 yılında son hesap ekstrasını da yatırdıktan sonra “Benim bu hesabı kapatın” diyerek kartı gözlerinin önünde kıran bu arkadaşın hesabı kapatılmış, fakat aynı hesapla ilintili -kendisinin bilmediği- açılan hesap kapatılmayarak her ay, toplamı 1.50 TL (Bir lira elli kuruş) olan yeni bir borç ekstrası düzenlemek suretiyle hesap açık tutulmuş. Kendisine hiç borç ekstrası gelmeyen Müdür bu durumu açığa alındıktan sonra öğrenebiliyor. Bu duruma sadece ‘El insaf’ denir. Başka da bir şey söylenmez.   Darbe gecesi kendi inisiyatifini kullanarak çalıştığı belediyeyi güvenlik çemberine almanın ve 30 çalışanıyla birlikte sabaha kadar Havzan'daki tankın önünde nöbet tutmanın mükafatı bu mu olacaktı?

Gözü dönmüş, başka güçlerin oyuncağı olan bu yapı ile elbette mücadele edelim. Efendim bu süreçte böyle yol kazaları olur diyebilirsiniz. Fakat yapıyla  hiç alakası olmayan insanlarımız varsa lütfen bu konuda yoğurdu üfleyerek yiyelim. Bir taraftan yaraları saralım ama yeni yaralar açmayalım. Maddi yaralar bir müddet sonra kapanır gider ama gönül yarası asla kapanmaz. Bir defa bu yapı, şu ana kadar bildiğimiz suç örgütlerine hiç benzemiyor. Herkesi ayakta uyutan bir yapıdan bahsediyoruz. İçimizde bizden görünen binlerce kriptoları vardır: suçluyla mücadele için belirlenen kriterlerde ismi olmayan. Biz bunlara ulaşmaya çalışalım. Lütfen açığa almak için belirlediğimiz kriterleri yeniden gözden geçirelim. Hiç hesap hareketliliği olmayan ve bankaca bilerek-bilmeyerek kapatılmamış kart sahipleriyle yapıya destek amaçlı rutin bağışta bulunan kart sahiplerini birbirinden ayıralım. Ben bu yazıyı yazdım bitirdim derken yine belediyede çalışan bir başka Koç -gibi- bir arkadaşımın da aynı gerekçeyle açığa alındığını maalesef yeni bir telefonla haber aldım. Ak Parti kurulma aşamasındayken kimsenin partinin ileri gelenlerini karşılamaya  gitmediği bir ortamda bu iki arkadaş Ankara yoluna kadar giderek 'Yenilikçi hareketi' tek başlarına karşılamışlardır. İnşallah yanlış hesap Bağdat’a varmadan döner. Bu şekilde masum olan arkadaşlara geçmiş olsun diyorum.

Bre mübarekler! Suçluları yanlış yerde arıyorsunuz. Lütfen böylelerini aydınlık yerlerde değil karanlık yerlerde arayalım. Gözümüzü açalım… Feraset ve basiretimiz de açık olsun. 18/08/2016

*20/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.